16 Nisan 1939 Tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9

16 Nisan 1939 tarihli Tan Gazetesi Sayfa 9
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

—— 16-4-939 Tefrika No. 16 “Teşekkür Ederim Aziz Kapiten,, Sultanlar Yaşaran Gözlerini Silerlerken Hain Ferit, Ayağa Kalkarak Elindeki Kadehi Kaldırmıştı Mebusan meclisi bu kargaşalık içinde çırpınırken, Tevfik paşa ve kabinesi âzaları üzülüp çarpınır- kan Baltalimanı sarayı da görül - medik bir günün yaşıyor, her la- raftan zevk ve âhenk taşıyordu. Hain Ferit nihayet meramına erişmiş, kapiten Halidi eline geçir- mişti. İşte hiç ummadığı Fehime Sultan bu gururlu zabiti ayağına getirmişti. Büyük yemek salonu- nun pancurları kapatılmış, perde leri indirilmişti. Parlak avizeler, yemyeşil palmiyeler arasına giz - lenmiş renkli ampullerin saçtığı ışıklarla, serilen serpilen çeşit çe- şit çiçeklerle salon gerçekten bir dünya cennetine çevrilmişti. Me- diha Sultanın huriler gibi güzel, şirin cariyelerinden mürekkep bir saz takımının başdöndüren âhenk- leri, kızların gönül gıcıklıyan cıvıl tıları salonda tatlı akisler yapıyor- du. Kapiten Halit, Mediha ve Fehi- me Sultanların arasında ve Damat paşanın karşısında oturuyordu. Feridin sağında Madam Eliza, Ali İhsan bey, solunda da âyan özala- rından Azaryan efendi ile Aristidi paşa bulunuyorlardı. Çalın cığrı- yor, içip eğleniyorlardı. ir aralık, saz çalan cariye- cikler Mediha Sultanın, gö- rünmiyen bir göz işareti ile ansızın salondan çekilmişlerdi. Kim bilir, belki de Mediha Sultan birkaç söz söyliyecek, şen meclisi şereflendi- Tecekti. Fakat, kurnaz Kapiten Ha- lit vaziyeti kavramış, daha gözü açık davranmıştı. Süzgün gözleri ile Mediha ve Fehime Sultanlara tatlı tatlı bakmış, nazlı nazlı gü - lümsiyerek ayağa kalkmıştı. Ve: — Beni, demişti, yüksek ve haş- metli huzurlarına kabul ile şeref- lendiren büyük sultanlarım, elbet- te birkaç söz söylememe de müsâ- ade buyurmak lâtlünü esirgemez- ler benden sanırım, Sevgili vata- mnımızın şu acıklı, felâketli vaziye- ti, emin olunuz, yüreğimin bunca senedir kapanmıyan hicran yara- larını yırttı ve kanattı. Bugün yi- ne sizliyor, sancıyor. Bilmem bi- lir misinz?.. Bendeniz de, bu mü- barek topraklardan kaderin kopa- rıp yâdellere attığı, yâdellere 2- vuç açtırdığı birmağdurum. Şu Fransiz üniforması altında ezilen ruhum, üzülen kalbim yalnız bu- gün değil, ber vakit ve her an bu aziz vatana, büyük hanedanınıza olan sevgimi, saygımı en derin, köşesinde saklamış, her vakit on- ların saadet ve selâmetleri dilekle- rile çarpınmıştır. Cihan harbini ben de sizler gibi manevi bir w2t- Tap içinde geçirdim. Bu sebeple İstanbulda çalışmak için Fransa hükümeti tarafından verilen bu vazifeyi büyük bir memnunluk'a, yüksek duygular ve samimi arzu- larla aldım. Padişah hazretlerine, kadri celil hanedanına, sevgili hemşerilerime Fransanın dostluğu- hu, Fransızların teessür ve tâziye- lerini getirdim. Memleketimizin üzerine kâbus gibi çöken, varlığı göktüren bu felâket bulutlarının dağılmasında, hiç şüphe yok Kİ, Pransa dostluğunun her halde şok kıymetli yardımı olâcaktır. Bu Yardımı yapacak iyi yürekli dost ellerinin size pek yakında uzatila- cağını, sözlerimi dinlemek zahme- İline katlanan Mediha ve Fehime Sultanlar hazeratile, devletlü, fa- hametlü Damat paşa hazretlerine ve diğer kıymetli muhataplarıma müjdelemeyi lüzumlu, çok şerefli bir vazife sayıyorum. K apiten Halit rolünü gerçek- ten çok parlak ve pek kıv- rak jestlerle çok güzel oynamıştı. Hazır bulunanlar üzerinde iyi (8 - sirler uyandırmıştı. Sultanlar ya- Şaran gözlerini silerlerken hain Ferit vakarlı bir eda ile ayağa kalkmış, kadehini kaldırmıştı ve: — Bizi pek tatlı heyecanlar için- de bıraktınız aziz Kapiten. De mişti. Duygularınıza, bilhassa csb- şirlerinize hakir şahsiyetim ile bo- raber sıhriyeti ile şeref ve iftihar duyduğum saltanat hanedanı nü- mina da teşekkürler ederim, Kiy- melli müjdelerinizle, 19812 ve susuz bir çölde gaipten yardım bekliyen bir kafile ümitsizliği ile çırpınan hanedanımızla beraber bu felâke- tin azap ve ıztırabı ile yanan, tür- belerine sığamıyan ceddimiz ha- kanların da ruhlarını sevindirdi. niz. Varolunuz Kapiten. Biz Os - manlılar Fransayı kurtarıcı sıfatı ile değil, bilhassa diriltici ve yaşa- tıcı kuvvetile bu asrın mesihi ta- nıyor ve bu iman ile bekliyoruz. Yaşasın büyük Fransa. Yaşasın dost Fransızlar. Hain Ferit bu alçakça sözle - sini zorla yaşartığı gözlerinden akıttığı damlalarla bitirdi, Sahne gerçekten pek ibretli idi, İki taraf da duygularının tam zıddına söz söylüyor, karşısındakini kandırıp yalanlarına inandırmak, aldatıp entrikalarına âlet yapmak işin uğraşıyordu. Daha #çik bir ifade ile karşılıklı iki canbaz bir ipte oy- nuyordu. Saatlerce de oynadılar. Yemekten sonra, günün iki ka- ra yüzlü fesaterı yan salona çe kilip başbaşa kalmışlar, uzun, tat- Mk bir sohbete dalmışlardı. Ne ko- nuştular?. Onu bize zeman ve hâ- diseler gösterecek. Yalnız şu ka- dar söyliyeyim ki, Halit Baltali - manı sarayından ancak ikindi vak- ti çıkabilmişti, Çıkabilmişti diyo- ruz. Çünkü, ikientirikacı” yalnız anlaşmış değil, tam menesi ile t- yuşmuş ve kaynaşmıştılar. Tesa- düfün, hâdiselerin karşılaştırıp bir kaç saat içinde yoldaş ettiği bu fe- sat üstatları, kanaatleri hilâfm - daki duygularına, düşüncelerine, sözlerine birbirini inandırmış va- ziyette ve çok memnurlukla ay - rılmışlardı. Dp Ferit, Kapiten Halidi uğurladıktan sonra sevin - cini saklıyamamıştı artık. Yeni el biselerini giyinip te şımaran, sevinç içinde çırpınan hani şu bildiğimiz görgüsüz sokak çocuklarına pek benzemişti. Her vakitki yapma gu- Tur ve kurumu kalmamış, haline bir sırnaşıklık sıvışiklik gelmişti. Büsbütün bayagılaşmıştı. Arsız arsız övünmüe başlamıştı. Fakat..... Karısı Mediha Sultanın tıpkı bir kamçı tesiri yapan sinirli bakışın- dan ürkmüş, hemen kendini top- lamış ve uzanan dilini kısaltmışlı. Biraz sonra Sultanlar Madam Elizayı alıp harem dairesine deç- müşlerdi. İşte o vakit Damat Paşa boş meyden bulan yularsız aygır- lara dönmüştü. Hemen kişniyerek şahlanmıştı. Halitten, kazanılan “muvaffakiyetten çalımlı bir edâ ile yine bahse başlamıştı. Çılgınca fikirler, saçma sapan mütalealar, hele yersiz ve yakışıksız sözler ve övünmelerle sade hainliğini değil, akmaklığını, alıklığını da göster- miş, muhataplarını için için kendi- ne güldürmüştü. Nihsyet Azar - yan elendi ile Aristidi paşa da, o güne kadar şöyle böyle bir adam sandıkları bu hain ve sapık dev- İetlinin yanından kaçmak Jüzumu- nu hissetmişler, müsaade diliyerek çıkıp gitmişlerdi. (Devamı var) GÖZ İŞE KARIŞINCA... Yarım baş ağrısı nöbeti gene ayni ıztıraplır. Fakat o gelmeden önce, gözde omun geleceğini haber veren bir rahatsızlık peyda © lur çinsanı sancıdan daha ziyade telâşa düşürür de sonra yarım baş ağrısı âdeta bir iyilik gibi gelir... Meselâ bir şey okurken yahut el işi işlerken bir baş dönmesi ve midenin üzerinde hoşluk gibi bir duygu. Yahut, onlar da hiç olmak» sızın gözlerde acaip bir hak Yazı mın harfleri yahut el işi İnsan gözleri önünde oynamağa başlar, dans ediyorlarmış gibi. Gözünün- deki sahanın zen ie tarafında, şaka ğa doğru esmer, kara gibi bir le- ke etrafında parlak ve iğri büğrü çizgiler, ateş saçarlar, çarkı felek gibi. Kimisinde de ateşsiz, yalnız dişli bir çark. Bazısında kale du- varı gibi dişli çizgiler... Bazıların- da da, ortada kara bir leke bulun- madan gözlerin önünde büsbütün parlak ve küçücük bir karpuz tt rer durur, eğleniyormuş gibi. Bu manzara tabii insanı pek müteessir eder. Hele ilk zamanlar- da insan neye uğradığını bilmez, telâşa düşer.. Manzara güzeldir, İnkat güzellik te yerinde ve âdet üzere olmazsa İnsanı korkutur. Kimisinde de o parlak, çizgili veya çizgisiz ateş gibi şey hiç bu- lunmaz da, insan baktığı yerin bir kısmını birdenbire görmez olur. Neye baksa yarısını göremez: Yu- kardaki, yahut sağdaki veya sok daki yarısı yokmuş gibi. Bu da insana şüphesiz telâş ve- rir, baş dönmesi getirir. Vücudün yarısı yukardan aşağıya kadar n- yuşur, ondan sonra titreme, arka- sından çocuklarda olduğu gibi ha- vale hareketleri... Bazısında dil de uyuşur. Kelimeler birbirine yapış- miş gibi kesik kesik çıkar, hece- ler birbirinden ayrılır, tek tek he- <elerle insan Çin dilinde konuşu- yormuş gibi söyler... Bütün bu haller az sürer. Bir şeyrek, yarım saat, bir saat, pek nâdir olarak biraz daha ziyade. Onlar kaybolunca insan rahat e- decekmiş sanırken yarım baş ağ- rısı nöbeti meydana çikar... Böyle gözde alâmetlerle başı- yan yarım baş ağrısı nöbeti, hiç alâmetsiz haşlıyandan daha ziya- dedir, Onun birde - böreket versin pek az görülür - gene gözlere felç ge- tiren şekli vardır. Bu da hep nö- betle, vakit vakit gelir: İlkin bu- lantı ve sonrası, Arkasından, göz- lerin birinde felç. Bir gözün kapa- İn düşer. Göz şakağa doğru kayar, şaşılık gelir. Öteki şeklinde bir şe- yin yarısını görmediği halde, bu sefer her şeyi iki görür; fakat be Janık olarak, Göz hem miyop, hem de ipermetrop olmuş gibi yakın- danda, uzaktan da her şeyi du- manlı görür... Bu felç nöbeti pek nadir olmakla beraber, geldiği va- kit daha uzunca sürer: Üç gün, ba- zılarında daha ziyade... Yarın baş ağrısı nöhetinin yeri» ne sinir ağrıları geldiği de olur. Bu sinir ağrıları da gene yalnız bir tarafta olur, sağda veya sol- da, Yarım baş ağrım gibi nöbet nöbet, hem de kadınlığın o günle- sini kollayarak gelir ve o günler geçince &inir ağrıları da kaybolur. Bunlar da gebelikte ve kadınlığın sonbahar mevsiminde artık gelmez olurlar, aynile varım baş ağrısı gi- bi. Onun için bu türlü sinir ağrı- ları da yarım baş ağrısına bedel ayni hastalıktır. —— Bu, Şama ikinci gelişimdir, diye söze başladı, ama bis rincisinde pek toy idim, babam sürre kâtibi olarak alayla Mekke- ye giderken beni de götürüyordu; hacılığım oradan geliyor, yirmisi. ne yeni basmıştım, aşağı yukarı kirk senelik bir mesele... Insan kendi memleketinden u- zaklaşıp ta böyle başka ırklarla meskün ayrı isimli yerlere gitti mi bilmediği, görmediği acayip va- kalarla karşılaşmak, bir takım sergüzeşiler geçirmek ister. Çoğu defa, bunları yapamadığı içindir ki seyahatinden mübalâğacı, hattâ yalancı olarak döner, Bire bin kat- mak, habbeyi kubbe yapmak, fili yılana yutturmak... işte yolculu- ğun eskiden resimli gazete ve si- nema asrindan evvelki şiarı bunlar Jdi. Fakat benim başımdan, Şamda hâlâ esrarına iyice akıl erdireme- diğim çok meraklı bir vaka geç- mişti.. Derebeylik devrine ait ro- manları hotırlatan bir gizlini. kâh... Bilmediğim, bir güzel kadın- la, bir gece, düğünsüz, derneksiz evlenmiş, sabaha karşı da ayrıl muştim... Hem, bir daha, biribirimi- zi görmemek şartile! Bu kadın, belki de, kirk sene sonra ikinci de- fa aysk bastığım şu şehirde sağ- dir, çoluk çocuk sahibidir, Ben anlatayım, siz, isterseniz inanmayınız. B* ikindi üstü, yarı kır, ya- rı şehir, tenhâca bir semtte yabancı yabancı dolaşıyor, “Eyve- li Şam, ahari Şam!” diye öğdüğü- müz memlekette beğenilecek hiç- bir şeye rastgelmiyerek toz, top- | rak içinde geze geze akşamt bul- mağa çalışıyordüm. Bir aralık, et- rafımda çarşaflı ve yaşlı bir kadı- nın dönüp dolanması merakım çekti. Kendi kendime: “Bir şey so racak? Bir yer mi danışacak ” der- ken kadıncağız çekine çekine yanı- ma sokuldu: — Evlâdim, dedi, yabancısınız galiba? — Evet, dedim, Sürre ile geldim bir haftadır buradayım, yarın da yola çıkacağız. z — Şamda hiç tanıdığınız, ahbâ- bınız, akrabanız yok mu? Bir tek adam bile tanımadığımı bildirdim. Kadın memnun olmuş- tu: — Sizi bu akşam bir misafirliğe çağırsak gelir misiniz? Demin size yaşımın yirmi oldü- #unu söylemiştim ya... O zaman- larda yirmi yaşındakilerin, şimdi- kiler gibi ne tahsil, ne spor, belli başlı hiçbir eiddi meşguliyetleri yoktu; kaleme devam ederler, bi- yıklarını büyütmeği, ve evlenmeği düşünürlerdi. Yaşlı hanımın da- veti hem yabancı memlekette ara- dığım sergüzeşti, hem de peşinde koşup ta bir türlü temin edemedi Âlim bir zevki önüme sermişti. A- ma ihtiystlı bir gençtim: — Yolcuyum, dedim fazla mas- rafa gelemem. Kadın kıpkırmızı kesildi: — O nasıl lâf beyim, dedi, siz niçin masraf edecek mişsiniz? Tan- rı misafirimizsiniz. Ezandan ya- rım saat sonra, karanlık basinca şu ahşap minare altında bekleyiniz; ben sizi bulurum. ti: araba devrinde kasaba yapılı dar mahallelere, ak- şam üstleri, hava durgunsa koyu bir köy kokusu sinerdi. Berber dö- Düşü, bıyıklarım pomadalanmış, yanaklarım bol pudralı, elde bas- ton, ahşap minare gölgesine diki diğim zaman etrafa inen karanlık. ta bu kokuyu duyuyordum, yaş Sa- man ve fışkı kokusu... Kadın geç geldi ve beni, gece ye karıştığım için zor fark etti. — Aman beyim, dedi, gürültü süz yürüyelim. Şamın bu iç mahalleleri ve yi lankavi sokakları o kadar biribir- lerine benzer, öyle ayırdedilmez şeylerdir ki... Her kapı, her cun- ba, her yalak, her binek taşı; bü- tün çeşmeler, mescitler, türbeler diğerlerinin eşidir. Bana İnsanlar görerek değil, koku alarak evleri- ni bulurlar zehabini verir. Akşam. ları koyun sürüsü köye dönünce nasıl yeni kuzular, şaşırmadan a- Hâtıraları HÜLLE İ Refik Halid nalarını seçip memelerine yapışır- larsa bu mahalle insanları da kâpı- larının halkalarına öyle, bizim a- İşl erdiremediğimiz bir. hassa ile şaşırmadan el atarlar. Gittik, gittik. Çıkmaz zannetti Bim sokaklar, dalma bir başka 80- kağa varıyor, orası da bana çık- maz görünüyor, ama yine bir dar dö nemeçten geçit vererek bir başka: sına geçiyordu. Nihayet bir yerde durduk, kilit içinde dönen bir anahtar sesi.. Her Şam evi gibi, kapıdakiler içerisi- ni görmesinler diye bir tahta böl- me; ağaçlıklı bir iç bahçe ve bu av- İuya açılan bir sıra kapılar, sıran ba yakıldı: Sedefli Arabesk mobil- yalarla döşenmiş bir “Kia” dayım. Mermer arklardan döne kıvrıla, i- rili, ufaklı yalaklardan geçe atlı- ya, odanın ortasında, durmamaca- sma sular akıp gidiyor. Taze traş yanığı ile ve heyecanla alevlenmiş yüzüme serinlik ıslak bir tülbent gibi hoş ve yumuşak yapışıyor, Hiç ses yok. Acaba ne olacak? Çocuk- luğumda hikâyelerini dinlediğim Binbirdirek batakhaneleri cinsin - den bir yere mi düştüm? Hani Sul- tan Mahmut bunları basmış ve mahzenlerinden yüzlerce delikan- hanın ölüsünü çıkarmıştı. erken yan tarafta hafif ses- ler, mıriltılar oldu, sonra kapı aralandı, bir kadın göründü, ayağa kalktım. Başına sıkı sıkıya bir namaz bezi dolamiğştı, gençti güzeldi, endamlı idi, ilk ği kânapeye oturdu, gözlerini önü- ne eğerek güçlükle: — Safa geldiniz! dedi. Göğsü kalkıp kalkıp | iniyordu, ellerile mendilini büküyordu. Bir ayağı yerde halıyı dövüyordu; he- lecandan bitiyordu. Karşılıklı otu- ruyorduk. Odanın ortasındaki su- lar, ambardan boşanıp kileye akan buğday gibi hışıldıyordu, bir tür- lü konuşamıyoruz. Neden sonra ben kekeledim: — Rahatsız ettim... Emrederse- niz artık gideyim. Kendimi beğendiremediğime hük mettiğim için böyle demiştim. Ka- din al al oldu: — Estağfurullah, biz sizi rahat- sız ettik. Ricam şu idi, söylemiye cesaret edemiyorum... Yine durdu, fakat birden nef- sini zorlıyarak dedi ki: — Beni bir gece için nikâh eder misiniz? Gözlerim dört açıldı, ne eveti ne hayır manasına gelen bir şeyler mırıldanıyordum; o devam etti: — Burası bir gecelik eviniz o- Tacak... Nikâhı şer'i şerife uygun olarak “linefsihi binefsihi” akde- deceğiz. Ne imama, ne şahide lü- zum var, — Olabilir mi, diye sordum, sa- hih sayılabilir mi? — Olur, fetvasını aldım. — Sonrası? — Beni tatlik edip gidersiniz. Tablı lütfunuza mukabil bir bor- güzar takdim edeceğim. ine sustuk, fakat kulakla rım şiddetle uğuldadığı i- sin “Kâa” ortasındaki suların se- sini artık duymuyordum. — Büyük bir insaniyet etmiş o- lacaksınız. Reddederseniz ölümden başka çare kalmıyacak! Benim yerimde ve yaşımda siz olsanız bu gözleri dolu dolu, yüzü kıpkırmızı, göğsü kabarıp inen, dertli veya deli, genç kadını o hal- de bırakır, gider miydiniz? — Nasıl isterseniz. Dedim. Kadın yerinden fırladı. İçeriye seslendi: — Dadı! Dadı! Misafir Bey ka- bul etti, Hikâyemin teferrüatı uzundur, çoktur, treni kaçırmamanız için kısa keseceğim: Karşı karşıya geç- tik, isimlerimizi söyleştik. Sor - dum: — Allahın emri, peygamberin kavlile kendini bana tezvice razi masin? — Evet, razıyım. — Ben de seni aldım, zeveeliğe kabul ettim. Merasim böyle bitince nikâhlım, başındaki örtüyü, utanarak, usul ca kaldırdı; zira artık helâlımdı. Aradan, bukmız, kırk sene geçti. ği halde ben bu nikâhın hükmüne inanmaktayım ve onun içindir ki bir gecelik eşimden hakiki zevcem i- miş gibi: biraz sıkılarek, ve mah- remiyetine girmiyerek bahsediyo- Tüm, Dadısına alt olan bu evde baş- başa yemek yedik. On türlü ye - meğin bir tepsi üzerine hep birden dizildiği Şam usulü sofra.. Taze 6- zilmiş karadut şerbeti içtik, ora- dan hatırlıyorum ki mevsim yaz başlangıcıydı. Vakaya dair hiç ko- nuşulmuyordu, havai lâflar... Daha sonra beni mükemmel bir yer döşeği serilmiş yatak odasına aldılar; üçer kollu ve fanuslu şam- danların aydınlattığı bir temiz 0- da... Atlas bohça İçinde keten en- tari, kuşak, takke vardı; önüme ter- Tikler çevrilmişti; Kenarda leğen, ibrik, havlu duruyordu; eksik yok- tu, we ne yapacağımı bilemiye- fek ayakla VeKUYurdum. Zevcem kapalı bir gecelik elbise. sile, saçları arkasına toplanmış, u- tana sıkıla yanıma geldi. Helecan- dan ikimiz de titriyorduk. — Çok teşekkür ederim, dedi, şimdi de lütfunuzu tamamlayınız. — Ne gibi efendim? — Beni tatlik ediniz. — Hemen mi? Aklımdan bir saniyede neler, ne tereddütler, ne fikirler, ne acayip ki, yüzümü avuçlarımla kapatarak yatağın kenarına oturmuştum. Ka- dın da, galiba diz çöktü, ellerimi DAŞ onları minnettarlıkla öp- gi sonra, dadısının uzattığı baş örtüsü ile tekrar saçlarını sar- maş, ağır ağır odadan çıkıyordu. Zi- ra artık “nâ mahremim” olmuştu! Yatakta döre döne kim bilir kaç saat geçmişti, dalar gibi olurken dürterek uyandırdılar. Dadı — Beyciğim, diyordu, ortalık ay- dınlanmadan çıksanız iyi olur. çıktım. Daha alaca karanlıktı, dar, iğri büğrü biribirlerine benziyen yol- lardan Merce meydanını nasıl bu- lacağımı bilemiyordum, rastgele yürüyordum. Nihayet bir ışık gör- düm, yaklaşıp baktım. Bir kundura tamircisi, gazete kâğıdından siper geçirdiği bir petrol lâmbası başın- da dalgın çalışıyordu. Sualime, yü- züme bile bakmadan Arap şivesile Diye cevap verdi; doğru yürü- düm; yine saptım, yine döndüm, nihayet caddeyi buldum. Oyle 80- kaklar ki... Bir daha, güpe gündüz srasam da yine çıktığım evi bula- mazdım, B aşımdan geçen vakanın esa- sında anlaşılmıyacak bir cihet yok: Sevdiği kocasının na- sılsa talâkı selâse ile boşadığı bir kadın, din ahkâmı icabınca, nikâ- hı yenilemek için bir hülle yap- miştı; sırrını şehir içinde duyul- maması İçin bir yabancı seçmişti, (Lâtfen saufam ceviriniz) İL a kl BAZ la. a ünililini ai j

Bu sayıdan diğer sayfalar: