D Edebiyat hükümdarları: II ” — 1 Mahkümlar adasında bir İngiliz Şairi Shelley Yazan: İbrahim Hoyi İngiliz edebiya- ftında — akislerini gördüğümüz — üç zümre vardır ki, her biri ayrı ayın hülyalar kurmuş, 8 kendilerine birer & ideal yol çizmiş - _.x lerdir. Sadece bir V AA hülya sever olan ve derin bir rüya âleminde yaşıyan Blake, ilk züm- redendir. — Blake, — kurduğu — hülya ile memnundur, mes'uddur; ve yealite — dünyasında — etrafımı — far - ketmeksizin sendeliyerek dolaşır. İngiliz edebiyatının ilk yolcularından Wrycliff, Langland ikinci zümreye ayrılır. Bu gi- bilere «Mübeşşir» ismini takabiliriz. Ga- yeleri, kendi hayallerinde yaşattıkları idexle doğru sessizce yürümek ve bu ide- ali insanların anlıyabileceği bir şekilde anlatmaktır. Üçüncü zümrenin mensubları ise tür- di türlü şekillerde karşımıza çıkarlar: Onları, ihtilâlei, radikal, anarşist, mistik kalıblarile görmek mümkündür. Bunlar, bir hayal peşinde koştular mı idi, asırla- rın binbir zahmetle meydana getirdiği müesseseleri — yıkmaktan çekinmezler. Herhangi bir engelin ve perdenin kendi hayallerine takılmasına asla dayana- mazlar. İşte, hayatını kısaca anlatmaya çalışa- vağımız Shelley, bu zümredendir. O Shelley (Şelli) ki, mevcud cemiyet ve Ansanlarla bağdaşamadığı, — kendisinde hoşlanmak kabiliyeti duymadığı ve ni- bayet bir düşünce ve hayalin değer ve maksadını yanlış ölçtüğü için dalma bu- günkü dünya sistemlerile mücadele et- miş, ve etrafa bir menfi bir mazlum gibi 1792 gsenesinde Sussexde, Field Place'da doğdu. Anne, baba tarafı asil insanlardı. İngilterenin siyast ve edebi tarihinde ta- ninmış, isimleri geçmiş ailelerdendi. O da, şair Blake gibi, çocukluğundanberi bir hayal dünyasında yaşamıştı. O kadar ki, civarlarında bulunan ormanın mu- hayyel ejderleri, başsız mahlükları, ken- disini daima korku yaratan bir hâle ile çevrelemişti. Shelley, tabif bir insiyakla denebilecek bir çabuklukla birçok şeyler öğrendi, Klâsikleri sindire sindire ezber- ledi. Bununla beraber. ilerinin çılgın, de- Hmeşreb şairi Shelley alelâde insanların gittiği öğrenme yoluna sapmaktan hoş- lanmıyordu. Tıpkı Faüst gibi, ruhlarla tanışmak, muhayyel ülkelerde dolaşmak istiyordu. «Entelektüel güzelliğile kasi- de> isimli şiirinde bu iştiyakının bütün gizgilerini buluruz. «Daha çocuk iken, hayaletler aradım ve birçok odalardan, mağaralardan ve harabelerden ve yıldız işıiğile aydınlan- mış ormandan, uzaklaşmış olan ölü ile yüksek konuşma ümidlerini kovalıyarak, korkak adımlarla hızla geçtim.» Shelley'in ilk gittiği mekteb, kalın ka- falhı bir İskoçyalının, falaka ve her türlü zulüm ve işkencelerle idare ettiği bir mektebdi. Onun için, Shelley, böyle bir irfan ocağı ile karşılaşınca, burası mek- teb değil, hapishane ile cehennem kır- ması diye düşündü ve 12 yaşına basıp ta Etondaki meşhur ilkmektebe girdiği zaman, mevcud müesseselere karşı duy- duğu isyan çocuk ruhunu çoktan kapla- mış bulunuyordu. Shelley, zarif, nahif, asabi, ve harikulâde denecek derecede hassas bir çocuktu. Sonra, çak güzel bir Hnsandı ve bundan dolayı da, arkadaşı Cowper gibi, kaba, haşarı mekteb arka- daşlarının eziyetlerine, alaylarına uğra- dı. Fakat Shelley, Cowper (Kovper) in ak sine olarak haşarı, altta kalmıyan, adetâ tahrikçi bir çocuktu, zulme tahammülü yoktu. Manen, maddeten kaynıyarak, ta- Şarak, mekteblerde mevcud olan falaka sisteminin aleyhine matuf bir isyan ha- reketi hazırlayıverdi. Arkadaşlarının a- rasında adı, «deli - çılgın Shelley» diye çıkmıştı. Shelley Etonda edindiği tecrübelerden sonra, her şeye isyan etti. Baş kaldırdı ve insan camlasının her türlü cebhesinde kafa tutulacak sebebler, vesileler buldu, yarattı. Revolt of İslam (İslâmın baş kal- dırması) isimli eserinde dediği gibi, «in- sanlık arasında harbetmek üzere» mek- tebi terketti. Üniversiteye devam — etti. Bu müddet zarfında da çocukluk devri- nin tecrübelerini bir kere daha yaşadı. Oksfordda talebe iken Hume'un felsefes sinden bazı parçalar okudu. Arkasından hemen «Dinsizliğin lüzüumu» diye bir ri- sale neşretti. Bu eser, haddi zatında bu- dalaca karalanmış bir risale idi. Fakat Shelley, üşenmedi. Kızacaklarını ümid ettiği insanlara posta ile bu eserinden birer tane gönderdi. Bittabi böyle bir haroket, mekteb idaresinin kulağına ak- setti. İdareciler arasında ihtilâflara se- beb oldu. Fakat Shelley, Nuh deyip te peygamber demediği için, 1811 de Üni- versiteden tardolundu. Shelley'in evlenmesi de yürekler acısı bir hâdisedir. Londrada, kız kardeşinin verdiği bir para ile geçinen Harrlet Westbrook isminde bir mektebli kız, Shelley'in kaba, ihtilâlci doktrinlerine aldandı, ve eumumi! isyanda onun da eli bulunsun» diye mektebden çıktı. Büyüle- yici bir kandırma kuvvetine malik olan Shelley, genç kızı tamamile avucunun içine alınca, o da Shelleyin himayesine Psığındığını ilân etti. Bu iki müvazenesiz genç, mevzu evlenme kanunlarına hiç te uygun olmıyan bir tarzda evlendiler. Shelleyin babası, oğlunu mirasından mahrum etti. Buna rağmen, ne do olsa hbabalık hissile, oğluna gayet az bir tah- sisat bağladı. Yeni evliler iki sene bir arada yaşadık- tan sonra - artık heyocanları sönmüş ol- duğundan - kolayca ayrılıverdiler, Ara- dan iki sene daha geçti. Shelley, anarşi taraftarı ve lideri Godurin isminde biri- sile ahbablığını ilerletti. Kızı Bary'i sev- mek, ve bu hissini açığa vurmakla da Godurinin nazariyelerine ortak çıktığını gösterdi. Fikirleri yüksek olan Shelleyin ruhan bu kadar alçalmasını araştıranlar, daima tezad dolu hâdiselerle karşılaştık- ları içindir ki, Byron bile ondan bahse- derken: » *Shelley, tanıdığım insanların en na- ziki, en sevimlisi, ve en az beşeri düşü- nenidir..» demişti.. | Shelley, 1818 senesinde, kısmen efkârı umumiyenin aleyhinde beslediği düş- manlık hislerinden, kısmen de hastalı- ğından dolayı İtalyaya gitti. Bir daha da İngiltereye dönemedi. Şair üzun müddet İtalyayı gezdikten sonra, birçok İngiliz gairlerinin sevdiği, sakin, uykulu Pisada karar kıldı. Orada yerleşti. Şair, burada en güzel şiirlerini yazdı. Byron, Hunt gibi şahsiyetlerin arkadaşlığı ile de a- vundu, teselli buldu. Fakat Shelley eski huyundan bir türlü vazgeçmemişti. İn- giliz müesseselerine karşı derin bir kin besliyordu. Fakat günler, aylar geçtikçe ayağı suya ermeğe başladı, Zira, hayat bizatihi en iyi bir hocadır ve Shelleyin son yazdığı şilrlerde de hatasını anladı- ğini, kabul ettiğini gösteren — mısralara rastlıyoruz. O wrorld, O life, O time On whose last steps I climb 'Trembling at that where T had stood before; When will return the glory of your prime No more öh, never more! Tercüme etmeğe çalışayım: «— Ey dünya, ey hayat, ey zaman Titriyerek son adımlarında, önceden durduğum yere tırmenıyorum. Sabahının zaferi ne zaman geri gele- cek? Bir daha gelmiyeck, asla gelmiyecek!... Shelley 1822 senesinde, İtalyan sahille- rinin uzaklarında, küçük bir kayıkla ge- zerken denize düştü. Boğuldu. Aradan e- peyce geçtikten sonra cesedi sahile vur- du ve dostları Byron, Hunt ve Trelawney tarafından Vitoreggio civarında yakıla- rak, külleri huzursuz ruhunun bir sem- bolü gibi. çok sevdiği havaya, rüzgârlara serpileceği yerde, Romada İngiliz me- zarlığında, Keats'ın mezarı yanına göl müldü. Shelley 30 yaşında hayata gözle- rini kapamıştı. Eserleri: Lirik bir şair olmak itibarile, Shelley | İngiliz edebiyatının en yüksek dehala-| rından biridir. Şairi tanımak İstersek, «Bulut, Bir tarla kuşuna, Garb rüzgârma kaside, Geceye» isinili şürlerini mutlaka okumamız icab eder, Ancak o zaman, dü- hi fakat bedbaht şairi ruohumuzda ve bü- tün benliğimizde sezebiliriz. POS gün: 3 Yılan oynatan mahküm Bir çokları gibi o da kız kaçırmak suçundan mahküm... “ Yılanlara bile söz geçirirken bir genç kıza lâf anlatamadın mı?,, dedim. Yüzüme dik dik bakarak: “ Kadın yılandan da beter!,, cevabını verdi Vapurumuz mahkümların - çaldıkları davul, zurna, çifte nâranın gümbürtüsü arasında halatlarını çözdü. Uskur bir an evvel hürriyetine kavuşmak için acele e- diyor. Kalamış'ın on dakika kumlarda postnişin olması mukadder olan ardın- dan çıkan beyaz köpükler bu ayrılışm sevinç kahkahası gibi. Lâkin o ne?.. Et- raftan sesler yüksliyor: — Durun!.. — Kaptana haber verin!. — Koşuyorlar?.., Acaba bir kaza mı?.. Zannetmem, Hiç- bir feryad filân işitmedik. Hepimiz iske- le tarafına hücum ediyoruz. Adedee ten- hayız ama, kilodan yana maşallahımız var, Davetlileri teşkil eden zevatın he- men hepsi şişman. Vapur yana yattı. Ba- kıyoruz. «Kurun» başmuharriri Asım Üs- la Niyazi Ahmed, dilleri dışarda, nefes nefese koşuyorlar, Asım Usla Niyazi Ahmedi mahkümlar çabucak bir sandala bindiriyorlar, Davul zurnamın gittikce coşan nağmeleri ara- sında ikisini de vapura çekiyoruz. Bu ka- dar telâşlanmalarına lüzum yok. Gide- ceğlmiz ikinci merkeze araba ile de ge- lebilirler. Fakat gelin de kendilerine s0- run: — İstanbula dönüyorsunuz zannettik. Ödümüz koptu?.. * On dakikalık kısa bir yolculuğu müte- akib Mete burnunda tesis edilen ikinci merkezin önüne geliyoruz. Burada da 250 mahküm var. İlk gezdiğimize naza- ran daha küçük olan bu kısmı da görmek için karaya çıkacağız. Lâkin biz karaya ayak basmadan vapurumuz bu işi yapı- yor. Cezsevinin peşini çapkın bir - deli- kanlı inadile bir türlü bırakmıyan (Ka- lamış) adaya 300 metre kadar açıkta diz- lerinin bağı çözülmüş gibi yere çömelive- riyor. Pek şiddetli olmryan bir - sarsıntı hissediyoruz. — Oturduk!.. E, ne yapalım, oturduksa kalkarız. Fa- kat haddinizse kalkın. Türlü türlü ma- nevralar yaptık, demir attık,kendimizi çektik, olmadı, olmadı. Biz nazlı Kalamış'ın gönlünün olması- ni bekliyecek değiliz ya! Motör ve ardı- na bağlanan alamana bizi pekâlâ iskeleye çıkarabilir. Peki ama (Kalamış) yerin- . den kalkmazsa âkıbetimiz nice olur. Bur- sa valisi ile hapishane müdürünü aldı bir düşünce. Bu kadar insan nerede mi- safir edilir? Nihayet fedakâr müddelu- mumfmiz Hikmet Onat cezaevinin motö- rile Mudanyadan dönecek olan Trak'ın yolunu çevirmeğe gitti. Fakat vapuru bu- lamamışlar. Armudluya gidip — vaziyeti İstanbula haber vermeğe karar vermiş- ler, Gelelim bize: Karaya oturmak kimin umurunda, Gü- Je oynıya karaya çıktık. Burada da mah- kümlar yolun etrafına iki sıralı dizilmiş- lerdi. Vekil ve misafirleri alkışlarla, te- zahüratla karşıladılar. Vekil hatırlarını sordu.. (Sağol) la mukabele ettiler, bize lezzetli kurabiyeler ikram ettiler, Arka- sından gelsin lenger lenger karpuz, ka- vun, üzüm, incir. Bir taraftan önümüze dizilen bu nes- nelere iltifat etmekte kusur etmiyoruz a- ma, diğer taraftan gözümüz de vapurda. —Hazretin kımıldanmıya ni- yeti yok. Bütün tecrübeler para etmedi. Artık ümid kesilmişti, evde (refika) sının merak edeceğini düşüne- rek yüzlerine akşamın hüznü çökenler müstesna, herkes merakla tertib edilen güreş musabakalarını seyrediyor. Evet, pehlivan mahkümlar, adanın Ço ban Mehmedleri, Tekirdağlıları soyun- dular, kisbetleri giydiler, kendi istihsal ettikleri zeytinyağından da hovardaca sü- ründükten sonra «Hodri meydan!» dedi- ler. Daha ortaya çıkmadan evvel hakem- leri, yahud, siz deyiniz menajerleri onla- rın başlarını önüne eğiyor, bir uzun peh- Hivan duası öokuyordu. Hakikaten mahküm pehlivanlar Veki- lin karşısında iyi güreş tuttular; ve hep- İmralıdaki mahkümlardan bir (Kalamış) a endişeli bakan gözler ar- fiyor, Gazeteci arkadaşlardan biri: — Evden merak ederler, diyor, şimdi ne yapacağım ben!.. Hele çocuk., Naci Sadullah soruyor: — O sünnet oldu, değil mi?.. — Evet! — Merak etme, canının acısından seni düşünmeğe vakit bulamaz. Tanınmış bir avukat arkadaşına derd yanıyor: — Refikam cariyeniz dehşetli sinirli- dir de, Vapurla deniz üzerinde olduğu- muzu biliyor. Merak edecek, sokaklara fırlıyacak!.. Haber vermke imkânı da yok ki. Profesör Saim Ali: — Asım Usun âhı tuttu, diyor. Nasıl, beklemez misiniz adamcağızı. İşte iki da- kika, iki dakikadır. Bu yüzden oturduk. Mahkümların arasındayız. Adliye Ve- kili birer birer onlara nereli olduklarını soruyor, bazısını tanıyor da. — E, nasıl bakalım, alıştın mı?, — Memnun musun?, Hepsi minnetle Vekile teşekkür ediyor, ellerini öpüyorlar. — Çalışmalı arkadaşlar! diyor Vekil, toprağın altını üstüne getirmeli. Ne bu- lursa kapmalı, Toprak kısırdır derler â- ma, çalışana verir. Mahküm bir ziraat memuru: — Sen yalnız emret! diye bağırdı. Yalnız emret. Sayende adayı cennete çe- vireceğiz. Ekilmedik bir karış toprak kal- mıyacak! Bize verdiğiniz emeği ödeme- ğe çalışacağız. Buradaki mahkümlar arasında bir de yılancı var. Kendisi henüz pek genç. Ö- demişli. Dört tane yılan tutmuş. Bunları bir tahta sandıkta besliyor. Adliye Vekiline söylediler. Yanına ça- — Niçin tuttun oğlum bunları?.. — BSana göstermek için efendim. Saf çocuk, Bütün hazırlıklara o da ka- rışmak istemiş. Kendi aklınca hoşa gide- tek bir sürpriz düşünmüş, Bir hafta ev- velden hazırlanmış, dört tane hatırı sa- yılır uzunlukta yılan yakalamış. Bunla- rı kutudan çıkardı. Azılı şeyler ha!... Ö- demişlinin ellerini dişliyorlar, kanatıyor- lar. Fakat © aldırış bile etmiyor. grup çalışmıya giderken Genç mahküm yılanlarile bir hayli müddet sarmaş dolaş olduktan sonra Ku« tularına kapadı: — Bana bir şey ölmaz, diyor. Ben ba« badan şerbetliyim!, Bir aralık sordum: — Ben niçin mahküm oldun? — Kız kaçırdım!. Bu, umümiyetle sorularıma aldığım karşılıktır. Ekseriyet kız kaçırmaktan mahküm. Bu da kendisine yüz vermiyen bir kızı kaçırmış. — Nasil oldu bu iş? dedim. Sen yılan yakalıyan adam, nasıl oldu da anu kafese koyamadın?. Yüzüme baktı: — Kadın, yılandan da beter! dedi. Mahkümlar kağnı arabalarını hazırla. mışlar. İçerlerine şilte yayıp, üzerlerine de battaniye örtmüşler. Bizi geldiğimiz ilk merkeze misafir edecekler, çünkü (Kalamış) dan ümid yök. Adliye Vekili davetlileri toplayıp fikir- lerini sordu, herkes vapura dönmek ar- zusundaydı. Bizim yüzümüzden mah- kümları rahatsız edip, yataklarından a- yırmağa lüzum yoktu. Haşaratı yalnız tahtakurusile hamam böceğinden ibaret olan Kalamışta nasıl olsa hepimize birer kanape isabet ediyordu. Bu karardan sonra hepimiz kağnılara bağdaş kurduk. Kısa bir tur yaptık. Bu dolaşmayı hiç unutmıyacağım. Hava ka- rarmış, ay güneşle yer değişmşiti. Karşı- mızdaki sahilde bir hafta evvel başlıyan Karacabey ormanları yangını bütün deh- şetine rağmen azametli bir manzara ile alev alev yanıyor, denizin aydan aldığı sarışın renk üzerine kıpkızıl gölgeler ya- yıyordu. Genç çamların arasındaki dar yoldan kağnıların çıkardıkları gıcırtıları dinliyerek ilerliyoruz. Geriden akşam gi- bi perde perde çöken bir kaval sesi geli- yor. Sanki Yüşa tepesine, yahud Beykoza kuzu yemeğe gidiyoruz. Bizim Kkağnıyı süren mahkâm bir şarkıya başladı: Anan duyar, baban duyar, Ardımızdan atlı koyar, Gelen atlı cana kıyar.. Ben gidemem beyim oğlan!, Öğrendik ki, bunu söyliyen de kız ka- çırmaktan mahküm!., (Devamı 10 neu sayfada) Halk Bankasının açılışından bir intıba si de uzun uzun alkışlanıp takdir edildi-| — Halk Mmmewemmmmıhhümnmnm&-enkrhüyük- ler. Güreşin arkasından bir karpuz, üzüm, h lerinin huzurlarile açıldığını yazmıştık. Ükssad URALLA —0 A 8 M Scak « ,Resmimiz banka merasimden — sonra