ri EE > k İ ZA MEŞRUTYEĞTEN BERİ. Sih kılâp Şemsi paşanın, Niyazi ile arkadaşla- rinin vücudunu ortadan kaldırmak için, birkaç taburla, Selânik yolundan Ma- nastıra gideceği öğrenilince, Selânik- teki arkadaşlar arasında bir üzüntü görüldü. Fakat onlar, mefkürelerine o kadar inanmışlardı ki, Şemsi paşala- rın, bilmem kimlerin bir şey yapamı- yacağını seziyorlardı. Makedonyada yıllarca ayrılık ülküsü uğrunda dağ- larda yaşıyan Bulgar, Rum, Sırp çe- telerini, birçok taburları silâh altına alarak kovalıyan Abdülhamit İdaresi, o çeteleri ortadan kaldırabilmiş miydi? Bu çeteler bir yandan Osmanlı Dev- letinin askerleriyle, bir yandan da biri- birleriyle savaştıkları halde, işte or- tada duruyorlardı. Oysaki, yeni Türk çeteleri, hem memleketin hâkim un- surundan, hemde askerlerden vücut bulmuştu. Şu halde Şemsi paşanın Türk çetelerine karşı büyük bir şey yapamıyacağını anlıyorduk. Tutalım ki Niyazi yakalandı, öldürüldü; Niya- zinin yerini tutacak daha ne çetecile- rimiz vardı. Böyle olmakla beraber, Şemsi pa- şanın Selâniğe gelmesi, birkaç saat orada kalması, (Osmanlı Terakki ve İttihat) fedayilerini kayıtsız bırakma- dı, Onlar hiçbir yerden emir, (direktif) almadan kendi başlarına, Şemsi paşayı Manastıra göndermemeğe çalıştılar; fakat isteklerine varamadılar; çünkü Şemsi paşa Selânikte bir yerde dur- madı, birkaç saat Umumi Müfettişlikle müşürlerin arasında dolaştı, tirene at- lıyarak Manastıra gitti. Manastırda mülâzım Atıf (Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisinde Ça- nakkale Mebusu Atıf Kanıçil)in telgı- rafhane önünde Şemsi paşayı vurup öldürdüğünü, kendisinin de kaçar- ken, arkasından atılan kurşunlarla yaralandığını öğrendik. Şemsi paşa bizim için bir istibdat aleti olmaktan başka bir şey değildi. Bu aletin kırıl- ması, hürriyet uğrunda çalışanlar için ancak ümit kapısını genişlemesiydi. Başlamış olan hareket, başarıya doğru büyük adımlar atmağa başlamıştı. Anadoluda silâh altına alınan sekiz tabur, vapur vapur Selânik limanına geliyordu. Bunların zabitleriyle tema- sa gelen arkadaşlar, onların gerek ei li Le di İzmirde, gerek vapurlarda iyi, müsait bir telkin altında kalmış olduklarını gördüler; bu taburlardan hürriyet çe- telerine bir kötülük gelmiyeceğini an- ladılar. Bu taburlar birer ikişer, tirenle Ma- nastıra gönderildi; başlarına da mira- lay Çerkes Nazmi bey kumandan tâ- yin edildi. Nazmi bey saray bende- lerindendi. Kendisini tanırdım; fakat ne olursa olsun, bir livayı idare ede- cek, hele aydın genç Türk zabitleri- nin çetelerine karşı askerlerini yürü- tebilecek bir kıratta değildi. Hâdiseler, biribiri arkasından o kadar çabuk geliyordu ki, bu hale kendimiz Kâzım Nami Duru de şaşıyorduk. Bu sırada İstanbuldan ferik İsmail Mahir Paşanın reisliğinde, tüfekçilerden Sersikkekenzade Yusuf Paşa ile erkânı harbiye kaymakamla- rından Süleymaniyeli Fehmi beyden teşkil edilmiş bir heyet geldi; rıhtım boyunda yeni yapılmış olan (Splandit Palas)a yerleşti. Bu, resmi bir hafiye heyetiydi. Makedonyada, hele Selâ- nikte neler olup bittiğini anlamıya gelmişti. Yanlarında ikinci fırkanın saray muhafızlarından birkaç çavuş da vardı. Bu heyetin gönderilmesi, sarayın artık müşür İbrahim Paşaya olsun, umumi müfettiş Hüseyin Hilmi Paşaya olsun, itimadının (kırılmış olduğunu ga hip talan Ap Hayatımızdan Sayfalar : 78 Kâzım Nami DURU gösteriyordu. İbrahim Paşa, bundan müteessir oldu mu, olmadı mı, bilmi- yorum; fakat hiçbir teessür nişanesi göstermediğini biliyorum. Müşürlük dairesinin üst katında (Redif Fırkaları Müfettişi Umumiliği) vardı. İçel mebusu rahmetli Mersinli Cemal Paşayı, eski Kocaeli mebusu Sait Paşayı, bu müfettişlik erkânı har- biyesinde bulundukları zaman tanımış- tım. Bunlar değerli asker, namuslu adamlardı. O vakit erkânı harp bin- başısı Faik Paşa (Sırbistanın Leskofça muhacirlerinden) da orada idi. Birgün Faik bey beni çağırttı; git- tim. Yalnızdık. Bana, birazdan mü- şür İbrahim Paşaya verilmek üzere bir mektup getirileceğini, bunu kendi elimle müşüre vermekliğimi söyledi. Mektubun cemiyet (Merkezi Umumi) sinden gönderildiğini anladım. Aşağıya tu; yalnız sivil kâtip Mahmut bey adında biri bulunuyordu. Genç, mek- tubu müşür paşa hazretlerine verece- gini söyledi: «Bırak, git, ben veririml dedim. O saatte İbrahim Paşa yuka- rıdaki odasında öğle uykusunda idi. Zarfı aldım. Genç: «Ben dışarıda ceva- bını bekliyorum!» diyerek çıktı. Ben hemen yukarıya çıktım, mektubun gel- diğini, Müşür aşağıya inince vereceği- mi söyledim. Odama gelirken, bekli- yeceğini söyliyen gencin yerinde yel- ler estiğini gördüm. Müşürlük odasile yaver odası ara- sında camekânlı bir yer vardı. Bura- da hususi erkânı harbi, kaymakam Abdülkerim bey çalışırdı. e Müşüre gelen her türlü kâğıdı açmıya salâhi- yeti vardı. İbrahim paşanın, dairesine indiğini öğrenince zarfı aldım, Abdül- kerim beyin odasından geçerek mü- şüre götürüyordum. Bu zat: «Nedir o zarf?» diye sordu. «Müşür paşaya verilecek hususi bir mektup» dedim. «Bana ver!» emrini verdi. Durakladım; versem bir türlü, vermesem bir türlü... Vermemek olamazdı; şüpheyi davet eder, işimizi bozardı. Vermekte hiç bir zarar yoktu, çünkü Abdülke- rim bey nasıl olsa onu Müşüre vere- cekti.