EŞ Z EEE di OY annıkulu, Sağ elinin şehadet parmağını, gözümü çıkartmak ister- - cesine bana uzatarak de- diki: — Sen vaktile, şimdi olduğu gibi, meydanlarda haykırmak ihtiyacında bir fikir ve sanat adamı de- ğildin! Hattâ böylelerin- den tiksinirdin. Kendi içi- ne, kendi benliğinin mah- rem sarayına kapanmanın felsefe ve sistemini bile müdafaa eder gibi bir ha- lin vardı. Ne oldu, durup dururken sana; bunu hiç nefsine izah etmeğe kalk- tın mı — Evet efendim ! Dedim. — Nasıl ? — Çok iyi belirtdiniz. Ben vaktile, fildişi kule- de kapalı kalmaktan daha aziz gayesi olmayan bir insandım. Sonra onu yık- tım; ve onun yıkılmasın- dan daha aziz gaye tanı- maz oldum. Fakat fildişi kulenin içindeyken de, dışına çıkınca da, kendime göre hak ve fark imtiyaz- larını muhafaza ederek... Bugün benim için, en aziz ve nâdir hakikatleri, bir hammalla bir çobanın kulağına kadar üfleyebil- mek sihrinden daha üstün kudret yoktur. Fakat bu- nu yaparken, kalabalık- ların şahsiyetsiz hamur- kârlığını yapanların meş- hur bayalığına düşmeden.. nasılizâh edeyim; bilmem:- ki... fildişi kulede kapalı kalmakla dışarı çıkmak arasında çok ince fark ve münasebetler görüyorum. Bence en üstün ifade, şah- siyet humması çeken ya- pıcı mizaçların, evvelâ fildişi kulelerine çekilme- si, orada pişmesi, olgun- laşması, sonra fildişi kule- sini yıkarak sokağa ve meydana intikal etmesi- dir. Yani âdi sokak ada- mile, inzivasının yeraltı hayatını yaşadıktan sonra sokağa atılan adam ara- sında, dış benzerliğe rağ- men farkların en esaslısı a YA ee di £ e kel Mi az Solâm Olsun Kahramanlara.. Necip Fazıl KISAKÜREK — Seni, ben anlatayım, seni, ben anlatayım! Fil- dişi kule... Bu tabir, için- de yaşadığı cemiyetle bütün alâkalarını kesmiş sanatkârın, ferdiyeti etra- fında ördüğü kozayı anla- tır. Sanatkâr bu kozanın içinde, halka yasak edil- miş bir sarayın bekçisi halinde şahsi servetlerine muhafızlık eder. Bu ser- vetlerin yegâne tanıyıcı ve alıcısı sıfatile, dışarı âlemin bütün kıymet hü- kümlerine rakip, fakat dı- şarı âlemi kendi kıymet hükümlerine kazandırmak gayretinden de müstağni, mermer duvarlar ve atlas perdeler arasında, doğmı- yacak bir yarını bekler, durur, Fildişi , kulede oturan sanatkârın her edasından sızan şikâyet şudur : “Ben anlaşılamıyorum!,, Bu şikâyetin ahenginde dışarı âleme teklif etmek istediği bir BEN hasreti gömülüdür. Onun içindir ki, dışarısile alış veriş ya- pan her geçer akçeye düşman; ve dışarısı, de- ğersiz insanları visâline alan zevksiz bir kadınmış gibi ona küskündür. Hakikatte bir aşkın ters tecellisinden başka birşey olmayan bu küskünlük, derinleşe derinleşe o hale gelir ki, asıl gayeyi unut- turur, kendisini gaye diye kabul ettirir. Alâkasızlı- ğın, ifadesizliğin, dilsizli- ğin felsefe ve mizacını yaptırır. Sanatkâr, timsah derisi behzeri bir dikenli kabuğa bürünmüş, başının üstünde gidip gelen gü- neşlerin acelesine kayıtsız, ömrünün sonuna erer. Sanatkârı fildişi kuleye çeken benlik ve şahsiyet humması, büyük çaptaki insanı, maskarasından ayı- ran en esaslı çizgidir ama, hiçbir mesele fildişi kulede fasledilemez. Fildişi kulede doğan hayat, to- humun kabuğunu çatla- tışı-gibi, fildişi kuleyi yıkmakla işe başlayacak, ve bu dışarıdan içeriye giriş ve içeriden dışarıya çıkış, her parçası irtibatlı bir tekevvün halinde kendisini tamamlamış ola- caktır. Peygamber, o sanatkâr, âlim, filozof, tek bir üstün yaratılış gösterilemez ki, kendi iç âleminin zinda- nına kapanmadan dışında mevcut hayatı kabul et- miş ve sonra da o zindan- da sonuna kadar kalmiş olsun. Fildişi kule, ulvi hasta- lıkların tedavi gördüğü ve yüksek şifaya çevrildi- ği hastahanedir. Kendisini bu illetten muaf ve bu şifadan müstağni gören sıhhatli sokak yaygaracısı AHMAK; ve büyük ha yatı bu hastahanenin içinde kabul eden zavallı da CE'dir. Doğduğumuz zaman bizi sardıkları kundak bir fil- dişi kule, öldüğümüz za- man da bizi yatırdıkları tabut, başka bir fildişi ku- ledir. o Yalnızlıklarımızın f : Sn İİ 8 slime nan vap iLe fildişi kuleleri sayısız ve her yıkılacak fildişi kule- nin içinde bekliyen fildişi kuleler namütenahidir. Bu- rağmen en mübarek gaye fildişi kuleyi yıkmak ve piyasaya aksettirmek- tir. Tasavvufi telâkkiye gö- reher şeyden ve her ifade- den evvel var olan Allah, âlemleri bir aşk hamlesi içinde, görünmek, bilin- mek ve sevilmek için ya- rattı. O halde hayat, ilk sebep ve ilk hamlenin, fildişi ku- lesini yıkması ve gömleği- ni sıyırması hâdisesidir. İçinde sonsuz varlıkla- rın tazyikini duyan herkes ve herşey, bir gün göm- leğini parçalayacak ve bu gömleğin altından çıkacak çizgileri yabancı gözlere sermek ihtiyacını duya- * caktır. Ne dersin?... — Sadece hayranım! — Düşün ki, yüksek ha- kikatları anlamaz sanılan halk, Feygamberlerin mu- cizelerine muhatap oldu. Hangi fikir ve sanat hamlesi, mucize çapına yükselebilir ? Sen ona mu- cizeyi göster, bak, onu hiç olmazsa bir ulviyet heyecanı kadrosunda, an- layor mu, anlamıyor mu ? Halk dediğin, bir hâdise- nin en aşağısiyle en yuka- rısına tutkun, tılsımlı ay- nadır. Meşhur ölçü : “hak- kın zâhiri halk, halkın bâ- tını hak..., O, yalnız ikisi ortasını anlamaz. Leke sa- bunu satan âdi açık göz- lük belâgatinin basama- ğında da, Feygamberlerin mucize kürsüsü karşısında da aynı halk birikir. Bü- yük adam, fil dişi kule mahpusu değil, halkın bâ- tınındaki ulviyetin sihir- baz öksecisidir. Hayattan daha ulvi ve girift hiç bir pilân olmayacağına ve bu pilânın baş unsuru halk olduğuna göre, selâm ol- sun fil dişi kulelerini yı- kan kahramanlarat!.. Ne RR SİM vel anbean gi MM ğa Tigi iğ N Sami Si yeni teli ehil eli, V Mi iz 18 A Gel iğ “ DA e eleği ali