Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.
( Nü Küçük İsmail (Maskot) u Milli sinemanın bulunduğu yerde çıkarmağa çalışmıştır. Tiyatronun bitişi- ginde bir İngiliz bakkal varmış. Bakkal artistlere iki ayda üç küfe zeytin satmış. Artistler zeytini veresiye alırlar, «parasını Masko: çıksın, öyle vereceğiz» derlermiş. Zavallı bakkal da (Maskot) u adam zanneder, : ikade bir «nerede kaldı bu herif!'» diye bağırırmış. * " * . D - " D - - .." LL N? - Hazır lâfımız operette iken, hbiraz da operetciliğimizden bahsedeyim. Mütare- ke bidayetlerinde alafranga opereti tanbulda tekrar canlandıran Cemal Sa- hirdir. Şimdiki Millf sinemanın olduğu tiyatroyu isticar ederek burada kendi ger- mayesile faaliyeta girişmişti, Bestekâr Muhlis Sabahatltin, Ömer Ay- dın, Şehir tiyatrosunun merhum Küçük Kemali, Efraz, bir aralık ta Nureddin Şefkati başbaşa vererek ciddi bir şekilde çalışmağa başlamışlardı. «Çardaş» burada hemen hemen bir Avrupa opereti derecesinde mükemmel oynanmıştı. Burada gerek Cemal Sahir, gerekse Muhlis Sabahattin birçok ope- retler çıkardılar. Ne çare ki tam yetişkin bir çağda iken anlaşamamazlık yüzünden dağıldılar. Bundan sonra aradan uzun bir boş zaman geşti. Bu devrede operet faa- Hyeti hemen hemen hiç yoktur. Bilâhare memleketin operete olan ihtiyacını naza- rı dikkate alan bir kısım musiki ve sahne san'atkârları bir araya gelerek (İstanbul Opereti) ni teşkil ettiler. Mizıkası alaturka sarlardan mürekkeb olan bu operetin başında merhum beste- kâr İsmalil Hakkı Bey bulunuyordu. Ke- mantf Hasim, udi Fahri, tamburi Ahmed, neyzen İhsan vesaire gibi tanmmış mu- siki Üstadlarından mürekkeb 25 kişilik bir heyet tarafından musiki kısmı idare Naşid Sürpik Dudu rolünde Rıza vardı. Cemai Sahir, Hakkı Necib, Dede Salâhaddin, Bezai, İsmail Hakkı, Nevart, Ağgavni Necib, Siranuş, Oranya, Mannik ve daha aklıma gelmiyen güzide san'atkârlar da artistler kadrosuna da- hildiler. Bu operetin Ssahnesine, dekorlarına, her hususta fevkalâde itina edildi. Çok çalışıldı, uğraşıldı; çok ta rağbet görd'. Bu operet apayrı bir işti. Faaliyeti bize sekte vermiyor, heyet rakih vaziyete geç- miyordu. General Refetin İstanbulu teşriflerin- de, kendisi operetin bir temsiline davet edildi, Onlar bir operet oynadılar. Biz de arkasından Fahrı ile Nasreddin Hocayı ediliyordu. Sahnenin basında merhum Kaptanzade | I htiyar, her iki gencin de yüzle- : rine dikkatle bakıyor, bir türlü bir ad konduramıyordu. Kendisine: «Mollacığım!» diye hitab edişlerinden ' yabancı olmadıkları belli idi amma, kim idiler? Memduh, kapının dışında çok durmayı muvaffik bulmadığından dayanıp içeriye, avluya girdi. Orada, ihtiyara tekrar takıldı: — Bunamışsın artık.. eşi, dostu ayırd ecemiyorsun, Molla! Nafilel, Yazık ol- muş sana! Var kuvvetile hafızasını harekete getirmeğe çalışan adamcağız, rüihayet muhatabını isimlendirip ferahladı. — Memduh beyefendi! Oo, maşallah efendi zadem! Nerelerde kaldınız? Mü- barek kademinize soğuk su mu, sıcak su mu dökelim? Vallah göresimiz geldi! Firkat o mertebe uzadı ki, billâh tanı- yamadım. Kusura bakmayın, şehle - vendim! Eh, artık dâiniz de ateh getir- dim. Deminden mahzı keramet buyur- dunuz: Kocadım gayri. Ne olacak? Yaş yetmiş, iş bitmiş! Zamanla kuvvei ba - sırama da zâf ârız oldu. Göz görmez.. kulak işitmez.. Sinnüsâl vücudümüzün eksik kalan kusurlarını da ikmal ey - ledi. Kamburluk meğer hiçmriş. Onun bir nakise değli, bilâkis esbabı zara - fetten madud bir hususiyet idüğini id- rak eyledim âmma iş işten geçti. Buyu- run devletlim!. Buyurun saadetmea - bım!. Şu odada aram edin; varayım sâ- hihetülbeyti teşrifinizden agâh edeyim. Bir sincab yürüyüşile, tin tin içeriye koştu. Camlı kapıdan seslendi.: — Kim var orada? Hürmüz hanım! Kızım.. evlâdım! Validene haber var : Memduüh beyefendimiz teşrif ettiler. Bizi müstağrakı sürur eylediler... İki dakika sonra, yılların tahrib ede- mediği yosmalığile, Rânâ oda kapısın- da göründü. Zaman, vücudünü biraz daha tombullaştırmakla kalmış, ne saç- lerınin rengine, ne de cildinin terave - tine ve gerdinliğine halel getirmişti. 'temsil ettik. Generalin takdirlerine maz- har olduk. (İstanbul Opereti), faaliyet devresin- de, şu operetleri çıkardı: Müsahibzade Celâlin (İstanbul Efendi- si), (Ath Agses), (Yedekçi), — (Zühre), (Çile), (Macun Hokkası).. Çileyi mızı- kalı muallim Zati Bey bestelemişti. OÖperet bundan sonra birçok — defalar dağıldı, toplandı. Türlü isimler aldı, Dir takım yeni heyetler çıktı. Fakat hiç biri- İgsi tutunamadı. Şimdi memlekett2 bir ta- ne (Halk Opereti) var. Bu da Cemal Sa- hir, Ömer Aydın operetinin Gdevamılır. Bunları bir zaman Süreyya Pasa himaye sine aldı. SŞimti kendi yağlarile kendile- ri kavruluyorlar, Başta Lütfullah Süruri olmak üzere feragatle, yoksuzlukla mvwil- cadele ederek çalışıyorlar. Lütfullah Sü- ruri çalıskan bir arkadastır. Onu ben ilk defa şimdiki (Dağcılır Klübü) nün bulunduğu yerdeki Eldorado tiyatrosunda (Arşın Mal Alan) da Sülev- man rolüne kendi elimle çıkardım. Ken- disine cesaret verdim. Sar'atın bildiğimiz ineeliklerini öğretmeğr çalıştım. Bana: — Sebat edeceğim, yılmıyacağım! Demişti. Sözünde durdu. Cemal Sahirin de operetimize yaptığı hizmetleri anmak lâzımdır. Cemai Sahir zeki, malümatlı, Avrupa görmüş bir ar- kadaştır. Öperet uğurunda her şeyini vermiştir. Öperet büyük fedakârlık ister. Herkes konuşur, fakat herkes şarkı söy- Hyemez. Öperette biraz daha marifetli elemana ihtiyaç vardır. Operet para İşi- (Devamı 10 uncu sayfada) osta'nın Romaı ' 9 “Ah ne baygın -<— * sinin dekolte ya « kasmd.ın beyaz ger- danı, — toparlak o - muz başları, dik du- ran göğsünün ufa - cık bir kısmı bü « tün güzelliğile gö - rünüyordu. Müte - bessim bir çehre ile: — Bafa geldiniz ! dedi. Doğrusu, bek- lemiyordum. — Neden? — Bü kadar va - kittir Hatırımı s8ör * madığınıza göre, dünkü vadinize de pek inanasım gel - — yVHakkın var, Rânâ ablacığım! Ne desen, yerden göke kadar haklısın. Lâkin, mne bileyim? El değmedi, işte! Memduhun gözü daima kapıda idi. Otadan gelecek Hürmüzün gölgesini gözetliyordu. Rânâ bunu sezdi, güldü.: — Kapıya ne bakıyorsunuz? dedi. Bir kimseyi mi bekliyorsunuz? Daha | gelecek başka arkadaşınız mı var? Delikanlı mahcub oldu: — Yok, hayır! Bir kimseyi bekledi - ğim yok! Sana öyle gelmiş... — Ne yazık, ne yazık! Hakikaten teş- rif edeceğinizi bilmiş olsaydım, ona gö- re tedarikli davyranırdım. Evde benden başka kimse yok. Artık temelli kızlar bulundurmuyorum. Sizin gibi hatırlı, Sırtındaki falbalalı, filizi ipek entari - eski dostlar geldikçe, bir iki yere haber yaz şemsiyeli!,L57 salıyorum, geliyorlar, Fakat şimdi geç oldu. Gündüzden haberim olsaydı... Macidin aklı, bermutad başka yerde idi. Gözlerini ayaklarının altında serili halıya dikmiş, dalgın dalgın hep ayni noktaya bakıyordu. Memduh ise Râ - nânın sözlerinden bir şey anlamıyordu. Hürmüz de mi yoktu evde acaba? Karı onu mahsus kaçırmış mi İdi? bunu ken- di kendine sorarken, biraz evvel, Be - berühinin içeriye: « Hürmüz hanım! » diye seslendiğini hatırladı. Yüzünü kız- dırıp sordu: — Kerime hanım nerede, hanım ab- la? — Neye sordunuz? — Hiç! Görelim diye sankil. Allah :| rak ikinci bir hataya daha düştüler, Sul- Ku sene sonra alevlenen münakaşa — | Mart 9 Abdülâzizin ö wü katledildiği iddiaları doğru mudur? Sultan Aziz Hafız Mehmed Beyin Sultan Muraddan getirdiği mektubu okuyup bitirdikten sonra “ Süphanallah.. Acayib! ,, diye söylendi — ( al Bunu, yukarıya âynen — dercettiğimiz mektub da gösteriyor. Bu hatayı yapanlar, farkında olmiıya- tan Âzizin bu mektubunu, — gazetelerle neşrettiler. Bu hareketlerile de; Sultan Azizin, saltanatı Sultan Murada terket- miş olduğunu halka ilân etmek istediler. Halbuki bu mektub, halk üzerinde çok menfi bir tesir hüsule getirdi. Her taraf- — Bü mektubu deli değil, olur olmaz akılı bir adam da yazamaz. Demek ki (deliliği) bahane ettiler. Padişahı haksız yere hal'ettiler. Sözleri yükseldi. Buna, Sultan AÂzizin aleyhtarı olan o zamanın münevverleri de itıraz etmişler: — (Muhtelişşuur) tâbiri yerine, (muh- telilahlâk) demek lâzım gelirdi. (İhtilâli şuur) tâbirinin şeriat lisanından sudur etmesi, ortada (garaz) olduğunu göster- meye kâfi delildir, Demişler.. ve hattâ, birkaç gün sonra Sultan Muradtın deli olması üzerine, bu büyük hâdiseyi de: — Sultan Murad taraftarları, Sultan Azizi (deli) diye hal'ettiler. Bu iftirayı, o da kabul etti. Fakat Cenabıhak, ma- nevt bir ceza olmak Üzere onu ayni illete müptelâ eyledi. Ömrü oldukça, bu derd- den kurtulamıyacak. Diye, tefsir eylemişlerdi. Sonra.. Mitat Paşa da, Sultan Azizin (mecnun) olduğunu kabul etmiyor. (Tab- sarai İbret) ve (Miratı Hakikat) isimle- rindeki kitablarında: (Sultan Aziz, âkil ve fatin ve hayırhahı devlet ve âli himmet bir zat olduğu hal. de, sonradan her nasılsa tebd'li ahlâk e- derek ulüvvü himmet yerine, kibri aza- met kaim) olduğundan bahsediyor. Halbuki, Sultan Azize (muhtelişşuur) diye verilen fetvayı kabul edenlerin en başında bulunanlardan biri de Mitat bağışlasın, pek se - vimli da.. Rünâ gene gjl - — Hürmüzü mey- Paşadır. Bu fetva ortada dururken de, yukarıdaki mektubun gazetelerle neşre- dilmesi üzerine, Mitat Paşa da dediko- du karşısında kalmıştır. İstitradımız, bitti, Gelelim, hadisatın - Hafız Mehmed Beyin lisanile - nakli- ne... * * Hafız Mehmed Bey, Sultan — Azizin mektubunu alıyor. Bir zabit refakatinde olarak Topkapı sarayından çıkıyor. Dol- mabahçe sarayına geliyor. Mektubu, Sul- tan Muradıin başkâtibine veriyor ve neti- ceyi bekliyor. ; Aradan bir saat geçiyor. delâletile huzura çıkıyor. Sultan Murad, hem yemek yiyor ve hem de Hafız Mehmed Beyle konuşu,, yor... Fakat bü konuşmada da bir gara- bet vardır. Yeni padişah, adetâ vaziyet- ten bir hayret ve telâş içinde bulunuyor; — Amcam, ne yapıyorlar.. pek ziyade mi endişe ediyorlar?.. Korkmasınlar. Me- rak etmesinler, Ben zalim değilim. ' Diyor. Hafız Mehmed Bey: — Estağfurullah... Diye söze başlıyor. Yeni padişahı acın« dıracak sözler söylüyor. Sonunda: — Vaziyetten ö kadar müteessir bulu« nuyorlar ki, hiçbir teselli kabul etmiİ« yorlar, Maamafih, lütfunuza ve adaleti. nize mazhar olacaklarına kuvvetli ümid« leri var. j Diye, söze nihayet veriyor. Sultan Müurad bunları dinliyor. Sonra cevab olarak: — Müsterih olsunlar... Diye, kısa bir mukabele ile konuşmak ya hitam veriyor, Hafız Mehmed Bey, bu kısâ cevabla ika tifa etmek istemiyor. Getirdiği mektuba, gene bir mektubla cevab almak fikrina düşüyor. Fakat tam o anda, Sultan Mu«s radın orada bulunan bendegânı işaret ediyorlar. Hafız Mehmed Beyi dişarı çıx karıyorlar. (Devamı 15 inci sayfada) Başkâtibin diyelerinize teşekkür ederim. Pek makv bule geçti. Hele lavantaya Hürmüz peli sevinecek... Hemen dişarı atıldı ve yukarıya seşe lendi: — Hürmüz! Hürmüz!, Gel, beylerin yanına in! | Memduhun yüreği hızlı hızlı çarp « mağa başladı. Muradına erecek mi idi? Biraz sonta odanın içi taze, muattarş parlak bir bahar havasile doldu. Hür< müz, gençliğinin bütün taraveti, hüs « nünün tekmil şaşaasile içeriye girmiş* ti. İki gencin ikisi de gayri ihtiyari aya dana — çıkarmıyo - rum pek. Bizim ha- yata alışmasın. O - nu, Âllah kısmet ©- derse, çeziyleyip ev- lendireceğim. Sahi mi söylüyor- du? Olabilir a! Ne sefil anneler vardır ki, evlâdlarının ır - zinı, iffetimi çöpten sakmırlar. — Onlara namuskâr bir hayat temin etmek ister - ler. Eğer Rânâ da onlar gibi ise, bu - Hürmüz, gençliğinin bütün taraveti, hüsmünün tekmil şaşaaslle içeri girmişti. yaya kadar boşuna zahmet etmiş olacaklardı. Pişkinliğine rağmen, Memduh daha İleriye gitmek- ten çekiniyordu. İşi tabli cereyanına bırakmayı tercih ederek, daha olmazsa, biraz eturup gitmeye, geceyi Beyoğ - hunda geçirmeğe karar verdi, Getirmiş olduğu hediyeleri Rânâya teslim ede- rek: — Evinizde güle güle oturmanızı te- nfenni ederim; dedi. Cenabjhak ağız tadı versin. Kerimenizin mürvetini görürsünüz, mşallah! Bu temennisini öyle bir ciddiyetle iahar eylemişti ki, Rânâ dayanamadı. — İlâhi Memduh bey! Hiç değişme - mişsiniz! Dört kaşlı zamanınırzda ne i- seniz, gene osunuz. Çocuk! Çocuk! He- ğa kalktılar ve gözlerini bu harikulâda simaya diktiler. Kiız maviler giymişti. Sadeliğile be « raber elbisesi kendisine © kadar yakışı mış idi ki, süslü bir insandan ziyade se« mavi bir manzarayı andırıyordu. Koyu altın sarısı saçları, çok muntazam başı nın üzerinde topuz yapılmıştı. Pembe kulaklarında birer firuze küpe sallanı" yordu. Bakışları bir yaz sabahı kadar berrak ve iç açıcı idi. Bilekleri, beli kdı bar bir incelik arzediyordu. Geldi.. nat zikâne selâm verdi, ve analığının yü : züne bakarak, odanın ortasında durdu — Âl, yavrum! Bak, Memduh beya * fendi sana lavanta getirmiş. — Teşekkür ederim, efendim! — Estağfrullah... Hanımefendi! Yarabbi! Bu safiyet, bu masum tavin lar gerçek mi idi? Memduh nasıl etsi de, hakikati anlasa? Hırs ile hürme! arasında bocalıyordu. Rânâ gibi, şey ! tana küllâhmı ters giydirmiş bir karş nın yanında bu kızın ismetini muhafa' za edebilmesine imkân tasavvür edilti mi idi? Bu beyin törpüleyici düşünce içeri sinde, hep beraber oturdular. Memduhun haleti ruhiyesini gözle rinden ve çehresinden okuyan Rânâ için için, zevkleniyordu. Hürmüz, de likanlının zannettiği gibi değildi. Fuhu hayatına çoktan atılmıştı. Ancak Rân onu idare ediyordu. (Arkası var)