NN KO Konferansı veren : Abdülhak Hâmit, Türk cemiyetinin en nezaketli an- larından birinde doğdu ve bir asra yakın bir zaman çerçevesi içinde, cemiyetteki bu incelik seciyesinin bütün seyirlerine, ihtilâtlarına, is- tihalelerine şahit oldu. Hâmidi, sadece yaş ve görgü bakımından seyretti- gimiz zaman, derhal büyük çap ve büyük ölçüyle yüz- yüze geliriz. İtiraf etmeliyim ki, sanat- kârın ömrü ve bundaki âmil- ler esi, bence koca bir ır. Öldürücü müessir, kimi alıp, kimi bırakıyor? Niçin gütirüp, niçin bekletiyor? ilgimizde böyle sorgulara karşılık yok. Buna rağmen tuhaf bir tesadüf zincirinin tekrar tekrar verdiği misal- lere dayanarak hükmedebili- riz ki, sanatkârdaki keyfiyet vergisi, istediği kadar ke- miyet vergisinden ayrı olsun; çok büyük keyfiyetler, an- laşılmaz bir tabiat müsaade- siyle kemiyetlerini de peşle- rinden çekmek imtiyazına ermişler, bol yazmışlar, çok görmüşler, uzun yaşamışlar- dır. Bu, belki ruhumuzun kalıbımıza üflediği bir de- vam ve mukavemet nefha- sından geliyor. Belki kuv- vetli bir Kahin maddesi ara- sında, gökteki bir kartalın gövdesiyle kanatları arasın- daki ahenge eş, bir muva- zene, bir inin var. Her . ne olursa olsun Sanatkâr ki, alnında Alla- hın dudak izlerine benzer bir ışıkla doğar ve kalaba- lıklardan bu ışığın delâle- tile ayrılır, o, bu nura varis olmakta ne kadar talih sa- hibiyse, nurunun ışıldıya- cağı ömür ölçüsünde de o kadar talih sahibidir; ve birinci talihin, ikinciyi do- > az çok ve esrarlı ir hüneri vardır. Kula mah- sus ibda nevileri ve hadleri içinde, aslan payını kapmış olan sanatkâr, yaratıcı kud- / ale lan 4) y2 dO FERANSLA / TUM 0 5 Kil AR Necip Fazıl KISAKÜREK retini fışkırtırken, çok defa en narin ve en zayıf bün- yeyi yıllarca ayakta tutacak bir başka kuvveti de sanki istihsal edendir. Bizi kemallerine inandır- mış sanatkârlar arasında, bu iki hususiyet ve talihi bir arada buluyoruz, (Ome- ros), Sâdi, (Şekspir), (Göte), (Hügo) onlardandı. Onların sihirbaz kudretleri, sakalla- rındaki her tel bembeyaz oluncaya-kadar sürdü. Bir ân bile felce uğramadı. Tabiatı tek ve yekpare örnek diye alanlardan de- ğilim. Fakat ondan bir ma- vera ve sebepler âlemine ak- mak sartiyle, tabiattaki du- zen ve nisbetlere hayran olanlardanım. Orada bir çok unsurun müşterek bir kaderi var... Ağaç evvelâ yemiş verme kabiliyetinden düşer, sonra kurur. Arı, bal yap- mayı unutursa, ölür. Hattâ insan yapısı bir fabrikanın çelikten cihazı bile, yeni baştan ve uzun zahmetlerle diriltilmeye muhtaç olma- mak için, durmadan, dinlen- meden işlemeğe mahküm- dur. Adetâ cemat, nebat, hayvan ve insan, hangi ma- rifet nevine göre biçilmiş bir bünye taşıyorsa, bün- yesini, zamanın aşındırıcı hamlelerine karşı korumak için, mev'ut marifetini inki- tasız tekrara borçlu kalıyor. İnsandaki ruhu, bu unsur- lardaki marifet hassasiyle karşılıklı koyabiliriz. İşte çok defa, uzvi yıkı- lışından evvel, ruhi çöküşü- ne şahit olduğumuz sanat- kâr da, zaman denilen ec- derhaya tek bir kaleden mu- kabele eder: Sanat kalesi... Zamanın hakiki fatihleri, bu kaleyi taş taş ördüler, sonuna kadar duvarlarını yükselttiler ve içinden hiç çıkmadılar. Sâdi, seksen yaşında (Gü- listan) ı bitirirken, oHâmit seksenaltı yaşında (Vicdan azabı) piyesini karaladı ve (Göte), en ileri çağlarından birinde, şöyle i — «Herkes hayatında an- cak bir kere bülüğustirabı çeker. Fakat dehânın ço- cukları, ölünceye kadar ve sayısız bülüğ acısı çekerler, Çünkü, böylece her defa- sında gençleşirler.» Bütün bu düşüncelerden maksat, demek değildir ki, bir sanatkârın kıymeti, ya- şadığı yaşla ölçülür. Öyle olsaydı, Zaro ağaya iki mısra söyletir ve onu dünyanın en büyük sanatkârı diye gösterirdik. Dünyanın eşsiz kafalarından biri, 39 yaşın- dayken beyninde bir kanser çıbaniyle ölen (Paskal) gibi- lerini ne yapacağız?.. Buna mukabil, yirmi, yirmibeş yaşlarında, sanata küstük- ten sonra hayata da küsen ve kum çöllerine gömdüğü beş on seneyi ancak doldu- rup çok genç ölmekten başka çare bulamıyan Fran- sız şairi (Rembo) misalini de iddiamız lehinde kullan- mıyalım. Biz, ruha ve onun tek kudret kaynağı olduğuna inananlar, ruhu, ele avuca sığmaz, kanun ve çerçeveye girmez, girift ve esrarlı, naz ve cilve dolu bir varlık ha- linde idrak etmek isteriz. Basit vâkiıaların seciyesi ondan uzaktır. Onun, ters bir mizaç hareketile bir be- deni kâğıt gibi kavurup ya- kabileceğini anladığımız ka- dar, keskin bir hayat şevk ve iradesiyle de, çürük bir kalıbı ensesinden kavrayıp tutabileceğine inanırız. Bizce ruh, keyfiyetin, maddeyse kemiyetin mümessilidir. Ke- miyetin ise, keyfiyete uşak- lık etmekten başka rolü ve kendi kendisine hiçbir kıy- meti yoktur. Onun içindir ki, buraya kadar bir keyfiyet cevheri- nin, kemiyet âlemi üzerin- deki tesirlerini araştırdık. Şimdi kaydedebiliriz ki, yal- nız eser ve yaş sayısı cep- hesinden Abdülhak Hâmidin dış manzarası, keyfiyetleri kemiyetleriyle barışık yaşa- miş ve temel şahsiyet rolü. nü oynamış büyük talihli ustaların dış görünüşlerine çizgisi çizgisine: uygundur. US Acaba doğrudan doğruya keyfiyet cephesinden Ab- dülhak Hâmit nedir?.. Ona cevap vermeğe çalışalım: Evet, Abdülhak Hâmit, Türk cemiyetinin en neza- ketli anlarından birinde doğ- du. Nezaket kelimesi bu ânın dehşetini ifade etmekte biraz zayıf... bu ân, bir ce- miyetin, kafa ve ruh siklet merkezini, irfan ve medeni» yet mihrakını değiştirdiği dakika... Türk cemiyeti, Do- ye Batıya doğru ana aynağını değiştiriyor. Bu cemiyet ki, fertten devlete kadar, bütün müesseselerini İslâm dünyasının ruh v içinde yoğurdu. Asırlarca bu ruh ve kalıp- ların kiymet hükümlerini, rakip dünyanın toprakları üzerinde savaştırdı. Hattâ bir aralık kavgasını muvaf- fakıyetle bitirmiş veya bitir- mek üzere göründü. Şeksiz ve şüphesiz, bütün dün- yaya hükmettiği veya hük- metmek üzere olduğu anlar geldi. Fakat sonunda ne oldu?.. Hükümranlığını, fa- tihliğini, bütün bir ruh, ide- olocya ve sistem ağı şek- linde örüp muhafaza ede- bildi mi?.. Hayırl.. İstanbulun fethiyle yeni devrine giren ve yeni doğu- şunu imzalıyan Batı dün- yası, oluşunu ve hazırlanı- şını Kanuni çağının sonuna doğru tekmilledi ve bütün kuvvetile taarruza geçti. Ne bizim garba akınlarımız, ne sonunda garbin bizi tosla- yışları, askeri ve siyasi birer taarruz... Bunlar, me- deniyetlerin, ideolocyaların, dünya görüşlerinin çarpış- maları ve biribirini imtihana çekmeleridir. Artık hergün, biraz daha toprak, nizam ve hayatiyet kaybeden Türk cemiyeti, dehşetli sarsıntılarla, ihtiyat akçesini sarf ede ede, tam bir iflâs dakikasına! doğru, Abdülhak Hâmidin doğdu- ğu Tanzimat günlerine kadar geldi. Ve o günlerde bir- denbire davaların en bü- yüğü karşısında kaldı: — Ne olacağım?.. Ken- dimi nasıl kurtaracağım?.. Kurtuluşumun her sahada muhtaç olduğu âni tedbir ve tertip nedir?.. (Birkaç sayı devam edecek)