Mahküm aylarca uğraştı, höcresi- nin duvarını deldi. Oh!.. Nihayet kur- tulacaktı. Delikten başını soktu, öbür tarafta başka, bir baş gördü: — Arkâdaş dedi, hayâi küçalım, — Ben kaçamam. — Neye?. — Gardiyanım!., Sofrada Meşhur oburlardan biri, mükellef bir ziyafet sofrasında davetlilerin f4z- la gürültü etmeleri üzerine ayağa kalk- taz — Allah rızası için gürültüyü kesi- niz dedi, ne yediğimi anlamıyorum!.. Para Neyzen Tevfik harp içinde Talât Paşaya bir kaside yazdı, gidip okudu. Talât paşa: — Güzel, mükemme), harikulâde! dedi. Neyzen gülümsedi: — Güzel, mükemmel, harikulâde ile fırıncı ekmek vermiyor!.. — Şu benzin yakan ocağı tecrübe eder misiniz, biraz evvel komşunuza da sattım! Anlaşıldı — Kürk mantosu ne güzel.. -— Haydi canım, ben 0 kürk man- tonun ne olduğunu biliyorum, altı aydanberi haftada üç gün tavşan ye: dilert.. Coşkun Yanındaki kız çirkindi, çok çirkin- di, fakal gece, mehtab çok güzeldi. Bülbüller ötüyor, çiçeklerin kokusu etrafa tatlı tatlı yayılıyordu. Adem birdenbire öyle bir çoştu, öy- le bir coştu ki kıza: — Benimle evlenir misin? dedi. — Evlenirim.. — Neye sustun?.. — Birdenbire fazla ileri gittim gibi — SON ? nedir? — Dur, dur, dilimin ucuna geliyor, — Ne söylesen nafiledir usta, on birden evvel kalkamam dedi!.. — Saatte yüz kilometre yapıyor- dum, yoldan geçen biri haykırdı: Oto- mobilin tekerleği çıktı... - Felâket!, — Hayır değil, otomobili durdur- dum, indim, tekerlekleri muayene et- tim, hiç birşey yok... Herif benimle alay etmiş!., Borçluya mektup Bundan tam bir sene evvel bu- gün, bir hafta sonra iade edeceğinizi söyliyerek benden para almıştınız. O güzel günün yıldönümünü kutla- makla bahtiyarım. O mesud günden sonra borcunuzu vermemek için gösterdiğiniz yüksek zekâ oyunlarının hayranı olduğumu da arzederim. Ancak bugünden iti- 'baren ben de ayni oyunları göslere- ceğim. Tabii bu oyunlar, parayı !s- tirdat edebilmek içindir. Saygılarımı sunarım. Sebebi — Böyle serseri serseri dolaşacağını- za kendinize bir iş bulup çalışsanıza... — Vaktim yok. iy — Neden!.. — Günde on saat dileniyorum, ne zaman vakit bulup çalışayım?, Dinle Tercüman seyyaha: — Burada gördüğünüz tabaklarla bardaklar üç asırlıktır. Seyyah karısına: — İyi dinle de üç günde bir kere bar- dak çanak almaktan vaz geçl.. Yaş Genç bir bayan anlatıyordu: — Şahid sıfatile hâkim huzuruna çıktım. Reis yaşımı sorunca yirmi al- ta mıyım, yirmi yedi mi? Unuttum, — Ne cevap verdin?, — Yirmi iki dedim!., Tuzlu — Bu karedesler ne kadar büyük!, — Tatlı su karedesidir. — Kilosu kaçal.. — İki yüz kuruş. — Tatlı sudan çıkanın bu kadar — Çabuk tükür, asid sültiriktir!.. | tuzlu oluşu şayanı hayrettiri, | Memnun | — Yahu otomobilini çalmışlar. — Evet çaldılar, — Neden polise müracaat etmiyar- sun?, — Hırsızı tanıyorum. — Bu daha tuhaf, tanıdığın halde adamı yakalatmıyor rousun?. — Otomobile yeni lâstik taksın di- ye bekliyorum! Ömür verirse Sonradan görmüş bir adam mezar- lıkta bir yer aldı, sağlığında Iki mezar yaptırdı ve karısına şöyle bir mektup yazdı «Karıcığım, mezarlar mükemmel ol- du; eğer Allah ömür verirse, bu meza- ra gömülüyoruz diye iftihar edebid- riz!,.» Fal — Sen falcıya inanır mısın?, — Senin gibi münevver bir insanın falcı sözüne inanması garip. — Biç değil, o kadar çok yalan söy- lerler ki, bu yalanlardan biri nasılsa doğru çıkar!.. — Annem ne iyi etmiş te bana flüt yerine davul çalmasını öğretmiş!.. Bankada Kasadar çeke baktı: , — İmzanızı tasdik ettirmeniz lâzım dedi, bir dostunuz yok mut, — 'Tek dostum yoktur, ler memu- ruyum!. Eğer... İtalyan misyoneri bir Habeşistanlı- yı katolik yapmağa uğraşıyordu. Sor- du: — Sen cennete gilmek istemiyor musun?., — İstemiyorum. — Ama neden? — Herhalde cennet pek iyi bir yer olmasa gerek, — Nereden biliyorsun? — Eğer iyi bir yer olsaydı İtalya iş- gal ederdi!... (Gan sıkıntısı bir kibar hastalığı mıdır ? Yazan: Selim Sırrı Tarcan Şişli caddesinde modern bir apar- | tumanın ikinci katında oturan bir aile tanırım. Bunlar bir karı koca, biri kız, biri oğlan iki de yavruları var,. Bay, sayılı zenginlerden. Şık otomobilleri var, nörsl var, erkek ahçıları var, her sene Avrupada se- yahate çıkarlar, Ha.. bak unutuyordum, bayanın göz kamaştıracak iri taşlı elmas kü- peleri, pırlanta yüzükleri var! Her hafta kabul günlerinde salonları ta- nınmış simalar, sayılı güzellerle do- İ ludur. Müzik var, poker var, briç var, kokleyi var, şampanya var. var. Bülün bu varlıklar içinde bir şey yok: Bayanın neşesi! Kabul günlerinden birinde takım, takım kadınlar erkekler pokör ve briç masalarının etrafına dizildikle- ri zaman ben ne yapacağımı kesti- remedim. Orada kendimi ayağının çarığile köyünden yeni gelmiş bir reçper vaziyetinde görüyordum. Evin bayanı büyük bir nezaket gösterdi: — Sahi, hocam siz oyun oyna” mazsınız, kocam briçten, pokerden hoşlanmadığınızı söyledi, işte ben de sizin hatırınız için bu akşam oyna- mıyacağım. Haydi geliniz balkona çı- kalım, Apartımanımızın manzarası hiç fena değildir. Cevap verdim: »— Ben oyununuza mâni olmak is- temem,' haydi siz de partiye girin! Pokeri, briç sevmediğim doğru de- gil, sevmek için bilmek lâzım. Ben ise bu işlerde pek yayayım! Ahçı is- kambilini bile adamakıllı bilmem! — Yok, yok! Sizinle konuşmayı tercih ederim, Amma biliyor musu- nuz can sıkıntısından ölüyorum, bu oyun da olmasa çıldırmak işten bi- le değili Bilmem ki, İstanbulumuz pek ölü, hayat pek monotone (onun konuştuğu şekli aynen yazıyorum) hiç mi amma hiç bir distraetion yok. Sıkılıyorum, bunâlıyorum. Sinirle- rim berbat, çatacak bir adam arıyo- rum. Zavallı kocam çok üzülüyor amıma /elimde değil, günler, saat- ler, geçmek bilmiyor, size bir şey söy- lesem inanmıyacaksınız, Bazı geceler bizim bay işinden geç geliyor. Mat- mazel çocukların yemeğini yedirip yatırıyor. Ben yalnız başıma kalı- yorum, Kitap okuyayım diyorum, ol- muyor. Dikiş dikeyim diyorum, Ool- muyor! Piyano çalayım diyorum, ol- muyor! Nihayet şezlonga uzanıyo- Tum, bir esneme, bir esneme Allah vermesin çenelerim aynlacak, niha- yet çok kere selâmeti uykuda bulu- yorum ve onu beklemeden erkenden yatıyorum. Can sıkıntısından böyle yana yakı- Ja şikâyet eden bu bayan birinci de- Bildir. Memleketimizin yüksek taba- kasını teşkil eden. ailelerde bunlara çok rasgeldim. Çok kere kendi kendime düşün: düm. Ben bu bayan gibi zengin de- ğilim, fakat hamdolsun böyle sebep- siz durdük yerde canımın sıkıldıği- nı hiç hatırlamıyorum. Geçen gün profesör doktor (P. Mantegazza) nın, La Physiologie de la douleur adlı ese- rinde Douleur de Vennuie) can kıntısı bahsini okudum. Profesör bu ruhi haleti uzun uzadıya teşrih et- tikten sonra şunları söylüyor: «Çalışmasını, düşünmesini, hisset- mesini bilen adam sabırsızlık veya kaygu şeklinde tezahür eden iç sı- kıntısını odefedebilir. Can sıkınlısı gelebilmesi için âsab hücrelerinin hiç biri faaliyet kıvılcımı saçamıya- cak bir hale gelmesi lâzımdır. Can sıkıntısı hem kendine, hem etrafındakilere elem veren bir hal- dir. Daimi bir yorgunluk, her şeye karşı bir isteksizlik, ümitsizlik, gizli sıtma gibi anlaşılamıyan, fakat in- sanm halinden tavrından belli olan marazi bir haldir. İnsan mütemadi- yen esner, gerinir, adalelerinde bir kevşeklik duyar, kolunu kaldırmak İstemez. Ekmeğini alnının teri ile kazanan halk kütlesi içinde can sıkıntısına uğrıyanlar parmakla gösterilecek ka- dar azdır. Sebebi? Sebebi meydan- da, Çünkü can sıkıntısı hissetmeğe itleri yoktur. Fakat lüks hayatı m aileler arasında müstevli bir denecek kadar mebzüldür. epledir ki tarihin bazı devirle- rinde ve bazı muhitlerinde can sıkın- tısı bir aristokrat hastalığı adını al- mıştır, Büyük bir varlık içinde yaşıyan her işlerini başkalarına gördürmeği itiyad haline getiren, ellerini sıcak su- dan soğuk suya sokmıyan bazı zen- gin muhitlerde dalma şikâyet etmek moda halindedir. Bunlarda yarım baş ağrıları hiç eksik değildir. Hiç bir şeyleri olmadı- ğı halde mütemadiyen - ilâç alırlar. Hastadırlar, nereleri hasta olduğunu bilmezler. Ruhları hastadır. Bu gi- biler için en büyük tedavi yolu ne şekilde olursa olsun bir iş bulup oya- lanmaktar.» Profesörün dedikleri pek doğrudur. Avrüpade ve Amerikara ekseriyetle hayır müesseselerinin başında ka- dınlar vardır, Vakın kadın Kalbinin şefkati ihtiyaç içinde olanların imda- dına koşmak, fakir ve kimsesizlerin iztiraplarını teskin etmekten zevk alır. Fakat, kışın kaloriferle ısınmış salonu birakıp fakir mahallelerinde- ki evlerin kapısını çalarak soğuktan titreşen ve ısınmak için birbirinin nefesini avuçlarına üfliyenlerin im- dadına koşmak, onların yün hirka. Yarını, . çoraplarını oturup örmek el bette ki ayni zamanda can Sikintisi- nın bir deyasıdır. Meşhur İsveçli profesör (Axel Munthe) son yazdığı kıymetli eseri- nin (1) başında şu vakayı anlatıyor: «Bir gün muayenehanemde Otu- ruyordum. Çok zengin ve çok güzel bir genç İngiliz kızı elinde bir bü- yük paketle yanıma geldi ve şunları söyledi: — Rahatsızım, hastayım, artık bu hayattan bıktım, usandım! Hiç bir "şey amma hiç bir şey beni alâkadar etmiyor, biç birşey beni eğlendir. miyor. Her istediğimi yapabildiğim halde, hiç bir şey yapmak istemiyo- rum. İç sıkıntısından bitiyorum! Bü- tün hekimleri dolaştım, kimi kışın Mısıra; kimi Kana gitmemi tavsiye etti, Bunlardan biri de yatımla bü- yük bir seyahate çıkmamı, hattâ Japonyaya gitmemi tavsiye etti! Fa- kat bütün bu hekimler içinde bana en büyük iyiliği - siz ettiniz, Seneler- Ce kendimi çok bedbaht sanıyordum, şuson bir kaç hafla içinde sizin sa- yenizde artık mesud olduğumu his- setmeğe başladım ve bugün de size dertlerimi söylemeğe değil, minnet- tarlığımı bildirmeğe geldim. Elinde tutmakta olduğu paketi acele, acele çözdü içinden birçok kocaman bes bekler çıkarıp yazı masamın üstüne kitaplarımın yanına sıraladı, On iki kadar vardı. Amma emsalsiz şey- lerdi. Çok süslü kıyafetleri vardı. Erkek bebekler içinde zarif kostümlü siviller, kasketli bahriyeliler, kadın- Jar içinde ipekli elbiseliler, zarif, göz kamaştıracak kadar süslü bebekler, Bunlar, bu genç kızın kendi elinin emeğinin mahsulü idi. Hepsini ken- di dikmişti, Titrek bir sesle, ben hiç bir işe yarayabileceğimi kendimden ummu- yordum. Filhakika bazı hayır mü- esseselerine arasıra çek imxalıyarak yardımda bulunmuyor değildim. Hak buki sizin sayenizde bugün beni ezip kemiren can sıkıntısından kurtuldu- Zım gibi başkalarına faydalı bir in- san olabileceğimi de sizden öğren- dim. Bakınız nasıl? Geçen hafta te- sadüfen elime geçen bir İngiliz mec- muasındâ «Yapma bebekler» serlâv- hah bir makalenizi okudum. Ve o günden itibaren fakir çocukları mem nun etmek emelile bu gördüğünüz bebeklerin bütün elbiselerini en kü- çük teferrüatına varıncaya kadar kendi ellerimle diktim, giydirip süs- ledim. Evet hepsi elimin emeğidir ve bu meşguliyetin bana ne büyük bir inşirah vediğini bilemezsiniz!» (Devamı onuncu sahifede) Selim Sırrı Tarcan (4) Hommes et bötes,