26 Temmuz 1946 Tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 15

26 Temmuz 1946 tarihli Büyük Doğu Dergisi Sayfa 15
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

DEMEKTİR Anadolu Mektupları — Altıncı mektup — UNDAN yirmi beş sene evvel, Karadenizin karanlık-bir gecesi... Kulaklara gaipten uğultular geliyor... İki karış ötesini görmek kabil değil... Kesif bir sis tabakası etrafı kaplamış... «Tirimüjgân» gemisi karanlığı yarmayâ çalışarak geldi, geldi, düdük çaldı, olduğu yerde yarım bir devir yaptı, birdenbire kumlara sürtünüp kaldı. Çark döndü, makine işledi, nâfile; koca gemi yaralı vahşi bir hayvan gibi ağır ağır yana yattı. Sükünet avdet etti. Sis açılmağa başlamıştır, sabah olmak üzere... Burası, Kızılırmağın, yurt bucak- larını suladıktan sonra, öfkeyle Kara- denize döküldüğü noktadır. Bir kaç sene evvel güneş doğu- şunu sahilde seyrettiğim bir Mayıs sabahı Tirimüjgân'ın teknesi kıyıdan en az yarım mil açıkta görünüyordu. Bu yakınlarda ise enkazı sökülerek karadan arabalarla taşınmıştır. Kızıl- ırmak vahşi ihtirasiyle suları yuvar- lamakta devam ediyor... balik Küş ve (Tahta üzerine oyma R <'D.) İki kilometrelik sahayı ayaklarımız kumlara gömülerek yürüdük. Fenerci, Recep ağa bizi mütebessimane karşı- ladı. Üzerinde tabiatın en büyük kuv- vetlerinden biri, denizle arkadaş ol- manım verdiği müstehzi bir gurur var. Sakalının ağarmış her telinde tecrü- benin emüiyeli saklı... Bize taze süt ikram edemediği için müteessir oldu. Neclâ MARAŞ İki ay evvel bir akşam üzeri ağzı burnu kan içinde kocaman bir köpe- ğin mandıradan çıktığı görülmüş ve derhal civar köylerden bir adam ge tirtilerek bütün hayvanlar «parpulatıl- mıştır.» Hem bu kadar fedakârlık edip yine de hayvanların kudurmasına, Recep ağa ailesi, «bu bize Allahın bir gazabıdır» demekten başka bir şey yapamıyor. Sonra yine bir akşam, otuz kırk inek ve manda, sözleşmiş gibi, ağızla- rından köpükler, gözlerinden ateşler saçarak eve hücum ettiler. Recep ağa bu yaşına kadar böyle dehşet verici bir manzaraile karşılaşmadığını itiraf ediyor. Oğulları ile beraber mavzer- leri omuzladı. Hayvanlar, dağ gibi hayvanlar böğürerek birer birer dev- rildiler... <Parpu> yara bulunan yerin etra- fını hamurla kapatıp ortayı ateşle yakma tedavisidir ki, iyi neticesi an- cak (şarbon) gibi bir kaç gün mevzii kalan mıkroplarda görülmüştür. Köylü (kinin) den başka bir doktor ilâcı al- maktan korkar. Her kadının en az beş altı çocuğu “var ve bu kadın en az on defa do- ğum yapmıştır. Yüzlerce çocuk, var- lıkları" hiç bir resmi vesika ile tespit olunmadan gidiyor. Köylüyü doktora alıştırmak lâzım... Para yapmak maksadiyle Anado- luya giden doktorlar, halka iğne ile su (enjekte) edecekleri zamandan bir kıs- mını köyleri dolaşmağa verseler veya mecbur edilseler, nüfusun yüzde yirmi beşini kazanmış olacağız. Kızılırmağın tam denize karıştığı noktada saman örtülü balıkçı çadır- ları seçiliyor. Kızıl sular Karadenizin bağrına doğru saldırmakta... Kuvvetli bir cereyan denizi metrelerce geriye itiyor. Çadırlara (yaklaştığımız “zaman yüzleri parlak ve ümit dolu balıkcılar oltaları tamirle meşğuldüler. Reisleri izahat verdi: «Burada dünyanın en meşhur morinası avlanıyor. .Ve dün- yanın en meşhur havyarı elde edili- or. Bu mevsim onün yumurtlama zamanıdır. Yumurta için sığınak arar ve ırmak ağzına girer, biz buraya Yet karşıdan karşıya tel geriyoruz. Üze- rinde her metrede bir çengel asılı... Morina sürüleri ırmaga geçmek iste- dikleri zaman bu çengellere takılırlar.» Akşam basmak üzere... Suların birbirini kucaklayışından hasıl olan uğultu, etrafa evhamlı bir sükünet dâ- ğıtarak dindi. Karşı sahildeki kara ağaçlar gölğelerini uzattılar. Kalından başlıyan bir boru sesi en ince ferya- dını da havaya serperek söndü, Ba- lıkçılar yerlerinden fırladılar, Üzerlerinde denizin verdiği sükü- net, emniyet, hareket ve canlılıkla sahile yürüdüler: İnce uzun kayıklar sulara sürüldü. İçlerine sıçradılar. Aralarında yer yer tüten meş'aleler sularda dalgalanırken kürekler işledi ve oynak nağmeler sahile aksetti. Hoy deniz, Karadeniz, Hoy deniz, Karadeniz! Akşam kıyıda taze morina ızga- rası yedik. Mehtap çıkmağa başlamıştı. Arabalar hareket etti. Biz yayan ve . yine ayaklarımız kumlara gömülerek çadırlardan ayrıldık. Arkamızdan derin ve muhteris balıkçı türküleri bizi uzun uzun takip etti. Gemi geliyor gemi Dona burnundanberi Ben yarimi görmedim Fındık ayındanberi... i Sahilde fener, parlak gözünü kır- pıyordu. Nesir: Ebedi meçhul Yıldızlarını dökecekmiş gibi ürperen gökte, bu ışık damlaları ne kadar küçük görünür; çünkü onlara hesapsız fersah- larca uzağız. Seni de böyle uzaktan seyrettikleri için küçük görenlerin eline hangi dürbü- nü vermeli, bilmem ki, devletlim? A Düşünceler, bu ömür kervansarayına kafile kafile konup geçer. Senden haber vermiyen her haberin asılsız, her fikrin boş ve yavan olduğunu bu kervansara- yın konuklarına ne ile anlatalım, bilmem ki, güzelim ? bostan, #v, mücevher, hattâ bir kırık testi, bir maşa, babadan evlâda geçebilir. Fakat insan aklının koyduğu nizamların hiç biri, hiç kimseye, ecdadı- nım: ruhundan miras düşüremez. Ezelde seni tanımak nasibini hak etmemiş taal- lükatımıza bu bahşişten nasıl bir hisse ayıralım, güzelim ? Tasasızsin; yalnız sevda gamı çeker- sin. İtibarı, sivrilmeği, hele gösterişi hiç sevmezsin. Seni gizlendiğin köşeciğinde bulüp tanımak güç, hen pek güç... Yok- sa bu ebedi mechulü tânımak için deli gibi aşık, âşık gibi deli mi olmak lâzım, bilmem ki, devletlim ? Samiha AYVERDİ 15

Bu sayıdan diğer sayfalar: