İ b ci #AMENSZ d TÂAN KÜLTÜR: “D, GRUPUNA iTHAF 26 « _.D Grupunun Çıka “Bir tek san'at vardır: Mimari,, — Bir ressam — — Keşke Necip Fazıl'ın muhayye- lesi konferansına pırıl pırıl yanan imajlar arayacağına, “D” grubu için ışıklı bir sergi yeri arasaydı. : Sahi öyle.. “D” grubu nerede ise havasızlıktan boğulacak. Altı san'at- kâr bir odada oturabilir. fakat altı san'atkârın ruhları içiçe girince biri- birini yiyorlar. Ne sıkıntı Yarabbi! Cehennemde bile ruhlar bu kadar sı- kışmıyacaklar. Elif Naci'nin şikâyet etmekte hakkı varmış. — Hayır azizim; bence Elif Naci- nin sözleri sergi için bu daracık oda- dan daha zararlı oldu. Bu matem ha- vasına ne lüzum vardı? Biz ondan “D” grubu 1 .lar renkli ve güneşli sözler bekliyorduk. Bir san'atkâra en az yakışan Şşey şikâyettir. San'at kendine acındırmaz: San'at kendini kabul ettirir. Güzelliğin en derin sır- rı gürür ve gürürün en Öz vasfı sü- küttur. Gözlerine kimse bakmıyor dii ye ağlıyan bir Venus tasavvur et! Yahut getirdiği yenilikleri yalvara 'yalvara kabul ettirmek istiyen bir in- kilâpçı!. — Peki ama, ya bü memleketi 1 san'at karşısındaki alâkasızlığı Ve - nus'ü bile ağlatacak kadar korkunç- sa?. — Hangi alâkasızlık rica ederim? Bu memleket hiçbir zaman san'ata bu kadar alâka göstermemişti. San'at hiçbir zaman bugünkü kadar halka inememişti , Eğer “D” grubu bu memleketin alâkasızlığından doğdu ise yaşasın o alâkasızlık..« — İşitiyor musun! Sergiyi gezen- lerin ağzında bir tek kelime var: Ta- biat!. Her tuvalin önünde halk bir münasebet bulup tabiati işe karıştırı- yor. Nedir resmin bu tabiattan çek- tiğil, Şair mavi bir çift gözü mavi gökler kadar büyültür, yahut kâinatı avüç içine sığacak kadar küçültür. Kimse bir şey demez; fakat ressam Nurullah bir kızcağızın kolunu azıcık No. 15 Abanoz Bilezik RENE CHAMBE — Bereket versin ki, bugün deniz pek sakin.. Yoksa çok rahatsız olur- dunuz. Bir iki hafta içinde biraz da dalgalı bir deniz göreceğinizi zanne- derim. — Fena mı? Ona da alışırız. Hiç istemiyerek verdiğim bu cevap da soğuk kaçmıştı. Möewe oralı ol - madı. Bilâkis cebinden paketini çı - kararak, bana bir sigara ikram et - $b t ü — Denizciler, her nedense biraz fazla sigara içerler, dedi. Kendisi de bir sigara yaktı. Güvertede bir aralık yalnız kal - mıştık, Konuşacak hiç bir mevzuu - muz da yoktu. Lâf olsun diye : Sergisinden rken uzattı diye kıyametler kopar. Vay efendim, sai. atkâr tabiati tashih mi edecekmiş.. Ne hakkı varmış.. San- atkâr tabiattan daha mı usta imiş.. Elbette daha ustadır ya.. Size tabia- tı sevdiren, güze' bulduran san'at de ğil midir?. Vahşi tabiati size beğen- direbilmek için edebiyat neler çekti.. — Ben bu tabiat iptilâsını biraz da seyircinin tenkit ihtiyacile izah edi - yoruüm.- Bir'tablonun muvaffak olup olmadığını takdir etmek çok zor bir rensel bir miyar lâzım; onun uzun boylu tenkide vakti ve tahammülü yoktur. Resmin tabiatla alâkası yok- tur, dediğiniz zaman halkın muhay- yelesi ve muhakemesi boşlukta kalı- yor. Artık resimde ne arasın? Neyi ne- ye benzetsin? Neye nazaran bu eser olmuş veya olmamış desin?. Yeni re. sim karşısında burjuvayı en çok si - nirlendiren bu işte; Adamcağız söy- liyecek söz bulamıyor. — Mutlaka bir şey söylemesi lâzım mı gçanım? Muhakeme etmesin; mana olmıyan yerde mana aramağa kalk- masın. “D” grubu onun düşünmek hassasına değil, görmek hassasına hi- tap ediyor. Tuvalin arkasına değil, önüne baksın, — Evet ama, resim durgun güzel- liklerin san'ati olduğu için muhake - mesiz beğenilmeğe çok az Müsaittir. Onda, meselâ şiir ve musikideki süi- rükleyici kudret yoktur. Renk ve çizgilerle ruha ağır ağır sirayet eder. Göze hitap eden güzellikler en fazla zihnileşen güzelliklerdir: Göz zihne en yakın olan duygumuzdur. Eakan adam bir “ipucu” bulmadan rahat edemez. — O halde yeni resim seyirciye ipucu vermekle, renk ve çizgilerin manal'arını boşaltmakla, zihnin yolu- nu kapamakla bir çıkmaza mr girmiş oluyor? Resim musikileşemez mi?, Göz ahenk karşısında kulak olamaz mı? — Göz kulak olabilir. Terbiye ile tabii.. Mimariye bakan göz adeta ku- — Bu sigara hiç de fena, değil dedim, ; -i lak * kesilmiyor. mu?. Gözümüzden SERAK P İK K TU SaReya iştir. Halka kolay, zahmetsiz ve ev- iKi Sergi iki Poritre ik Sanat - Temmuz: Plâj, sayfiye ve dondur- ma mevsimi.. İstanbul: ya Boğaziçin de, ya Adada, yahu$ Suadiyede hasır- koltuğuna gömülmüş, içinin boşluğu nu denizin boşluğuna salırvermiş, don durma yiyen bir adam gibi halinden memnun, kışı beklemektedir. İstan - bulda yaz, Cezairde, bir hurma ağacı nın gölgesinde portakal satan beyaz meşlâhlı Arap kadar uyuşuk, lâkayıd ve mütevekkil geçer. Başka diyarlar da dört mevsimin biribirinden ayrı renkler, şekiller, zevkler ve ümitler- le dört ayrı hayat yarattığı yerlerde insan, suları zaman, zaman renk de- ğiştiren bir nehre bakıyormuş gibi deruni oluşunun farkına varır. Ken- di ”derun,, unu, bir başkasının haya - tiymiş gibi uzaktan ve heyecamsız seyretmenin sırrına erer. Çünkü de - gismiştir. Çünkü çevrenin gene de - ğişimi, ruhunda mevsimler yaratmış ve bu mevsimlerin birinden ötekine geçip duran insana, sonsuz bir yaşa ma hamlesi, sonrasız ' bir tekâmül duygusu vermiştir İstanbuldaysa dört mevsimin far - kını ancak rasathane bilir, içimiz de- ğil. Dışarda sürekli bir oluş, içimiz de mıhlı bir ”olamayış,,. Dışarda dört mevsim, içimizde bir tek mev - sim.. Şark tevekkülü, şark musikisi kadar monaoton, hareketsiz bir ruh ku raklığı.. Hepimiz, trpkt değişmiyen bir mevsimin hep ayni yerde tozla - nan, karlanan bazen kırlangıçları, ba zen kargaları seyreden kaskatı, mâ - nasız, yemişsiz, fakat halinden mem nun, garip bir ağacına benzeriz. İki resim sergisi içinde geçirdiğim bir pazar günü, bütün bunları düşü - nüyordum. Birinde bol ışık, bol ko- ku ve bol ses vardı: Lisenin geniş camları, yerli mallarının müşterilere bedava damlatılan esansları ve ho - parlör.. Üç büyük salonda bir tek mevsim bağdaş kurmuştu. İçimde ge çen senedeyemişim gibi bir hal var. Sanki on bir ay silindi. Sanki 1934 temmuzu ile 1935 temmuzu arasında “doğrudan dc2---2” ruhumuza do - sütunla.da mcna aramıyan haâlk bir gün “D” grubunda da mana arama- mağa alışacaktır. Rezim doğduğu za- man zihne hitap etmiyordu ki.. O da bir zamanlar, bütün süs ve ziynetler gibi, tasvir ve temsil etmiyen, dış âle “nun loş bir sal bir göz açışp kapama müddeti geç - miş! Ayni kurbağalı dereler, ayni renkler içinde uyuklıyor; ayni mav- nalar, tıpkı Haliçteki benzerleri gibi uzak yelkenlilere ayni ta_hassürle ba- kıyor. Bir yanda ayni çiçekler, ayni vazoların içinde, öbür yanda ayni ye- mişler, ayni tepsilerin üstünde Size ne peyizajlardan, ne de natğir_ mort - lardan bahsedeceğim. Ne isim, ne de resim.. Niyetim, sadece iki ayrı sergiyi dolaşan bir seyircinin, kendi içinde bulduğu iki ayrı sanat duy - gusudur. Birinde bir portre var: 1 numaralı portre diyelim. Kaşları yukarıya kal kık, dudağı boyalı bir kadın başı.. Parlak gözlerile, boyalı yüzü ve du - dağile bu kadın başı belli ki, iki res samın elinden çıkmış. Orijinali ya - pan ressamın - ki portredeki başın sa hibidir - ismini kataloğda göreme - dim. Kopyesini yapan ressamın is - mini ise; mazur görün, söyliyemiye - ceğim. Bu kadın ne kadar canlı, he- men dudaklarını aralayıp "merhaba, nasılsın!,, diyecek kadar canlı.. Fa - kat canlılığı bu cümleyle tükeniyor. Sonra susacak, ebediyen susacak, si - linecek, sokakta rastladığımız her hangi bir çehre kadar bizi bir an alâ- kadar ettikten sonra unutulacak., Bu başı bir yerde daha görmüştüm gali- ba, Hatırladım: Beyoğlunda, bir fo- toğrafçı camekânında.. Vesika fotoğ rafı lâzımsa adresini verdim. Fiyat hususunda anlaşmak size düşer. 1 nu maralı portrenin önünden iki lise ta lebesi geçti. Gülümsediler. Size iki Kodak makinesi hediye etmeği ne kadar isterdim bilseniz! I numaralı sergiden çıkarken, sa- kin, lâkayıd ve mütevekkil bir sa - natın, mevsim değiştiren bir ruhun oluşuna bir tek mevsim kadar mâna - sız ve monoton geldiğini biraz da- ha iyi anlamış bulunuyordum. Şimdi iddia edebilirim ki, Bu pazarı ben, biraz Adada, biraz Buğazda, biraz da Beyoğlunda dolaşarak geçirdim, tıp- kı geçen pazar gibi. Denize baktım, bir dondurma yedim ve halime şük- rettim tıpkı 1 numaralı resim sergi- si gibi 2 numaralı sergi boş bir tiyatro- ÇİNGENELER “D” grubunun beşinci plâstik san- atlar sergisini, her san'at meraklısi gibi ben de gezdim. Herbiri birer “kıymet” olan bu grep recsanları hakkında söyle: c : şeyleri daha sa- lâhiyettarlara bırakarak burada yalnız bir noktaya ilişiyorum. Cumartesi günü, serginin açılışında ressam Elif Naci'nin söyledikleri ve “Tan” ın 23 Temmuz çarşamba günkü nüshasını çıkan Nurullah Berk'in düşünceleri “TURGUT,, dafaa ettiğinden gazetesinden ayrılm?? Salon, onlardan yordu. Fakat onlar dinlefli ve birçok yerlerde — des R&efuses) de F Uzun yıllar, pratüç sonra ancak 1886 - 47 © ru muhiti kendilerint ? Önceleri alay vt © üzerinde duracağım. Bu iki san'atkâ- rın söyledikleri, “D” grubunun ve ge- niş bir zümrenin ruh haletini ifade ettiği için de Aayrıca dikkate değer. Söyledikleri daha doğrusu şikâyetle- ri şu iki noktada toplanıyor. Sergi- mize rağbet yok! Biz bedbiniz! Fakat niçin bu şikâyet? ve biletsiz girilir. Ne resim, ne de isim.. Sadece seyirciyim. Pazar gü- nünü iki resim sergisine bölen bir se yirci,, 2 numaralı portre bir genç a- dam kafasıdır. Bir tek ressamın elin den çıkmış bir kafa.. 2 numaralı por- tre k şmasinı biliyor. Bana sa - me uymayan, kendinden olan, “non reprösentatif” bir güzellik ti. Resime sonradan giren fikri kıy- metler, renk ve çizgileri ağırlaştıran manalar tezyini kıymetleri yani res- min musikiye benziyen tarafını göz- den düşürdüler. — Yine Rönesansa çatacaksın ga- liba.. — Hayır.. Rönesansın yıktığı gü- zellikleri yine Rönesans sayesinde gö- rebiliyoruz. Anlamadığım şey halkın yeni resmi daha kolaylıkla benimse- memesidir. Tezyini kırymetlere dön - mek halka, basit ve çıplak ruhlara dönmek demektir. İsmine bile mana koymak istememiş olan “D” grubu halka en iyi bildiği bir dille, musiki- nin dilile hitap ediyor. “Yeni resim gökyüzü kadar manasız ve boş, fakat gökyüzü kadar derin ve zengindir. Maviliği seven bir adamın yeni resmi sevmemesine imkân yoktur. Fakat maviliği sevebilmek meseledir. Ah o Jokond'un tebessümü!. Bize renk ve çizgilerde mana aramağı © öğretti. Gülmez olaydı o manalı gü- len kadın! Sabahattin EYİBOĞLU tünü. . — Silezya tütünü mü? Ay, orada da tütün yetişir mi? — Tabii.. Nedense insanlar çok şey leri öğrenmek istemiyorlar. Bir kaç senedir, orada da iklimine göre, tü - tün yetiştirmeğe başladık. İlk tecrü- beler muvaffakiyetli neticeler verdi. Bunun üzerine geniş mikyasta zira ate başladık. Bakıyorum ki, siz iyi bir tütün amatörüsünüz. Kamaramda daha çok iyi kalite tütünlerim var. Kabul buyurursanız, takdim ede - rim, Hülâsa havadan, sudan kabilinden, bence ehemmiyetsiz şeyler konuşu - yorduk, Kaptan Möewe'nin yüzünde derhal kaybolan bir tebessüm belirdi. İlk önce bu tebessüme pek eh iyet vermemiştim. Fakat sonradan ne ka- dar ehemmiyetli olduğunu öyle iyi anladım ki, , * Saat yediden az evvel, yolcular gü- vertede toplandılar. Yavaş yavaş da ortalık kararıyordu. Aviatik'de ilk defa yemek yiyecektik. Etiket yoktu. Olsa da pek sadey - di.-Ne smokin, ne yol ve spor kıya - feti.. Lauffen baştan aşağıya beyaz- lar giyinmişti. Kravatına kadar be - yazdı. Bu kıyafetle kendisini tam guüstoy la giyinmiş sanıyordu. Halbuki ne kadar gülünç olduğunun farkında de ğildi. Maryse, yarabbi, o bu akşam ne ka dar bambaskalaşmıştı, ne kadar daha çok güzelleşmisti ğ Uzun boyu, inceliği, zarafeti, çıp- lak kolları ve siyah bir kordelâ ile çevrilmiş saçlarmın. altın rengi ile, bu kız yaşamak zevkinin ve gevkinin tam bir timsali idi. Gözler, tertemiz ten, bütün bunlardan başkca da neşe, zekâ, tazelik, espri, yolculuğumuzu cana daha yaklaştıran en büvük se- beplerden biriydi, , natın zorluğunu resmin benzetmek değil araştırmak, göstermek değil du yurmak, başkasını değil kendini an- latmak olduğunu uzun uzun fısılda- dı. Bir Föerie içinde kaybolmuşa ben- ziyen bu başm kısılmış dudakları, ne kadar içten, ne kadar iyi ve derin konuşuyordu. İçimde biribirini kova lıyan dört mevsimin değişimini, son- rasız sanat duygüsunun çırpınışını duyar gibi oldum. 1 numaralı portrede sanat, olup bitmiş ve pazara çıkmıştır, alıcı bek- liyor. 2 numaralr portrenin — gözlerinde 1se sürekli bir oluşun her bakışta de- ğiş mânasını görür gibi oldum. 1 numaralı sergi, halinden mem - nun olanların sergisi idi. Bu memnu- niyetin bendeki intibar, bir portakal soymak kadar periferik ve geçici ol- du. 2 numaralı sergi halinden mem- nun olmıyanların sergisi idi, ve bun- d_an aldığım intiba, sanat yemişini diş liyenlerin duyduğu buruk bir lezzete enziyordu. Bu lezzeti uzun zaman duyacağım. Boş bir tiyatronun loş bir salonun da açrlan 2 numaralı sergiye tekrar gideceğim. Sabri ANDER Ben kendimi rüyada sanıyordum. Y_almz Lauffen'in de orada oluşu içi- mi sıkryordu. Saat yedide hizmetçi Hermann, metrdotel kıyafetiyle, elinde çan, gü- vertede göründü. Çanı elinde sa'lıya-. sallıya güvertenin -bir ucundan öbür ucuna kadar gidip geldi. Hepimiz sofraya çağrılıyorduk. Bu çan sesleri hâlâ kulağımda çın- lxyor. Hermann'ın hayali de bir türlü gözümden gitmez. Sofrada şen şen konuşuyorduk. Nedense insanlar seyahate ilk çık - tıkları zaman, kendilerinde böyle ha- fiflik, genişlik ve en sıkıntı geçiren- leri neşenin içine alan bir ferahlık duyar'ar. Meuve bile o kadar asık suratına rağmen, şakalaşmağa başlamıştı. Maryse'in sofrayı daha nası! güzel- leştirdiğine lüzum yok. Yat sahibinin emniyetli adâmların- dan olan Hermann ve Ludvig sarı düğmeli koyu lâcivert ceketleri ve Tenh e O gün serginin açılışında görülen taba _WŞ h san'atine dü- yulmağa başlanan alâkanın ifadesi de ğil mi? San'atça bizden ço kilerde o- lan Avrupa da bile birçok sergilerde bu kadar kalabalığa çok vakit rast- lanmaz. Nurullah Berk diyor ki: “San'atkâr yalnız kalamaz. Ne Hollanda'da, ne Rönesans'ta, ne Atina'da ve ne Ro- ma'da san'atkâr yalnız değirdi. Rem- brandt gemicilere karışır ve hayran- lıklar toplar. Mikel-Anj, sokaktan ge çerken parmakla gösterilirdi, ve Phi- dias'ı aşk duvarının dibinde bekliyen orospular severlerdi; Yarım tanrı, san'atkâr diye..” San'at havası içinde yaşıyan bu yüksek dehalar açılmış bir yol üze - rinde yürüyerek artistik ideallerine vardılar. Ve onun için de mukave- mete uğramadan muvaifakiyet kazan- dılar. Fakat san'at sahasına alışılmamış şeyler getiren ve yolları açmak ken- dilerine düşen san'atkârlara bir baka- lım. Bunlar smuvaffakiyeti değil, dik- kati bile üzerlerine çekememişlerdir. “D” grubuna mensup san'atkârla - rın çoğunu tekemmül ettirmiş olan Fransa'yı, on dokuzuncu asır sonla- rındaki Fransa'yı gözden geçirirsek hakiki kıymetlerin, değil halk tarafın dan, san'atkârlar tarafından bile anla- şılmadığını görürüz, z Pissarro, Monet, Sisley, Renoir, Berthe Morisot, Guillaumin ve C- zanne, akademinin an'aneciliği ile, kütlenin alayr ile şiddetle mücadeleye mecbur kaldılar. Monet'nin (Döjeu- ner sur |'herbe) ini (Salon) kabul et- medi Olympia isyanlar ve tehevvür- ler uyandırdı. (Charivari) mizah ga- zetesi (Monet) yi ve arkadaşlarını tahkir etti. Emile Zola, Manet'yi mü- M_ — Evet, öyledir. Halis Silezya tü | beyaz pantalonları ile kusursuz hiz- met ediyorlardı. Sofrada mevsimin en nadide çiçekleri vardı. Batan güneşin pencerelerden salo- nun dekorlarına vuran erguvani iği ayrı bir ziynet teşkil ediyordu. Senenin en üzun günlerinde idik. Yontulmuş kristal şişelerdeki likör- lü, yatın dalgalara uyan ahengi ile birlikte kırmızı, yeşil akislerile bu erguvaniliğin ve renk renk çiçekle- empresyonizm son yılmış ve Am İngiltere'de, Norv da, Belçika'da, İspâf yük san'atkârlar Hareketi ve akış! biliyetli olan, ve şe&” yağmurları içinde Tfa nistler ilk önce naS$t vaff, T Ç zeneyi ve devami sionnist'ler de &4 vaffakiyetsizliğe U onnisme'in mübıe gi nın Bach'ı sayılan V garde ekolleri hazif”i Salon'un istihfafınâ /| kabiliyetsiz bir (17 rak mütemadiyen <| Eğer babası zengif | saydı. Cözanne MÜ” gi ölürdü. Fakat bugü” dadır. Her yeni san'at, © bulur. Bu eski safi laşmış, kök salmıştif, mek istiyen her vaffakiyetsizliğe V ati yaymak isti! mücadeleye — haf zum da yok. Ç nidir. “D” grubu? yorulmadan, ve bir “hava” yi bir günde beş gW senede yaratılmâ?" £ işidir. Her san'at # 4 te varmak için â)' dan çıkmağa met” Za?ıınnmğım en rından sayılan VE rini gelecek n so, bir Matisse, Brague, bir 4? ayaklarının dibint vaffakiyet, alâkâ, ratılır. Ben kendi h€ ğerli arkadaşla bir sebep gönn“ Suut di T Akdenizdeki ilk B karıyorduk. j Ertesi sabalt ve taze traşli oli eli j rin içinde emsalsiz mücevherler gibi parlıyorlardı. Yemeğimiz hayfi uzun sürüyordu. Güneş, kan gibi denizin içine yavaş yavaş kendini brraktığı dakikalarda idik. Hizmetçiler sofranın ikl ucuna gümüş şamdanlar getirip koydular. Sofranım üstüne açık pembe bir :$1ık yayıldı. O kadar kaba görünen Fra- Mmond'un böyle ince zevkleri vardı. Huiâsa yemeğimizi vedik, içkileri- mizi içtik. Şen şatır sofradan kalk- tık. Fümuarda kahvelerimizi de al ; dıktan sonra, güverteye çıktık. Rahat transatlantik koltuklarında kendisini ne kâ” Korsik<ya Y"“ kin denize ğe'“ ; vapura benziy9'” “Sabalırn mGl:î bir ıerî:x'.i: Eî_ : cuları bendel 'lardı. Beni I'Ütg; neşeli, yarı İK H Sey_vıl'.atîn'-lf y geçeceğe bensi hatin muhtelit *