10 Mart 1939 Tarihli Son Posta Gazetesi Sayfa 8

Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

—T F —- D Çw LA TC E T SON rosrn Atatürkün huzurunda temsil Önceleri çok ciddi duruyor, tebessüm dahi etmiyorlardı. “Eyvah beğendire- “medik,, diye üzülüyordum. Nihayet yavaş yavaş tebessüm etmege, sonra kahkahalarla gülmeğe başladılar |© " ,;V — 35 — . Şimdi size hayatımın en heyecanlı ve &n mes'ud hâdisesini hikâye edeceğim. Ebedi Şef Atatürkün huzurunda bir temsil vermek saadetini elde etmiştim. Bu hatıra bütün hayatımı dolduran ha- *tıraların, heyecanların, sevinçlerin — to- puna bedeldir. Bilhassa dünyanın en bü- yük adamının iltifatlarına mazhar olu- şum, her hatır!layışta bana ölçüsüz bir gürür vermektedir. Atatürkün huzurundâ nasıl oynadiği- mı tütün tafsilâtile anlatayım. Aradan çok seneler geçmiş olmasına rağman en kücük teferrüatına kadar aklımdadır, O yaz haftanın bir gecesi Sarıyerde A- fle bahçesinde temsil veriyordüm. Sarı- yer Aile bahçesi Necmeddin Mollanm yalısına yakındır. Ârada yalnız bir gazoz fabrikası var. İşte Atatürk bu yalıyı şereflendirmiş- ler ve bahçe kapısında çalan mızıkamızı görerek alâkadar olmuşlar, kendilerine gece benim oynıyacağım söylenmiş, Daha evvel sabık (Londra sefirimiz muhterem Fethi Okyar temsillerime ge- lirlerdi. Hattâ bir akşam (Haçik ile Sür- pik) komedisini oynuyorduk. Teşrif et« tiler. O gece pek neş'em vardı. Güzel bir temsil oldu. Fethi Okyar beni taltif et- mek lütfunda bulundular. Bu münase- betle beni tanıyan değerli diplomat, Ata- - türke, hakkımda methü senada bulun- oo muşlar. O gece üstad Huüseyia Rahminin (Te- bessülmü elem) isimli eserinden İsmail Zahidin tiyatroya nakiettiği (Kırmızı Fena-) piyesini oynıyacaktık. Bu pıyestı Naşid (Dolandırıcı) rolünde benim iki rolüm vardır: Birinci perdede Aksaraylı Yorgancı İsmail, ikinci perde- de Arab Servinaz bacı rolüne çıkarım. Oyun akşamı, biraz gezeyim diye, Sari- yere değil, Büyükdereye çıktım. Dümbüllü İsmail de Bülbül oynuyor. Birkaç lâf atayım dedim. Büyükderede bir fevkalâdelik — vardı. Öteye beriye bayraklar asılmış, polisler sıralanmış, sokaklar kalabalıklaşmıştı. Sebebini sormadım. Bizım tiyatroya gel- dim. Kapırdan girarken merkez memuru Muradla karşılaştım. Heyecanlı idi: — Atatürk Necmeddin Mollanın yalı- sında misafirler! parkında ' TFa e| — Beraber bahçeys girdik. Kapıda mızı- ka çalıyordu. — Beyefendi, dedim.. Büyük misafiri rahatsız etmiyelim. Müziği içeri alalım!.. Merkez memuru: — Bilâkis, cevabını verdii,. Şefin hoşla- rıma gitti. Sana bit de müjda vereyim: Galiba seni yalıya çağıracakiar! O dakika bana dünyaları bağışlasalar bu kadar sevinmezdim, Heyecanla ayağa kalkmışım: — Ne diyorsumuz!.. Kalbimi bir çatpıntıdır almıştı. Ayni zamanda derin de bir düşünce. ne yapabilirdim. Ne yapmalıydım ki, Bü- yük Şefi memnun edebileyim? Ertesi gün Beykozda (Ceza Mahkemesi) ni oynıya- cağımız için gardrobda fazla olarak bu oyunun elbiseleri bulunuyordu. Atatürk emrettikleri —takdirde arkadaşları top- lıyacak, bu komediyi temsil edecek - tim, Bu kararla hazırlığa başladım. Va- kit gelmiş, bahçe tıklım tıklım dolmuştu. Kantolar başladı; varyete bitti. Oyuna hazırlandık. İlk perdeyi açıyorduk, Nec- meddin Mollanın mahdumu merhum Sabri Bey geldi, telâşla: — Kısa kesin çağıracaklar! Dedi. — Oyuna yeni başlıyoruz, yalnız başı- ma ben ne yaparım! Diye sordum: — Ne yaparsan yap! Yalnız elini çabuk tut, diyerek çekildi, gitti. pertğ Birinci perdeyi süratle tamamladık. Aklım fikrim oyunda değil, biraz ilerde- ki yalıda idi. (Devnmı 14 üncü ıayfada) Çok güzel Ağaç ve Orman Antolojis bır eser: YAZAN: HALİD FAHRİ OZANSOY Ekserisi birbirine benziyen, birini oku- yunca bir başkasını hatırlatan neşriyat içinde her zaman en güzeli, en iyiyi ve faydalıyı tayin etmek güçleşiyor. Bu, il- mi sahada olduğu kadar estetik sahada da az çok böyledir. Bunun içindir ki, sağ- lam bilgiyi sahte bilgiden, sahte san'atı öz san'attan ayırmak ve bilhassa hakiki yeni ile üstüne yeni damgası vurulmuş eskinin tekrarinı bütün çıplaklığı ile meydana çıkarmak, münekkidin yorucu ve çetin olduğu kadar esaslı vazifesidir. İşte bu cepheden düşünerek, sön neşredi- len kitablar içinde M. Ali Gökberk'in «Ağaç ve Orman Ântolojisi» ismindeki e- serini, bu neviden bizde hemen başka nü- münesini hatırlamadığım çok kıymetli bir antoloji olarak okuyucularıma tak- dim edebilirim. Ağaç ve orman sevgisi.. bu duygu, bü- tün tarihinde kahramanlığı kadar natür ve toprak aşkmı da beraber sürüklemiş olan yüce bir milletin başlıca vasıfların- dandır. Tabiati sevmiyen Türk, tebiatin ağacına, ormanma, denizine hayranlık duymıyan Türk, ırkının en karakteristik vasfını unutmuş bir yarım vatandaş de- mektir. Halbuki, köylüden — münevvere kadar bütün halk tabakalarını konuştu- run, muhakkak ki içlerinde hiç değilse bir çiçeğe, bir ota, bir ağaca sevgisini coşkunlukla anlatacak milyonlarca — in- sanla karşılaşabilirsiniz. Bu da, Türkün yeşil ve bakımlı tabiate karşı sonsuz sev- gisini gösterir ve eski rejim'lere muhte- lif haklı isyanları arasında muhakkak ki tabiatin ve bilhassa ağaçla ormanın ih- mal edilişine karşı da çok acı intıbaları gizlidir. Bu sebebden şuur"suz bir balta- nin yıktığı bir ağaç karşısında inliyen gönüller ve yaşaran gözler, yeni orman kanunumuzdan evvel bizim diyarımızda her diyardan fazla idi. İşte M. Ali Gök- berk'in «Ağaç ve Orman Antolojisi», mil- letimize has olan bu derit toprak ve ta- biat aşkmı terennüm eden manzum ve mensuür parçaları çok ince bir zevkle bir yere topladığı için her cihetçe alkışa lâ- yıktır. Kendi hesabıma bu küçük, fakat değerli eseri bunun için çok sevdim, çok beğend*lm ve bu küçük tenkid yazımla bunun müjdecisi, habercisi olmağı da bu şevk ve düşünce ile kendıme vazife bil- dim, * Kitab, mukaddemeyi takib eden man- zum parçalarla başlıyor ve bunun arka- sından, Abdülhak Hâmidin Çamlıca kü« rusundan bahseden mensuresi ile nesir- ler geliyor. Antolojiyi tertib eden kıy- metli zekânın açık ve açıklığı nisbetinde maksadı bütün yüksekliği ile tebarüz et- tiren mukaddemesinde henüz tanınma- mış birkaç genç müelliften bahsettiğini de görüyor ve bunlardan birkaç nümu- neyi eserine aldığını öğreniyoruz. Haki- katen Suzi Can Güder, doktor Şevket Raşid Hatiboğlu ve Kerim Kund imzala- rı altında okunan şiirler. edebiyatta bir ilk imza için ümid ve vaatle dolu kıymet« tedirler, Mukaddemeden sonra ilk gelen kıt'a, Ahmed Haşimin şu meşhur mısralarıdır? Su değil, mevsimin havası akan Duyduğun yaprağın, dalın sesidir. Suda yıldızların parıltısıdır Bu karanlıkta bazı bazı çakan. Burada yalnız şunu kaydetmek isterim ki, Haşimin bu kıt'asındak! son mısrada görülen «bazı bazı»r kelimeleri, şairin vaktile yazdığı şekle uygun değildir. Asıl doğru (yani Haşimin yazmış olduğu) ke« limeler, «gâh gâh» şeklindedir. Bu suret- le eski edebiyat kitablarımızın «taklidi ahenk» dedikleri bir nevi san'at ta var- dır. Antolojinin, tam bir gaye ile, muay« ven bir fikir etrafında uğraşarak bu par- çaları bir yere toplıyan muharrir: ise, bü« nuü «bazı bazı» şekline sokarak değiştir « miş. Bilmem buna ne derece hakkı var- dır? «Bazı bazı» nın öz türkçe bir güzel- lik olduğunu itiraf etrmekle beraber, es« ki metinler ve hatıratar üstünde oynan- masını doğru bulmadığımı söylersem bir hakikati ifade etmiş olurum. Bu şiirler arasında Cenab Şehabeddinin — eİhtiyar çınar» manzumesine de rastlıyoruz. Bir zamanlar haşmoâı hep meydanı Öre ten bu çınan Şimdi mazideki daratını hasretle aran (Devamı 10 uncu sayfada) n | nsanlıktan öç almak hususunda ki azmine, hamamcının kızını| vasıta etmek kararını vermişti. Soğuk kanlılıkla, adetâ bir program çizmişti. Ocak söndürecek, — gençleri, yaşlılları felâkete sürükliyecek, kadınlarını baş- tan çıkaracak, zenginleri soyacak, ev- lerini barklarını sattıracak, manen ve maddeten harab ve perişan ettikten -sonra süründürecekti. Buna yemin et- mişti. Ve koskoca zaptiye nazırını yı- kıp devirince, kendisinin bütün bu şey leri başaracak kudrette bulunduğduna kat? kanaat getirmişti. Rafia hanımla kocasını karşı karşıya getirip de, her ikisini de kepaze ettiği o mahud gecenin ferdasında, başına herhangi bir felâketin gelmesinden te- hâşi ederek, Benlinin evini terketmiş, satın aldığı şimdiki eve, yanında sade Hürmüz ve Beberuhi ile gelmiş, yer - leşmişti. Bir müddet burada münzevi otur - muştu. San'atini icradan vazgeçmiş gi- bi idi. Halbuki asıl maksadı kendini u- nutturmak, hatırasını zihinlerden sil - mek ve bilâhare, Hürmüz de yetişince, uzun uzadıya düşünüp taşınarak tes « bit eylediği şevytancasına programa gö- | Te ve daha büyük bir hızla yeniden işe başlamaktı. Kızı, limonlukta nadide bir fidan ye- tiştirir gibi yetiştirmişti. Ona karşı onun tabil güzelliğile cazibesini artı - racak hususiyetlerden, meziyetlerden hiç birini esirgemiyerek, her türlü fe- dakârlıklarda bulunmuştu. Hürmüz o- kuvup yazıyor, iyi denecek derecede kanun çalıyor, giyinip kuşanmasını, bir mecliste sözünü sohbetini idare etmesi- ni biliyordu. Rânâ onu herkese çıkarmıyor, gös - termiyor, hasılı harcamaktan çekini - yordu. Elinde tuttuğu bu son kozu an- cak ve ancak mühim oyunlarda, hırsı- nı, kinini tatmin edecek partilerde ça - kacaktı. Son Posta'nın Romanı :70 Ah ne baygın bakışın var, di. Gençti, zengin - di. Vakıa hercai bir meşrebi olmakla meşhurdu — amma, karşısındaki — Rânâ da en kurnaz tilkiyi tuzağa — düşürecek kadar mahirdi. Beberuhi, dışarı - da, çile doldurduğu ufacık odada, Rânâ- nın kıza seslendiği- ni işitince kıs kıs gülmüş ve: Ü — Dergâha gene kurban düştü. Bi - rinin daha başı nâre yanıyor.. diye söy - lenmişti. Cünkü o da bili « yordu. Hanımısı a- çıkça ifade etme « mişti amma, zeki kambur Hürmüzün bu evde nelere âlet edildiğini görmüş, bellemişti. O güne kadar bu güzel kıza tutulanların sayısı bir kaç taneyi bu - luyordu, Kimi, yanıp tutuşmasına rağ- men, henüz elini eline sürememiş, ki- mi bir defacık naili vuslât olduktan sonra istiskale uğramış fakat bundan müteessir olmıyarak büsbütün üzerine düşmüş, hasılı her biri bir türlü ökse - ye yakalanmış ve kopamıyorlardı. Bil- mem hangi kibar evlâdı, tahayyül ey - lediği saadete erişebilmek için, karısı olan bilmem ne paşanın kızını talâkı se lâse ile boşamış, bir başkası da, Hür - müzün arzu ettiği bir akarsu gerdan - İşte Memduh bunlardan biri olabilir- lığı almak için babadan kalma konağı- nı rehine koymuştu. Bu vak'aların her biri Rânâyı sen derece memnun edi - yordu. Beberuhi, o genç damadın: — Hürmüzcüğümün hatırı olsun di- ye bu sabah, vallah, billâh karımı bo- şadım! Dediği günkü manzarayı hâlâ hatır - lıyordu. Rânâ doğruca kendi odasına koşmuş, sedirin Üzerine uzanmış, gev- rek gevrek kahkahalar — atmış, sonra kalkmış aynanın önüne geçip, şıkır da şıkır oynamıştı. Ve tesadüfen bunlara şahid olan Beberuhi de gene o gün ya- rım altın bahşiş, bir kat ta elbisa ha - diye almıştı, Ve bilâhare, damad bey de, haka - retle kovulmuştu. Beberuhi — Vay canına!. di- yordu. Bu Rânâ ka - rı, yok mu? Şeddad ile düşmüş kalkmış olsaydı, onu bile mat ederdi. Kosko - ca Cafer paşa gür - ledi gitti! Zıllüllâhı filarz bile kendisini azledemiyorken, şu hatun herifi — yere vurdu. Hem de ne türlü? Can evinden yedi habis hançe - ri. Rânâya — da hiç bir şey yapamadı - lar; tuhafı — burası! Vakıâ, karı da kork- tu. Ödü patladı, Yıl- larca aldı.. — verdi. 'Her hafta — pabucu büyüğe taşındı. A - daklar adadı; kurbanlar kesti. Önünde, sonunda, babasının adını dahi — soran olmadı. Sen ona bak! Karı yaman, ves- selâmi. İçeride, Memduh hâlâ mütereddid - di. Açılacak.. bir türlü açılamıyordu. RânA da kendisini göz hapsine almıştı. Onun, Hürmüze en ufak — bakışlarını kaçırmadan takib ediyordu. Delikanlı, bir yaendan genç kızın ta- | vırlarını tetkik ediyor, bir yandan da zihninden bir takım mülâhazalar ge - çiriyor, hükümler yürütüyordu. Niha- yet dayanamadı, kalktı, kapıya doğru gitti. Bir göz işaretila, Rânâyı davet e- derek dışarıya çıktı. Sofada, ciddiyetini takınan Rânâ sor« du: — Elinizi mi yıkamak istiyordunuz? Musluk şu tarafta.. Memduh sinirli sinirli cevab verdi:; — Ne musluğu Allahını seversen?l Sana musluk sordum mu ben? — Ya, nedir emriniz? — Şey., bu kızcağız.. bu gece kala « bilirim, değil mi? — Kalmasına, her vakit kalabilirsi niz. Burası kendi eviniz. Lâkin Hür « müzü aklınızdan çıkarın. — Neden? : — Söyledim a, sebebini! sermayem değil; evlâdım. — Ne münasebet? Nereden evlâdın oluyormuş? — Rahmetli kocamdan. Siz onu şima diye kadar görmediniz de, bilmiyor « sunuz, Ben hep onu kendi muhitimden uzakta bulundurdum. — E, şimdi? — Şimdi de o beni kapalı bir kadın bilir. Evime gelenler de babasının, alle« sinin dostlarıdır. Zaten ben bu eve taşı nalı, hemen hemen hiç kimseyi kabul etmiyorum. Görüyorsunuz: Kızlarım, sermayelerim de yoktur. Bazı pek ha « tırlı ahbablarım gelir de eğlenti istere lerse, kadınları dışarıdan davet ede « rim, Onların hepsi de kocalı, belli in « sanlardır. Hürmüzcüğüm hiç bir şeyi hissetmez. Zatından pek — masumdumn yavrucak. Dikkat ettiniz ya haline, tan vırlarına? Onu, kimsecikler, on dör « dünü bitirmiş de on beşine basmış der mez, — O halde.. bize burada bugün ek « mek yok, demek olüyor. — Bu istediğiniz ekmekten yok. — Vah, vah.. esef ettim! — Ne yapayım Memduh beyciğim! Elimden ne gelir? — Peki. Gidelim öyle isel, — Oturün, dinlenin.. tepsi kurdura « yım, dem alın, Çocuk size kanun çal « gın. O benim (Arkası var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: