98 SERVETİFÜNUN No. 1847—162 Hikâye | | Delinin mabudu 1... | — 4 — Bu gece ölümün bayramı var... Karanlık semada, görünmeyen iskeletler, bortlak- ler; boğuk bir musiki, korkunç hırıltılarla raksedi- yorlar... Ellerindeki küçüklü büyüklü meş'alelerin ışığı, bazan önündeki siyah perde açılarak, azgın denize aksediyor... Genç muallim, küçük köy mektebinde, yazılarını ancak bitirebilmişti. Sahildeki zifiri yolda hızlı hızlı yürüyordu. Eski paltosunun, güve yeniklerile delik deşik yakasını kaldırmıştı. Zaif vücudünü çılgın rüz- gârdan korumağa çabalıyordu. Denizin simsiyah sathında beyaz köpükler fışır. dıyor... Dalgaların kenar kayalardaki çşarıltası kulak patlatıyordu. Suların gürültüsüne, sokak taşlarım haykırtan ayak sesleri karıştı. Fikret, birinin koşar. casına geldiğini anladı. Beyni, meş'um bir ihtimelle, uyuştu... Arık pek yakınında onun soluklarını işi- tiyordu. Her saniye, meçhul bir çift elin, boğazını sıkıyereceğini düşünüyer... Boynundan ürpermeler gegiyordu. Merak korkuyu yendi. Fikret arkasına haktı. Bu, gri elbiseli, iri yarı adam, başını çevirmeğe lüzum görmeden rüzgâr gibi yeçti. Gecenin koynunda kay- boldu. Genç muallin kendi kendine; —«Ben de amma evhamlıyım!...» diyordu. Korkuyla kararan zihni, müthiş bir kaza atlatan- ların sükün ve neş'eşile, aydınlanmıştı. Çizmelerinin yarısına kadar bataklıklara dalıyor, şemsiyesini zor- lukla zaptediyordu. Kalbi ferahlamış, ruhunda meçhul bir sevinç parlamıştı. N Fırtınaya, sağnağa, çamura metelik vermiyor... Hattâ alçak sesle, gündüz talebelerine öğrettiği marğı söylüyordu. Çatlak bir erkek sesinin çağırdığı türkü... Küçük, titrek hir kizım ; —« Donuyom!.. Üşüyom!.. » feryadı; Fikrete karanlıkta karanlık kulübeler olduğunu an» latıyor... Bu fakir, bu sefalet genç muallimin yüre- ğini sızlatıyordu. Neş'esi kaçtı. Bezgin, yoluna devam etti, Epey uzakta, büyükçe bir tahta bina göründü. Kapısındaki fenerde, fersiz bir lâmba yanıyordu, Kulübelerin watemine alışan gözlere, bu ölü ışık, dinç, parlak güneş gibi giğründü. Fikret müteessir söylendi: Yazan ; İlhan Mitat —« Bu ziyalar bana nazaran, siyah toprak kümeleri!.. » Bir kaç dakika sonra, yanmış odun kokan, ılık taşlıkta idi, Paltoşunu trabzana astı, Ellerini sobada ıtırken, altmışlık hancıya; —Deondum... Dondum Mehmet Ağa!.. diyordu. İhtiyar köylü; Kabak kafalı, köse, yanaklari al al, hoş bir adamdı. On beş yaşında, zengin olmak hülyasile, İstanbula gitmiş... Kırkbeşine kadar hamallık, kapıcılık, san- daleılıktan garsonluğa, aşçılığa kadar her işi yapmış, lâkin pek az bir para toplayabilmişti. Çok zekidi. Fıldır fıldır dönen gözleri bunun canlı şahitleri. Bakmıştı;ki İstanbulda kesesini doldurması imkân- sız... Beş on parasını da harcamadan köyüne dönmüş; bu hanı işletmiye başlamıştı. Türkçeyi İstanhul şive- sile konuşuyordu. Oğlu gibi sevdiği Fikrete şefkatle covap verdi: Hiç bu kadar geç kelmamıştınız... Sizi çok merak ettim muallim bey... Sözünü tamamlamamıştı ki; Hancı... Hancı!... diye çagırıldığını işitti. Onunla beraber Fikret te başını gevirdi. Kalbi hopladı. Yolda kendine korku bubranları geçirten gri elbiseli adam karşısındaydı. Ağzında, kütlü, iri dişlerini gosteren iğrenç bir tebessüm vardı. Bodur ibtiyar, göbeğinin peşinden muallimin ya- nına döndü. Hiddetlice söylendi : — Surahisine âu doldurmamı istiyormuş... Rakı içiyor... Bulut gibi sarhoş... Yumuşak bir sesle ilâve etti: —Sahi!.. kendisini tanımayorsunuz... Dün öğleye doğru geldi. Karşınızdaki iç içe iki odayı kiraladı. Genç adamın beynine binlerce çivi saplanıyordu sanki. Odasına gitmeği hiç istemiyordu. Saat yarıma kadar hencıyla çene çaldı. Eğer Mehmet ağa: Tün aydın beyim, demeseydi, daha yatmıya- caktı. Taşlıktn kendi kendine bir müddet düşündü. Sonra odaaıma çıktı. Kilidi iki kere çevirdi. Sebebini bilmeksizin eşya sandığını, gürültüsüzce, kepının önüne çekti, İçi biraz rahatlamıştı. Küçüklüğünden beri karanlıkta yatmağa alışıktı. Bu gece hernedenâe lâmbasını söndürmeğe cesaret edemedi. Tabancasını yastığının altına koymadan yatağına giremedi. Oda çok soğuk değildi. Fakat battaniyelere sarıl- dığı halde ürpermeler içindeydi.