No. 2091—406 — Küçük Hanım peşiniz sıra bir gölge gibi yü- rüyebilir miyim f O, sertçe başını döndürdü. İğretiymiş gibi duran uzun kıvırcık kirpiklerini kaldırarak yan yan baktı, Ben, gülmemek için başımı arkaya çevirdim. Yalnız: — Siz işinize gitsenize. Dediğini işitebildim, Gene hızla ilerledi.. Demek ta- nıyamamıştı. Uzun adımlarla yürüyüp önüne geçince, yakından yüzüme baktı, Ve birden küçük bir çığlık kopardı. — At. Siz miydiniz 1... — Evet... — Deminki ses de bana pek yabancı gelmedi ama, arkam sıra geleceğinizi ummadığım için aldırmadım... olda yürürken bütün bakışları üzerine çekiyor- du. Bir erkeği oyalıyabilmek için elinden geleni yapan bu körpe kadın, esmiş yontmuş takımlarına benziyor- du. Vitrinlere, muhallebici dükkânlarına öyle ışıklı bir gözlerle bakışları vardı ki.... Küçük Çiftlik parkında kıyıda bir yere oturduk. En yakınımızdaki masada birkaç kılıkaızdan birinin gözü yanımdakine ilişti, Hemen arkadaşlarını dürte- rek bir şeyler söyledi. Hepsi birden dönüp baktılar. Şivesinden lâz olduğumu anladığım açık kafalı şarışın biri bize doğru döndü. Bir tanış tavrile: — Kız... Çoktânberi neredeydün, dedi. Yanımdaki alçuha rengini almıştı. Hiç sesini çı- karmadan önüne bakıyordn. Bir başkası söze karıştı: — Hani bizüm beşlik... Açık gömlekli ona: — Prah şimdi parayi, nereye oturduğunu öğre nelim... Ben, hiç iatifimi bozmadan başımı başka yana çevirdim, Ne yapayım madem ki ödememiş, kozunu şimdi kendi pay etsin. Fakat, o hiç onlara karşılık vermedi. Höeriflerin kadehleri başlarına dikecekleri bir sırada bana bir işaret ederek kalktı ve kalabalığa karıştık. İçerimi gizli bir korku almıştı. Parktan çıkar çıkmaz bir otomobile bindik, Otomobilde fındık kurdu beni kandırmağa çalışıyor: — Terbiyesizler, beni kim bilir kime benzettiler, diyordu. Ben de, gözü fazla kurcalamadım. O günü isteksiz isteksiz dolaştık, akşama doğru o, annesine adı. Akşamüstü karşıki evde, karı kocanın kapardığı kavgayı işitiyordum. Genç adam: — Hiç küçük çocuğu olan kadın, bu zamana ka- dar sokakta kalır mıf Yavrun ağlamaktan katıldı? dediğime 0: — Ne yapalım efendim... Babasışın.. Kasbahannek bakacaksın. Ayda bir annemi görmiye de gitmiye- yim mi? Kadıncağız evde yokmuş, geç vakite kadar komşularda onun gelmesini bekledim. Diye, biribiri arkasına bir sürü yalan sıralıyordu. Ondan sonra, fındık kurdundan korkmuya başladım. Onu gördüğüm yerde görmemezlikten geldim. Meğer o, findik değil, insan kurdu olmuştu. O, küçükken çapkın sandığım delikanlıyı, elinde bir fırıldak gibi döndürüyordu. Bir aralık küçük kar deşim, ağır bir zatülröe geçirdi. Onbeş gün içinde UYANIŞ | 261. hastalık zavallıyı bir iskelet haline sokmuştu. Eski pembe ve değirmi yüzü, sararıp uzıyakalmış, elâ göz- lerinin çevresinde koyu mor bir çukurluk belirmişti. Dermansızlıktan yürümek değil, konuşmak bile iste- miyor. Arada bir açılan soluk ve çatlak dudakların- dan -su,... sdan başka göz çıkmıyordu. Uçuk beni- zinde sık sık buğulanan ter damlacıkları ve ileri doğ: ru fırlamış elmacık kemikleri ile onu göreu gözlerin yaşarmaması elde değildi. Başucundan ayrılmıyan zavallı anneciğim ikide birde saçlarını okşıyarak : — Ne oldu böyle sana benim güzel yavrum, De- dikçe, yüreğim parçalanmıştı, Gövdeme ateşli bir kan boşanıyormuş gibi oluyordu. Her gelen doktor temiz ve bol havalı bir yere taşınmamızı söyliyerek ayri- lıyordu. Uzun düşüncelerden gonra, Yakacığa gitmeyi ka- rarlaştırdık. Yazı orada geçirmek üzere birkaç ufak tefek alarak göçettik. Artık hastanın iyileşmesi için elimizden geleni yapıyorduk. Gelen doktorlar arka- daşım olduğundün soygunculuğa kalkışmıyorlardı. Onun için çocuğun halgizliğisnin önünü çabuk aldık. Yaz sonlarına doğru adamakıllı iyileşti, Yüzüne ha- fif bir kızıllık gelmiye, yanakları doldukça elmacık kemiklerinin çıkıntıları ortadan kalkmıya başladı. Okadar ince duygulu olmuştu ki, kemanile çaldığı her parçaya sanki benliğinden ayrıca ekliyordu da aslından pek güzel olmıyan notayı kat kat güzelleş- tiriyordu. Yakacığın akşamları, mor bir şeritle sari- lan çevresi derin bir sessizlik içinde gülüyor, yakın ağaçlardan kurulmuş bir zembereğin boşanması gibi ondan ağustos böcekleri güneşin karşıdan batarken verdiği - sna - işaretine aldırmıyorlardı. Gün ağrırken ülkenin pembeleşip kızaran ufuklarını görmek için enginde silkinen denizinin mahmur bakışlı kıyılan öper uzun kollarile tatlı tatlı gezişiyordu. Uzaklardan güneşin, o renk ve ışık düğümünün çözülüşile yem- yeşil yapraklarda cıvıldaşan kuşların uygun meloğlsi başlaması bir oluyordu, Yalnız yatacak hastaların değil, hatırası körlenmiş gönlü yıpranmış olanların da barınacağı bir yer... O yerlerin tertemiz havası eşsiz görünüşü ve lekesiz ufukları beni boğulmakta oldu- gum bir yas denizinden kurtardı. Bizim küçük kefe- ni yırttıktan sonra yakın köşklere kızlarile kur yap mıya bile başlamıştı. Onun ele avuca sığmıyan gö: rünüşüne baktıkça ben de, kendi o çağları hatırlı- yor. Kendi kendime - gez, eğlen küçüğüm, tâ ki ya- şayışın şu taşınmaz yükü güzel omuzlarına yükletin» clşe kadar, benden sana bol bol izin.. Fakat, bir kere o yükün altında ezilmeğe başladı mı, artık be- lini doğrultamazsın. O zaman arada sırada yaptığın bütün eğlentiler de eskisi kadar tatlı ve canlı olmaz diye, söyleniyordum. İçerimde bir bitkinlik bir yor- gunluk geziyordum. Evet, ben, çok koşmuş, ter yo- rulmuştum. Kumral komşu kızından ayhlaliberi oy- nadığım gönül oyunlarının bir listesini yazacak ol- sam okumaktan gözleriniz yorulur... Fakat, bütün bunlardan sonra, şimdi kendi kendime bir plânço çi- ziyorum. Görüyorum ki, bu işlerde hiç bir kazanç yok. Üstelik yogunluk ve bitkinlik de caba... Artık yaşımın geri kalanını da, hep otürarak geçirmeliyim ki, ölüm döşeğinde ancak kendimi dinlenmiş olarak