Kasap Çırağı, Filozof ve Sanatkâr AŞAP çırağının 4 kat obunu bilmez. Her dünya görüşü- nün özü gibi, buda o kadar sade, cev- herini kelimelere değil, ancak bir edaya teslim eden öyle kaypak bir anlayıştır ki bir duygu ve bir düşünce olmadan önce hiç bir ruh kategorisine girmeyen hür bir iç kımıldanışıdır. Sanat'kâr onu duygu, filozof onu düşünce ha- linde yakalamak için bütün ömrünü verir. i Bir iki Türk ve binlerce Avru- pa muharririnin, filozof olmasalar bile, her ân duydukları metafizik humma, kelimelerle ve çeşitli ifade vasıtalariyle ifade edilmekten kaçan u sade ve uçarı manâyı, manâların manâsını tutup izah kalıpları ve telkin büyüleri halinde başkalarına anlatabilmek ve sezdirebilmek için duydukları zaptolunmaz 'istektir. Avrupa Mmuharrirleri arasında bir Huxley” e rastlarsınız ki hem romancı, hem felsefi eserler sahibi, bir Gabri- el Marcel'e rastlarsınız ki hem bir tiyatro muharriri, hem bir metafi- zikçi, bir Piğrre Emmanuel'e rast- larsınız ki hem bir şair, hem de bir felsefe tenkitcisidir. Binlercesi ara- sından rastgele aldığım bu üç misal, artık budünyada, varlık probleminin önümüze boşalttığı meseleleri dü- : şünmekten kaçan bir sanat'kâr ve bir muharrir kalmamaya başladığını göstermek içindir. Bizde bir iki sanatkârın ve muharririn felsefi tavrı, ancak pro- fesyonel filozof'un inhisarı altında sanılan acaip bir fantazya, bir külli “mefhumlar oyunbazlığı gibi görülü- yor. Çünkü bizden önceki nesillerin zekâsına bu mes'eleler bir saniye bile uğramamışlardı ve onların var- lığı anlayışları, bir kasap çırağının içindeki bulanıks sezgiden yukarı çıkmamış değilse bile, bir heyecan veya düşünce muhtevası haline vâ- ramamıştı. Onlardan her hangi birine her hangi bir Avrupa fikir sistemi- nin el kitaplarına düşmüş ustalıklı formüllerini kabul ettirmek ne kadar kolaydı. Bilhassa bunların arasında moda olanlarına çarçabuk hayran oluverirlerdi. Zaman zaman mistik, materyalist, pozitivist, vitalist veya neo-spiritüalist görünmeleri,fakat ne “sırrı da olduklarını kendilerinin başkaların- dan daha bilmeleri bündandı. Hiçbir yazılarında hiçbir meseleyi külli perspektifi içinde kavradık- larının görülmemesi de bundandı. Onlar bir edebiyat meselesini sade- ce bir edebiyat meselesi, bir politika meselesini sadece bir politika mese- lesi gibi anlıyorlar, bunların bağlı oldukları dâva merkezlerinden ha- bersiz yaşiyorlardı. Sağ olsunlar, hâlâ da öyledirler. j Fransızca veya İngilizce, Alman- ca veya İtalyanca bir edebiyat tarihi açsalar göreceklerdir ki, her edebi- yat hareketi, bir devrin felsefi davranışında kendinden evvelkine karşı duyduğu red ve inkâr kudreti- nin yeni bir sistem halinde inşasını gerçekleştiren büyük - tarih ânına rastlar. Bu bir tesadüf değildir, çünkü tekrarlanmaktadır. Bu, insan zekâsinın - felsefe, ilim ve sanat - her tecellisi arasındaki prensip be- raberliğinin- tarihi bir hemzamanlık örünüşüdü Bun- ların topuna birden kültür İleiriz ve bu kelime onların - işbölümü za- ruretlerine rağmen - birbirlerinden ayrılmaz olüşlarının sırrını taşımak- tadır. Filozofu sanat'kâra ve sanat'- kârı filozofa yaklaştıran ve asırların seviyesi yükseldikçe artan cazibenin budur. Beni bu satırları yazmağa iten hâdise, geçen haftalardan birinde ve bir dergide, felsefe edalı bir iki yazıma karşı çırpıştırılmış, alay çeşnisinde sırıtkan birkaç satırdır. Muharrir bir yandan bende bir filo- zof, bir yandan da bir culümu hafiye» şarlatanı temayülleri sezmiş olmak- tan gelen ve dostça medihler içine ustalıkla saklanmış bir tezyif ihti- yaciyle çırpınıyor, zekânın artik yalnız hakkı değil, vazifesi haline gelen felsefi düşünceyi hicvetmeğe davranıyordu. Bu arada benim yazı- arımdan en ters mânayı çıkarmış olması da ister seviye, ister kasıt eseri olsun, İaaği bir acıklı sergüzeşt... Art n kaba nesrin bile alel- âde iii ve teşbihlerden, sembol hünerlerinden kurtulduğu ve sanat- kârın müşahhas sezgisini yüksek tec- ritlere kalbeden külli ve mücerret bir tefekkürün ifadesi halini aldı- ğını bu arkadaşlara anlatmak zor- dur. Muhatabı kendileri veya avam olmayan her yazının, mevzuu felse- feye dalsın alm çöp tenekeleri içinde zıplayan farelerin çırpınışın- da bile mahalle çocuklarının göre- miyecekleri bir mâna arayan alelâde müşahedesinde, müşahhası mücerre- de bağlayan felsefi bir bakışın zaruri olduğunu onlara göstermek imkân- sızdır. Oncağızlara şu âdi mantıgı kabul ettirmek ihtimali de yoktur: — düşünmektir ve düşünmek ecrittir. Tecrit nedir? Artık ne diyelim, bunu liselerin <cruhbilim> kitaplarında arasınlar. Adesenin göziyle her hafta bir iş ve hedef: yor ki: «Şehrin kapısından dışarıya doğru bir adım atar âtmaz görülen bu levh kübik ve sözde modern mekân ölçümüzle acaba hangi âhenkte birleşiyor ?» (Büyük Doğu) bulan di- a, şehir içi