2 Mayıs 1939 Tarihli Ulus Gazetesi Sayfa 5

Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.

Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

2-5- 1939 D Hooyüor'y N e SIHAT ] Gökten mikrop atılırsa... Demokrat memleketlerle totali- ter memleketler arasında muharebe olacak mi, olmıyacak mı kimse bil- miyor ama, muharebeden söz a- çanlar arasında, tayyarelerle gök- ten mikrop yağdırmak imkânını da dikleri yere inmeleri olacak iş değil- se de, bunun olabileceğini farzede- lim. Bir hastalığın meydana çıkma- sı için yalnız mikrop yetişmez. Has- ta olması istenilen insanların da has- talığı almağa istidatları bulunması Kara humma dağıttığı bul sulardan — bile l hıylıce bul yor... Bü- | lâ d yük bir şehir üzerine dü tay- | şüp yareleri, salgın hastalıklara sebep olacak mikroplardan yağdırırlarsa aşağıda, yeryüzünde bulunanların hali nice olur? İsterseniz birlikte düşünelim: bir kere, düşman tayyaresi taşıdığı mikropları aşağıya atmak için ya alçaktan uçacaktır, ya yüksekten. Alçaktan uçarsa kendisi mikropla - rını atmadan önce top ateşinin teh- likesine karşı gelecek. O halde al - çaktan geçmeğe cesaret edemiye- cek, hiç olmazsa üç bin metre kadar yükselecek. O kadar yüksekten de mikropla- rını elbette paket paket kâğıtlar i- çinde yahut kutular içinde atmıya - caktır. Onları toz gibi havadan şe- hir üzerine yağdırmak istiyecek. Böyle toz gibi dağılan mikropların yere inmek için geçecekleri hava tabakalarında sıcaklık derecesi on beş santigrat olursa mikroplar daki- kada bir milimetre yol alacaklar. Demek ki bir saatte altı santimetre. Bu yuruyuşle yeryuzune kaç günde var iz hesap ediniz. Onun qehıt içine gelinciye kadar, şehrin bütün halkını, yatalak olanları bile, kaçırmağa vakit ola-| » Halbuki dakikada bir milimitre yürü ideh büsbütün sa- kin olması ihtimali üzerinedir. Fa - kat o kadar yükseklikte havanın sa- kin olacağını kimsetemin edemez. Hava rüzgârlı olunca da mikropla- rın nerede toprağa ineceklerini hiç kimse bilemez. Demek ki tayyareden toz halin- de mikrop yağdırmak pek safça ha- reket olur. Mikroplar pek sırnaşık olmakla beraber, bir taraftan da pek nazik şeylerdir. Onların yeryüzün - de üretilmeleri türlü türlü şartlara bağlıdır. Üç bin metreden , aşağıya ininciye kadar açlıktan ve — susuz- luktan telef olacakları şüphesizdir. — Hlarra grağenirelır sra vaterkatli elca hi le hemen her birinin ayrı ayrı çe- şitte olan gıdalarını nereden bula- caklar? . Bir de, mikropları canlı bir mah- lüük içinde atmak hatıra gelir. Me- selâ fareleri veba hastalığına bulaş- tırarak gökten vebalı fare yağdır- mak! Gökten çekirge yağdığı görü- lürse de fare yağdığı hiç görülme- Miştir. Onun için fareyağmuru belki pek tuhaf bir manzara olur. Fakat farelere veba hastalığı bulaştırmak, her şeyden önce bu işi hazırlıyanlar için tehlikelidir. İnsan düşmanın ca- nıma ne kadar susamış olsa bu işe cesaret edemez. Vebalı fare düşman Mmemleketine atılmazdan önce, ken- di memleketinde bir yere kaçarak vebayı yayacak pirelerini kendi memlekeletine dağıtırsa? Farelerin zekâsı meşhur olmakla beraber in- sanlar arasında kendilerine dost ve düşman ayırt ettiklerine dair şim- diye kadar hiç bir haber çıkmamış- Gnlııım yağdırılacak mikropların de onları larm iste- Yeryü içenlerin hepsi hastalığa tutulmaz. Bir mikrobun vücuda girmesiyle o- nun hastalığı yapması arasında tür- lütürlü ve pek çok sayıda şartlar vardır. Gökten mikrop yağdığı sı- rada aşağıdaki insanlarda bu şart - lar mevcut müdur? Zaten salgın hastalıklardan bir takımımın, iyi tesirleri yıllardanberi tecrübe edilmiş, aşıları vardır. Me- selâ kara humma aşısı, dizanteri aşı- sı, kolera aşısı ve hepsinden üstün çiçek aşısı. Bir taraftan da salgın hastalık- lardan birçoğunun sebepleri bilin- mez. Bunlar mikroplardan mı, yoksa onlardan küçük ültravirüslerden mi geliyor, ayırt edilememiştir. Gökten mikrop yağdırmak imkânı olsa bile, tayyarelerle çıkarılacak salgın has- talıkların çeşitleri pek eksik kala- caktır. Bu hal ilmi bakımdar can sı- kacak bir şey olmakla beraber, gök- ten mikrop yağmasından korkanla- rın yüreğine ferahlık vermelidir. Dahası var: salgın hastalıklar- dan bazılarının tohumları, her ne- deıue, tıyyırede yolculuktan hiç lâ bulaşık me- nen_ııl hııtılıgmm tohumları tayya- re yolculuğunda telef olurlar. Gökten mikrop yağdırarak yer - yüzünde salgın hastalık çıkarmak sözü ancak mahalle kahvesi lâkır- dısıdır. G.A. Danzig'de hâdiseler Varşova, 1 a.a. — Danzige gelen ha berlere göre, bir takım meçhul eş - has Dınııg’deki Polonyı kilisesinin ve diğer bir çok Polonyıh dükkânların da ka- pılarını katrana boyamıştır. Polis bu hâdiselere mani olmak i- gin hiç bir tesşebbüste bulunmamış - tır. sinemasr ULUS BUGÜN Bitmemiş Senfoni'ye nazire olarak yapılan Danielle Darrieux'nün güzel sesinden ilham alan kudretli bir temsil ŞAFAĞA DÖNÜŞ Ayrıca: Metro Jurnal en son havadisler 12,15 ucuz matinesinde AŞK ŞARKISI NİNO MARTINİ Tel: 2193 SI kalı dünyalardan birini göstereceğini rum. Aşnğıyı doğru tatlı bir süzülüşle kayarken tesa Amerika melmıpları * Nevyork yolunda stanbul'dan Nevyork'a kadar 19 gün, her şey tahmin edilemiyecek kadar fena idi. Citta di Bari İstanbul'dan beş saat geç kalktığı için Pire'ye çıkmadık. Atina'daki ahbaplara, evelce yazmıştım. beraber ziyaretler yapacaktık, olmadı. Körent tamir ediliyormuş, geçemedik, More'yi cenubundan dolaş- tık. Yolumuz 90 milden fazla uzadı. Daha kötüsü, İstanbul'dan Nevyork'a kadar 15 gün mütemadiyen sallandık. Palermo - Cezair arasında dalgalar büyü - dü. Atlantik'te fırtına vardı. Deniz yolu, insanı na - diren bu kadar sıkar. Ş Gi , Napoli'deki dört gün, denizde geçirdiğim 15 gün- den daha üzüntülü oldu. Şehir bir karargâh gibi idi. — Harp ya ilân edilmiş, ya edilecek ! Bu haberi gece yarılarına kadar gazetelerin, sekizinci, dokuzuncu tabılarının serlevhalarından hece - liye heceliye öğrenmeğe çalışıyor- duk, usolini'nin Calabre'de (Akde M nizde esir kalmak istemiyo- ruz) dediği günün akşamı, her şey bitti zannettik. İtalyanlar hafif bir sesle, birbir- lerine, küçük bir ingiliz filosunun Sörrente önüne» geldiğini söyledi- ler. Kalabalık bir polis müfrezesi Fransız konsoloshanesini muhafaza altına altı, Mektep çocukları olduk- ça gürültülü bir sokak nümayişi yap tılar. Gece yarısı bir faşist kitası şarkı söyliyerek, önümüzden geçti. Aşağıya indim. Hiç bir şeyden şüphe etmiyormuşum gibi, gülerek garsona sordum. Elini dizinin hiza- sına kadar indirdi. Anlatmağa baş- ladı. Bütün söylediklerinden - bel- ki de yanlış - hatırımda kalan ve be- ni teselli eden kelimeler şunlardır: Ala kampa, faşista. Ciovanni !, O da güldü, erken sabah saati - nin ve yalnızlığın verdiği bir iti - matla ilâve etti. Antuzyazma ! B en bunun, hattâ 41, 42 diye derecelendirilir bir şey ol - duğunu evelce de işitmiştim. Fakat onun ne ve nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Bir kaç gün Napoli- de kaldıktan ve İtalyanları hudut dışında maceralara sürükliyen yeni hâdiseleri öğrendikten sonra - bile, kafamdaki şüpheler dağılmadı. Faşistler, ilk zamanlarda sokak - larda bayraklarını selâmlıyan dip - lomatları bile döverlermiş. Şimdi, bayrağı ve bayrağın peşinde yürü - yenleri İtalyanlar bile, kendilerin- den ayırarak anlatıyorlar, Ciovanni, faşista. Ve gülüyorlar. — Antuzyazma ' Napoli'de Antuzyazma, bana bir grup hareketi gibi göründü, Yaya kaldırım, caddeye gözünü ve ku - lağını kapamış gibi idi. Eğer biri Amerika mektubu 2 in karşıma çıkıp ta; İtalya'da faşizm, artık onu ken- dine meslek edinenlerin işi olmuş- tur.! deseydi, leh ve aleyhteki kana - atlerimi bırakır ona inanabilirdim. İlk girdiğimiz gün şehir bayrak- larla donanmıştı. Arabacıya sorduk, — Madridi aldık! dedi sonra, Vomero'ya çıkan dik zannediyo - düf ed k mahlükları yeni ve y $ Yazan : Neşet Halil Atay sereserAKıLALLEA, Arnavutluk işgali arifesinde bir askeri karargâhı andıran Napoli'de dört gün idare eden mümtazlar sınıfının tat- min edilmez gösteriş ihtirasiyle izah ederler, di b .V Un iÇiN Türk neşriyat sergisinde Yazan: Nasuhi BAYDAR Maarif Vekilliğinin tertip ettiği Türk Neşriyat Sergisi açıldığı esna- da Ankara Sergievinin geniş salon- larmı doldurmakta olan ziyaretçi kalabalığı, yeni Türkiye'de ilme ve irfana verilen ehemiyeti isbata kifa- yet edecek başlıca şahit olarak gös- terilebilir. Halbuki asıl maksat, a- rap harflerinin tarihe intikaliyle türk harflerinin kabulündenberi ge- çen on senede yazılıp basılmış olan eserlerin bir nevi bilânçosunu tan- zim etmek, ve bu bilânçonun tat- minkâr olamıyacağı tahmin edil- mekte olduğu için de, bundan son- ra resmi ve hususi neşriyat sahasın- da sarfolunacak gayretleri, bütün ılıkılılırm iştirâkiyle, milli kütü- Bilmem hangi mü petle bunu bana Napoli'de bir İtalyan anlat - mıştı. yokuşta kirli parmaklariyle St. Mar- tino şatosunu gösterdi. — Askeri hapishane! V e İtalyanca cümlesini Fran- sızca, İngilizce kelimelerle tamamlıyarak anlattı, umumi harp- te kendisi asker kaçağı imiş. Bir ay burada yatmış. Güldü; — Solaro bone, Arabacının iki şahsiyeti vardı. O Madrit zaferiyle sevinecek kadar faşist, bir yabancıya asker * kaçağı olduğunu itiraf edecek kadar sos - yalist idi. Otelde, bankada, mağazada, so - kakta kimse İtalyancadan başka dil k yı din- liyorlar ve eğer yalnız değillerse, İtalyanca cevap veriyorlardı. Na - poli'de serbest konuşulan tek dil almanca idi. Bunu da pek az İtalyan biliyordu. Citta di Bari'de tanıştığımız iki yaşlı ingiliz kadını, İstanbul'a gel- meden önce bir hafta Roma'da kal- mişlardı. Dönüşte Napoli'de küçük bir gezinti yapmak bile istemediler. — Roma'dan çıkarken kapının ar- kamızdan biraz sert kapandığını hisseder gibi olduk. Diyorlardı. Otelde yahudi olma- dığımızı öğrenmeden bize oda ver- mediler, Bir zamanlar İtalyan turizmi i- çin, yapılabilecek her şeyin en iyi- sini yapan, faşistler, şimdi bunun tam tersini yapıyorlar. Bazı delikanlılar, sokakta, Fran - sızca veya İngilizce konuşan turist- leri ıslıkla tahkir bile ediyorlar. yordu. Fr talyanların Arnavutluğu iş - gale hazırlandıklarını, işgal- den bir hafta önce Napoli'de bize bir türk diplomatı söylemişti. Ha- beri bir müjde çesnisiyle tanıdığım iki İtalyan'a anlattım. Omuzlarını silktiler, — Biraz petrol ve bir çok yeni düşmanlık! deliler, Roman'ın İngiltere'den, Ameri - kadan, Lizbon'dan küçük Asyaya genişledikten sonra (Km. 27 Bm. 180) birden denecek kadar seri yıkı- lişini bazı tarihçiler, halkın idare- den uzaklaştırılmâsiyle, bilhassa; attan ayrılmak sizi ağlatıyor. Sakın elinizi gözleri - nize götürmeyiniz... Ay altında ağlıyan gözlere do- kunmiya hiç kimsenin, hattâ sizin bile hakkınız yok Hakimler suç işleyince Kanunun çizdiği yoldan sapanları tutup mahkemeye getirirler, bu ada- mı hâkim sorguya çeker. Pek iyi, yâ hâkim kanunun yolundan saparsa 0- nu kim sorguya çeker? — Onu da baş ka bir hâkim... Bakın geçenlerde İngiltere'de ne olmuş: Londra'nın polis mahkemelerinden birisinin hâkimlerinden iki tanesi de otomobillerini yolda hızlı sürdüler diye ayrı ayrı sürat cezasına çarpıl- mışlar. Evrakları tabit bulundukları mahkemeye gelmiş. Sıra kendilerine gelince başta büyük olan hâkim kür- süye gelerek öteki hâkimi karşısına dikmiş: — Siz Londra civarında bir köyde bilinizi hızlı sürmüşsünüz. O- tomobil numaranızı almışlar, otomobi li siz mi kullanıyordunuz? — Evet bendeniz kullanıyordum e- fendim. — Peki hızh mu? — Evet efendim. — Belediyenin kabul ettiği bir sü- rati ğeçirdiğiniz için sizi 5 şilin para cezasına çarptırıyorum, bir daha yap- mayın. Hâkim kürsüden inmiş, müttehem mahallindeki hâkim kürsüye gelmiş ve birinci hâkimi celbederek “suçlu mahalline,, geçirmiş: — Sizin otomobiliniz var mı? — Var efendim. — Kendinizmi kullanıyorsunuz? — Evet efendim. — Siz dün Londra civarında otomo- bilinizi çok hızlı sürmüşsünüz? Hak- sürdüğünüz doğru kurul işinde teksif et- mek üzere bir neşriyat kongresi topliıyarak bu hayati dâvanın halli- ni esaslı bir plâna bağlamaktı. Sergi dün açıldı, kongre bugün toplanmaktadır: neşriyat dâvasını olduğu gibi ortaya koyup en kııı yold halli gıdılmeıı resmi ve yarı resmi dairelerde müel- lif, matbaacı ve kitapçıların ileri sü- recekleri tedbirleri mütalea etme- nin en mâkul, yani en deni şek- lini bulmuş olan hükümetimizi ve onun genç Maarif Vekilini berveçhi peşin tebrik edelim. Bahsimizin mevzuu olan sergiye gelince; her türlü iddiadan ve gös- teriç ırzuıundın âzade olan bu ser- gi, hiç şüphesiz, istihdaf kte ol- duğu gayeye enşmıgtır. Oıı unıden- beri ne yazdık b ne orada görmekteyiz: basma yııı resimleri derleme müdürlüğünün verdiği rakamlara göre bu müddet zarfında basıl olan kitaplı yekünu 16.026 dır. İlk mektepten üniversiteye kadar olan tahsil dere- celerini ve ilmin bütün şube ve mer- tebelerini dikkate alsak, bunlara yardımcı vazifesi gören veya karii avundurarak tenvir eden matbuat nevilerini de ıuıutmıuk gene 16 bin 26 rakı h et. mek gerektir. Kıldx ki tabı sayısı her yıl muntazam surette artmakta- dır. Meselâ, 1934 te 1468 kitap ba- sılmışken her sene iki yüzden fazla bir tezayütle 1938 de 2520 yi bul- muştur. Bu artışın türlü sebepleri vardır ve hepsi türk irfanının lehi - nedir: okuma zevki kökleşiyor, iyi eserler telif ve tercüme ediliyor, halkevlerinde kitapsaraylar tesis e- dilip neşriyat yapılıyor, Vekâletler kitap yazdırıp bastırıyor, dil ve ta - rih kurumları bu yolda çalışıyor... Rakamlar ve onlardan çıkarıla- cak hükümler, aşağı yukarı, bun- lardır. Serginin tanzim şekli hak- kında söylenecek bir şey vatsa o da, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her türlü iddiadan ve gösteriş arzusun - dan âzâde olarak tertip odılıııı; ol - kla beraber, ziy il isti- kınızda zabıt l tutul doğ- ru mu? — Evet efendim. — Peki yollarda hızlı gidilmiyece- ğini bilmiyor mu idiniz? — Şimdilik size 10 şilin ceza yazı- yorum. Eğer bir daha yaparsanız, bir yolunu ve maddesini bulur üç mislini alırım, anladınız mı? kuzu geçmiş fadesini temin edecek ne tasavvur e- dilebilirse hepsini bir araya topla- mış olmasıdır: kitap fihrist ve bib- liyografyalarıma — göz gezdirenler bunlarda isimleri geçen eserleri ser- gide görmekte, kıraat salonunda tetkik edebilmekte, ve isterlerse, satış bürosundan derhal satın al- (Sonu 6 ıncı sayfada) Yavaş yavaş yürümiye başladılar. Sokaklar ten - ha idi. Bütün dükkânlar kapandığına göre saat do- || Na Cadd. iki tarafındaki bir İçimizdeki şeytan Tefrika No: 30—Yazan: Sabahattin ALİ? yük bir şehrin her hangi bir eğlence bahçesinde sevgilisini belinden kavrıyan sarhoş kibarzadeleri aydınlatan hep aynı ışıktır. Halbuki ne kadar ma - sum bir yüzü var; harp meydanlarında barsakları- nı avuçlıyarak ölenleri, apartıman kapılarının önü- ne bırakılan çöp tenekelerini karıştırıp gıda arı- yanları, aynı gecede ikinci âşıkını pençereden içeri almıya çalışanları gördüğü halde güzelliğini ve saffetini muhafaza edebiliyor. Bizler, her gördüğü- müz fenalığın ve rezaletin bir parçasını ruhumuzda ebediyen beraber taşımıya mahküm insanlar onun yanında ne kadar zavallı ve küçük şeyleriz... Bak, karşıdan dağınık bulutlar geliyor. Çiçek açmış bir erik dalı gibi mini mini ve biribirine sokulmuş bulut Parçacıkları... Biraz sonra daha çok yaklaşarak ay- la çapkınca bir oyuna girişecekler... Bu bulutları üs- tümüze doğru sürükliyen rüzgârı gözünüzle görmü- Yor musunuz? Ben görüyorum, bize doğru geldiği- ni, bizi de şimdi yerimizden alarak ya başlı- Yacağını sanıyorum. ÂAynen sizinle ilk konuştuğu - muz akşamdaki gibi hafifim... Her şey bana başka türlü görünüyor; size öyle değil mi? Her şey bizim ruhumuza tâbi... Demin korkunç görünen sulara ba- kın, nasıl insanı çeken bir yüz almışlar. Ürkmek şöyle dursun, derhal bunlara gömülmek istiyorum. Suların dibine doğru yapılacak bir seyahatin bana, socukluğumdan beri muhayyelemi dolduran hari- doğmuş bır kıııuyı dokunur gibi ihtimamla okşıya- cağımı, irili ufaklı balıklarla göz göze gelip gülüşe- cezımııı ve dıptekı yoıunlırı kadın saçları, taş ve ü taneleri gibi avuçlarımda tutaca- ğımı bılıyorum. Niçin bu sözlerime gülmüyorsunuz. Benden hiç korkmuyor ? Halbuki l rı üzerinde b ki kadar h l: bir baş taşıyan lardan korkulmalıdır... Onlar dünyanın en fe- na ve en iyi mahlüklarıdır. Fakat niçin insanlardan ve kafalarından, ah, kafalarından bahse başladım. Bunları bırakalım ve etı'ıfımııı bakalım. Her şey ayırmak ele bitiştiği gibi bu y şak sulara yap mı? İnsan nasıl olur da şu karşımızdaki ışıkların küçük bir hareketle söndürülebileceğine inanır? Bulun- dukları yere ebedi hi gibi dı orlar mı?.. Ve biz... Kendimizi bu geceden ayırmıya muk- tedir miyiz? Fakat ne garip, şimdi küreklere sarıla- rak sahile dönmiye ve insan kol okaklardan ge- çerek evlerimize gitmiye mecburuz. Hattâ bunu he- men yapmamız lâzım. Çünkü yakit geçti. Sevgili teyzelerimiz, amcalarımız var,..,, Burada ağlar ve haykırır gibi bir sesle devam etti... “Dostlarımız, âmirlerimiz, işlerimiz, derslerimiz var... Allah kahre desi hayatımız var!.. Yerinden fırladı. Küçük san - dal birdenbire çalkalandı ve Ömer tekrar oturarak iki yanma tutundu. Sonra yavaş bir ıeıl., bı,ıııı ile- ri doğru uzatarak: “Ne yapıyorsunuz? Niçin ağlıyorsunuz?,, diye sordu. “Görmüyor , bu geceden ve bu tabi- K TESEE Ka üdür? P kl. tur. Bu gecenin bu kadar harikulâde bir sonu ola - cağını ben bile tah d iştim. Y ge - lip sizi yakından görmek ııtıyonım Tekrar ayağa kalktı. Kürek çektiği yerin üzerin- den ayağını aşırarak Macide'nin önüne oturdu, genç kızın yüzü, evelce de bir kaç kere gördüğü gi- kaç kahvede esnaf kılıklı adamlar, ameleler, tayfa- lar oturuyorlar, baş başa verip konuşmak, yahut kâğıt oynamakla vakit geçiriyorlardı. Ara sıra ge « cenin sessizliğini parçalıyan müthiş gürültüler ya - parak yanı başlarından geçen tramvaylarda tek tük yolcular vardı. Karaköye yaklaştıkları sırada yan kaklardan gr fon sesleri ve pek kwvetli olmı - bi; tamamen hareketsizdi. Gözleri dümdüz ileri ba- kıyor ve kirpiklerinden soluk yanaklarına munta- zam fasılalarla yaşlar süzülüyordu. Ömer onun ellerini yakalıyarak baktı. Beyaz, dar ve oldukça zayıftı. Bu el birçok güzel kadınlarda gördüğü y şacık, pembe fakat şişirilmiş bir el - diven gibi şekilsiz ve kemiksiz ellerden değildi. Parmakları ele bitiştiği yerde çukurlar değil, ha - fif kabarıntılar vardı. Bilekten parmakl doğru yan münakaşalar duyuldu. Her ikisi de önlerine ba- karak yürüyorlardı. Sokak lâmbalarının ışığı altın- da yan yana uzanan ve ince su yolları gibi parlıyan tramvay raylarına ve syısız ayak ve tekerleğin aşın- dırdıiı umer pırkelero gözlerini dikmişlerdi. Kal- n asını bazan kapağı a- çık yatan boı bir cıgara paketi, bazan da her hangi hır yerde her hangi bir sebeple açılmış bir çukur adaleler, incecik damarlar uzanıyor ve biraz doku- nunca kemikler hissediliyordu. Kesik tırnakları ne bir söğüt yaprağı kadar uzun, ne de bir gelincik yaprağı kadar genişti. Uçlarına doğru incelen par - makların nihayetine gayet tabii şekilde yerleşmiş- lerdi. Ömer hiç bir şey söylemeden Macidenin iki elini birden ağzına götürdü ve yavaşça, dudakları- nr değdirmekten korkar gibi parmaklarının ucunu öptü. Macide elinin birini usulla çekti, delikanlının yumuşak ve kumral saçlarında uzun müddet gez- dirdi. Sahile döndükleri zaman sandalcıyı telâşla ken- |-dilerini bekler buldular. Ömer kaç saat bindiklerini filan sormadan elli kuruş verdi ve kayıkçı ses çıkar- madan Ömer'in caketini iâde etti. yordu. Köprüyü ve Yenicami kemerini geçtik- ten sonra sokaklar daha tenhalaştı. Güzel vitrinli karanlık dükkânlar pis tahta kepenklerin arkası- na saklanmışlardı. Macideyle Ömerin ayak sesleri biribirine karışryor ve iki taraflarındaki duvarlara sürtünerek etrafa yayılıyordu. Beyazıt meydanına gelince biran durdular ve havuzda zavallı bir halde batan mehtaba baktılar. Biraz evelki muhteşem ah- baplarının bu hazin hali onları şaşırttı. Hattâ Ömer bile söyliyecek söz bulamıyordu. Oralara dîıilmiş kanepelerin üzerinde birkaç serseri ve birkaç “ge- ce kıu,, uyuıınızı çılıııyorlırdı. Mırıltı halindeki ldadık kl altın- da oıılıa fıstık kabuklarmın çıtırdılarına karışıyor- du. Saçı sakalı dağınık, sefil bir ihtiyar havuzun ke. (Sonu var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: