AĞAÇ ? E R 8 U M 5 ROMAN Geçmişte aşk denilen şey, bu günün bir çok gencine, versailles bahçelerinin tabiata olan uzaklığından fazla realiteden uzak görünüyor. Genç kadınlar, kaideleri büyülü olan bu eski oyuna güvenmemek lâzimgeldiğini pek iyi biliyorlar. Aldatma artık aldatma değil- dir. Sadakat, manasız bir kelimeye dönüyor. Çünkü aşkta, süren bir şey kalmamıştır. Marcel Proust'un yalnız şu bâbının, başlığı üzerinde düşününüz, kâfil Kalbin nöbetleri... Önceleri aşk denilen şey, feragattan, ken- dine kıymadan, yiğitlik ve vicdan azabından örülmüş, ince nesillerin eseri, çapraşık bir duygu idi. Din ve dinden gelen ahlâk ona destek oluyordu. Dini faziletlerin setleri olmasaydı, göklerle dolu olan bu güzel su- lar birikmiyecekti. Aşk, iğvaya uğramış faziletli kadının dayanmasından ve katlan- masından doğmuştur: Allahın emirlerine ve hükümetin hikmetine kurban edilen Ra. cine'in prensesleri... Aşk, kendisini tutan setlerin, yıkılmasından sonra, yaşayamazdı. Aşk oyununun kaidelerine isyan eden genç adamların karşısında, kadınlar akıllarını kaybediyorlar ve Mörovingien o krallarında olduğu gibi, saçlarının kesilmesi, hakların- dan vazgeçmelerinin alâmeti oluyor. nm Roman ihtilâflarının gittikçe azaldığı bu cemiyet karşısında Romancı ne yapacak? İlk önce ötesini aramadan, Saint Röâal'in meşhur tarifini — bu en basit bir usuldür, deneme ile çok verimli olduğunu biliyoruz — tatbik edebilir. “Bir roman, büyük bir cad- de üzerinde dolaştırılan bir aynadır., Bir kelime ile, kendine sorgu sormıyarak, za- manını olduğu gibi resmeder, Dikkat ve üzenme ile, sosyetenin tarihçiliği vazifesini yapar. Bu durumda, ihtilâfların yokluğu ona engel olmaktan ziyade, resminin mevzuunu teşkil eder. Önceleri Abel Hermant, böyle yapmıştı. Bugün de Paul Morand, imrenile- cek bir maharetle, aynı işi yapıyor: “Gece açık, , “Gece kapalı,, adlı eserlerinde, Mo- rand, bize her ırktan, her sınıftan, birbirini arıyan, hemen teslim olan, sonra bırakan, gene buluşan ve hiç bir engel tanımıyarak, “Ân, ın tabii sevklerine uyup, kendilerini biteviye, ihsasları üzerinde incelmeye zorlı- yan, başka bir kanun tanımadıkları nisbette, zevk duymıya kabiliyetsiz kadınlar ve er- kekler gösteriyor. Bu kadın ve erkekler, ne kadar düşerlerse o kadar kirleniyorlar; o kadar anlamıyorlar ve hususile yaşanan ânın, ihsaslarına ve şehvetlerine sit şeyle- rin, en ufak bir ehemmiyeti olduğuna inan- mak, onlar için. okadar imkânsızlaşıyor. Merhametsiz ve vahşi bir tasvir. Morand, kendisine hâs meziyetler ile, bunda muvaf- fak oldu. Lâkin, sayısız taklitçileri, doğru- sunu söyliyelim, çok can sıkıcıdırlar. Çünkü, şekilsiz bir sosyetenin tarihi, eski ustalarımızın ruh ve ten, vazife ve ih- tiras ihtilâfları için yaptıkları gibi, biteviye tekrar edilemez. Romanı kötüleyenler, burada bir adım ilerlemiş oluyorlar. Bana diyebilirler ki: “Siz de tasdik ediyorsunuz, bu günün roman- cıları, bir çıkmaza girmişlerdir. Ve çıkacak delik bulamıyorlar |, Lâkin karşılığımız ha- zırdır : “Ya macera romanı ?,, Macera roma- ninin yenileşmesi denilen şey, gerçekten bize, başka bir yerde yol açmıya doğru bir uğraşma gibi görünüyor. Beşeri vicdanın facialarından mahrum kalınca, yazıcılar oku yucuları nefes nefese tutan, harikulâde en- trika ve vakalara atıldılar. Burada macera romanını kötüleyecek değilim. Fakat bana kalırsa, macera romarı, yalnız, başlıca şa: hısları Kipling'in, Conrad'ın ve Stevenson'un kahramanları gibi, canlı adamlar olduğu nisbette, sanat eseri sayılabilirler. Bir ke- lime ile, macera romanının edebi olarak var olması için mühim olan şey, maceralar değil, maceraları geçirendir. Stendhal, sana- tının, insanlara ait hareketlerin sebeplerini tanımaktan ibaret olduğunu söylüyor ve insan nevinin müşahidi olmakla övünüyordu. O halde, romancı da, bir ruhiyatçı olmalı- dır. Bugün, hepimiz gibi, o da ruh tarafın- dan müthiş surette fakirleşmiş, bir beşeriyet ik