558 MEAN, la Gök; korkunç bir menbadan fışkırmış geniş bir nehir mecrasına benziyordu. Sulanarak ya- yılmış mürekkep damlaları gibi iri, esmer, biçimsiz bulutlar yakın bir irtifada en korkunç bir hızla görünüyorlar, dibi delinmiş bir su tankı gibi coşkun şarıltılarla akıp gidiyorlardı... Bu yeknesak hava; ara sıra coşar gibi olu- yordu; sis arasında kaybolan bir tepeyi bir du- manlı hayal gibi aydınlatan havai bir kılınç parıltısı görünüyor, arkasından müthiş bir tar- raka patlıyor, derin hırıltılar kasabanın damla- rına çarparak dağılıyorlardı. Sonra tekrar eski? muttarit, boğucu karanlık başlıyor, iri, esmer bulutlar katar katar görünüyorlar, dibi delinmiş bir su tankı gibi şarıl şarıl akıp gidiyorlardı. Yağmur bir kızğın güneşi müteakip başlamış ve ancak snatler geçtikten sonra nasıl bir afet olduğu anlaşılmıştı. Sisten görülmiyen aşağı vadi; çoktan bir bataklık halini almıştı. Orman tarafından ıslak, küf kokan bir hava geliyordu, uzakta kirli bir gölge gibi uzayan islak mısır “NO, 1720 —39 g tarlalarının akibetinden endişe ediliyordu. Yağmur başlıyalı üç gün olmuştu. Civar köylerden hiç haber yoktu. Kasıba halkı gündüzü düşünceli geçiriyor, geceleri gözünü yumma- dan sabahı bekliyordu. Gece su seslerine, acı Çakal sesleri de karışıyordu. Dördüncü günü kasabanın çarşısı açılmadı. Öğleye doğru evinden çıkabilen bir iki dükkân- cı; çöken dükkânlarının önünde dehşetle çivile- nip kaldılar. Aynı akşamdı. Üç gündür haber alınamıyan civar köylerden üçünün akibeti de anlaşılmıştı. Bellerine kadar çamura batmış elli kişilik bir kafile ancak güç belâ kasabaya inebilmişlerdi. On beşinin ağızlarını biçak açmiyor, onu ayak- larını sürüklüyor, ihtiyar bir kadın imütemndi- yen «Muradım!. Muradım!.» diye hiçkıriyor; yumruklarını ısırıyordu. Ağızları açılmıyanların köyleri gece yarısı kulakları çatlatan bir gümbürtü ile sallanarak vadiye doğru uçup gitmiş, dizleri tutulanlar bir gün bir gece stı içinde kalmışlar; ihtiyar kadının oğlu ile kocasını sel kapıp git- mişti! «Muradım» dediği oğlu mu kocası mı kimse bilmiyordu. Altıncı gündü; dehşete uğramış birkaç köylü daha kasabaya iltica edebildiler ve anlattılar ki yukarı vadideki ulu çay; demir köprü hizasına çıkmıştır. Bu çay taşarsa kasabanın su altında ezileceği muhakkattır. Fakat başlar hâlâ ümitle kalkıyor, suyun kasabayı çeviren kayaları aşa- mıyacağı söyleniyordu. Toprak damlar; birer birer çökmiye başlamışlardı. Ahırlarında aç kalan hayvanların feryatlarını su şarıltıları yutuyordu. Yağmur dinmiyor, iri bulutlar aynı can yakıcı hızla akıp gidiyorlardı. Dağa çıkmak istiyen birkaç aile bataklığa saplanıp kalmışlardı. Gözler daima yukarı çaya giden yolun başındaki «Olos» dağı ile başbaşa veren mor, sivri, dehhaş kaya- lara bakıyor, bir avuç suyun bunları delemiye- ceğinde ittifak ediyordu. Sekizinci gündü; gün henüz ağarmıştı. Kasabalı derin bir homurtu ile sarardılar. Yer zelzeleye uğramış gibi titriyordu. Fakat kasabalı; ne yıkılan baca,ne çöken kapı ile meşgul oluyor,- sadece yukarı kayalara bağlanmıs görünüyordu. İlk çığlık yola en yakın evlerden koptu. Kaya- ların en büyüğü barıtla atılmış gibi bir tarafa devrilmiş, sonra bir yün parçası gibi aşağı vadiye yuvarlanıp gitmişti. Dehşetle büyüyen gözler hâlâ aynı noktaya bakıyordu. Orada esmer,