110 SERVETİFÜNUN Na, 2133—448 ““SOLMUŞ ÇİÇEKLER... Mütekait miralay Suphi Kemal Bey, balko- nun kapısını açarak çamların altından kahkaha- ları yükselen gençlere seslendi : — Çocuklar, Hâmid hâlâ gelmedi mi?.. Geniş hasir koltuklardan birine yaslatımış, nişanlısının anlattığı gülünç bir vak'ayı dinli- yen Zulâi, derhal doğrularak cevap verdi: — Hayır amca!.. Bizde onu merak ediyoruz... Bu sırada Bay Suphi Kemalin küçük kızı Melike, elini uzatarak haykırdı: — İşte, iştel.. Ağabeyim geliyor... Bütün başlar Melikenin gösterdiği tarafa dön- dü. Leylâkların gölgelediği kumlu yoldan Hâmid gülerek geliyordu. — Bu zamana kadar nerede kaldın Hâmid?.. Herkesi bekletti!.. Babasının bu sualine delikanlı iki kelimeyle cevap verdi: — Necdeti gördüm... «Necdet? ismi telâffuz olunur olunmaz, gayri ihtiyari bütün nazarlar birbirinde dolaştı; sonra, bu haberi lâkaydane karşılamış olan Zulâlin üze- rinde toplandı. Zulâlin nişanlısı Cemil : — Kimdir bu Bay Necdet?.. diye sordu. Ben kendisini tanımıyorum... Melike herkesten evvel: — Büyük halamın oğlu!. dedi. Mülkiye doktoru!.. Sonra Hâmide dönerek çıkıştı: — Ne tuhafsın ağabey!.. Neye onu gördün de beraber alip getirmedin?.. — Gelecek!.. Biraz sonra gelecek !.. Yanında bir arkadaşı vardı!l.. Benimle beraber gelmesi için tabii fazla israr edemedim... — İstanbula ne zaman gelmiş?.. — İki gün evvel... Fakat, kendisini görme- yiniz... Erzurumun havası hiç yaramamış... Öyle zayıflamış ki... Muhavereyi o ane kadar sükünetle dinliyen, Zulâlin mektep arkadaşlarından Nahide ilk defa söze karıştı : — Hâmid Bey, Necdet Beye Zulâlin isim gününden bahsettiniz mi?.. — İsim günü mü?.. Ha, evet?.. Bugün mu- hakkak gel... Gece yarısına kadar eğleneceğiz... Hem gelmezsen Zulâl darılır, dedim... Nahide Zulâle mağnidar bir yan gözle bakarak; — Gelmezse darılırsın değil mi?.. diye fi- sıldadı. h A Zulâl bu sözü işitmemiş gibi cevap vermedi, başını çevirerek Marmaranın üzerinden kızıl inikâslarla gurup eden güneşi seyre daldı, Suphi Kemal Bey, balkonun kapısını kapı- yarak içeri çekildikten sora, hâlâ ayakta duran Hâmid, bir koltuğa oturmuştu. Şimdi Cemil, yarıda bıraktığı hikâyesine devam ediyor, diğer- leri onu gülüşerek dinliyorlardı. Bir aralık bahis değişti. Mevzu döne dolaşa Cemilin çalıştığı şirketin işlerine geldi. Bu fır- sattan istifade Nahide Zulâle dönerek: — Haydi, dedi, seninle biraz dolaşalim|!.. Ve iki genç kız, kolkola girerek, yalının deniz kısmındaki ağaçlıklı yoldan ilerilemeğe başladılar. Menekşe güllerinin ve yaseminlerin birbirine çatıştığı kameriye gibi bir yere gelince Nahide, hafif bir tebessümle Zulâle sordu: — Necdetin geldiğine sevindin mi?... Genç kız, durarak ciddi bir ifade ile arka- daşının yüzüne baktı ; — Ne demek istiyorsun !.. — Demek istediğim şu ki, ben bu gelişe hiç memnun olmadım... Zulâl, sualini tekrar etti: — Ne demek istiyorsun?. Açıkça söyle!.. — Cicim, bu sözün açığı kapalısı yok... Necdetin gelişi senin saadetini haleldar etmez mi ? — Nahide, rica ederim bu münasibetsiz lâ- kırdıları bırak... Bilirsin ki, bu bahis beni si- nirlendirir... — Sinirlendiğini biliyorum, fakat bunu sana sormaktan da kefidimi menedemedim. Ben öyle sanıyorum ki, onun gelişi senin rahatını ihlâl edecek... — Nahide sana tekrar rica ediyorum, beni üzmek istemiyorsan sus.. Beyhude şüphelerle or- taya bir mesele çıkarma !.. Necdetin gelişi neden benim rahatımı, saadetimi ihlâl etsin!.. — Ne tuhafsın Zulâl!., Bu adam seni sev- miyor miydi?,. — Hayır!... — Hayır mı?.. Demek inkâr ediyorsun?., — İnkâr etmiyorum... Fakat, onün bu sev- gisi sizin boş bir vehiminizden ibaretti. Ben, Necdetin ne harekâtında, ne sözlerinde kendime karşı bir temayül hissetmemiştim... — Hislerini senden gizlemiş olabilir!. Za- tön onun, düşüncesini keşfetmenin imkânı ol- madığını sen de bilirsin!.. Fakat, ele geçen de-