SERVETİFÜNUN Mu, ad — 409 bakam AĞAMIN MEZARI Bahar yeni başlamıştı. Kırlarda ağaçlar renk renk giçeklerle süslenmiş yeşil çimenler ortalığı baştanbaşa kaplamığtı. O gün sabah erkenden kalktım,. Atıma binip yola koyuldum. Bozuk yolları geçerken kır çiçeklerinin kokuları yeğni, yeğni yüzüme çarpan esinle beraber geliyor.. Otlıyan kuzuların melemeleri, çağlıyan su- ların sesine karışıp kulaklarıma doluyordu. Çam sğaç- larının ince yaprakları arasından sızan güneşin par- lak ışıkları, ağaçların koyu gölgeliklerine pembe işık saçıyordu, «K..» da okul espektöri bulunuyordum. Buranın köylerini dolaşmak kışın oldukça güçtür. Bozuk yol- lar artık yağan yağmurla yorulması pek güçşleşen balçık çamurla kaplanır. Xol, sular çukurlara dola- rak irili ufaklı birçok gölcükler meydana getirir. Mevsimleri en güzel zamanı olan ilkbahar gelince her taraf yeşillik içinde kalır renk renk çiçekler bir cenneti andırır. Yolların iki tarafını dolduran erik, çağla, kayısı, kiraz ağaçlarının taze çiçekleri, çamlık- ların mis kokularına karışarak etrafa yayılır. Kuzu- ların sesleri, kuşların ötüşmeleri, suların akışları gün- terce bu yollarda gezen insanların ruhlarını sıkmaz. «K..» ye üç saat uzaklıkta bulunan «Sekiler» kö- yü yolunun üştündeydim. Ktrafın güzelliğine dalmış ağır ağır ilerliyordum. Bir aralık yolum bir karış taze otlarla kaplanmış tarla içine düştü, Bu tarlayı iki tarafından kucaklıyan derenin kenarında kuzular otluyordu. Fakat burada derin bir Dinginlik vardı sanki. Ne taze çiçeklerin kokularını etrafa yayan eğin, ne kimsesiz yolculara avunç veren kuşların 8€8- leri, ne de çağlıyan suların kulak dolduran şıpırtıları vardı. Sanki tabiat çekeme tutulmuştu. Yalnızlığı perde perde ayıran bir kavalın içten gelen sesi vardı, Her şeyi kendi hüznü içine alıyor gibiydi. İstemek- sizin atımı durdurdum. Sessizliği ayıran yanık kavala daldım, ta okadar ki, yavaş yavaş kaval beni ken- dine doğru çekti. Attan indim, Ağır ağır kuzuların otladıkları dere kenarına doğru yürüdüm. Yaklaştıkça kavalın yanık sesi içimi titretiyor, bir yaranın 81Zı- sına benziyen bir acı bütün vücudüme yayılıyordu. Derenin sağ tarafında uzun bir selvi, onun mor göl- geliğinde dizleri üzerine oturmuş köylü bir kadın, dalgın dalgın kaval çalıyordu. Dudakları kavalı üfler- ken gözleri başka bir acunun alaçlarını görüyor gibi sanki, Ona doğru sokuldum. Birden başını çevirdi. Çimen rengi gözlerini gözlerime dikti. Biraz daha yaklaştım. O zamen titriyen sesle sordu: — Neriye gidiyon ağa 1.. Yolun açık olsun! — Sağ ol kızım.. Adın nedir senin? — Ayşe, ağa.. — Kavalın yüreğimi dağladı Ayşe.. Çalsana biraz dinliyeyim. Ayşenin Şümen rengi ıslak gözleri uzaklara çey- rildi. Kaygı ile âçini çekti. . — Öyldir zahir, ağa.. içim tasalı da.. kavalım da ondan ötürü yaslı oluyor. — Anlat bana da Ayge.. içinin yasını.. merak ettim. Ağlıyan gözlerinin içinde derin anlam vardı Ay- şenin, İnce, pembe dudakları titrer gibi oldu, iki damla yaş yanakları üzerine döküldü.. Yanıbaşına oturdum. Anlatması için merakla bekliyordum. O, gözlerini gelvinin koyu gölgeliğine çevirmiş ıslak bakışlarile kabarık toprağı sanki okşuyordu. — Bana köyünüzün içinde yaslı Ayşe derlerdi, ağa. Babamı hiç bilmeyom. Ben, pek küçükken onu düşmanlar parçalamış. Köyde ufacık bir evde oturduk. Anam başkalarının tarlasını sürer, hayvan- larını güder, urubalarını bükerdi. Onlar da bize buğ- day verirlerdi. Bir kış oldu.. ama öyle kış ki, kar, talaz bütün evleri harap etmişti. İşte o kışın anamt bir gece ocağın yanı başında ölü buldum. Kapıyı açıp içeri girince anamın bulutlu gözlerile gözgöze geldim. O ferli gözlerin canı çekilmişti artık. Deli gibi odanın içinde ne yapacağımı şaşırdım. Dört bir tarafa koşuyor hem de ağlıyordum. Benim bağırıp, ağlamama kimsecikler gelmedi. Kendimi dışarı attım. Kırbaç gibi yüzüme çarpan esine karşı koşmıya baş- ladım, Eski urubamın içinde bedenim tirtir titriyordu. O geceyi ormanda bir ağacın kovuğu içinde geçir- dim. Ertesi gin başka köye gitmek için yola koyul- dum. Açlık, susuzluk, soğuk kemiklerime kadar işle- mişti. Canım çekiliyor gibi oluyordum. Ortalık kara- nncıya kadar yürüdüm. Artık ayaklarımın takati kalmamış vücudümün ağırlığını bacaklarım çekmez olmuştu. Nihayet akşam ezanından sonra bir köye girdim. Köpekler uzaklardan uluyorlardı. Köyün mes- cidi önünden geçerken bir adam önüme çıktı. Birden korktum. Çünkü, köyün içinde kimsecikler yok gibi her taraf sessizdi. Adam yanıma sokuldu. Hangi köy- den olduğumu, burada ne aradığımı ve adımı sordu. Ben de söyledim, Beni yanına aldı. Ufak bir kulü- beye gittik. Orada kimse yoktu. Kuru odanın bir kö- şesinde alçak sedir ocağın duvarında bir kandil ası- lıydı. O, kandili yaktı. titrek bir ışık odanın her ta- rafını bile iyi aydınlatamıyordu.. ama ben o adam- dan korkuyordum. Ah ağa ah.. bir görmeliydin o adamı, İri siyah gözleri apak yüzünde marsık gibi içinden yanıyordu sanki. Kalın kaşları birbirine birleşmiş, uzun karabıyıkları yukarı doğru kıvrılmıştı. Öyle bir bakışı vardı ki, insanın yüreği ağzına gelir. Beni o- cağın yanına oturttu. Kendi de yanıbaşıma dizçökü- verdi. Hiç konuşmuyorduk. Fakat onun helinde bir titreşiş vardı sanki.. bep dışarıyı dinliyor uzaktan uluyan köpeklerin seslerine kulak kabartıyordu. Ben hem korkuyor, hemde onun marsık gibi içinden yanan