SERVETİFÜNUN No.1945—200 Trento'ya daha gelmeden yorgun argın, biraz &u i#temek için bir köylü evi kapısını çaldım. İlk vu- ruşta kimse ses vermedi. İkincisinde, içerden kalın bir ses sordu: — Ne istiyorsun! . — Biraz su. — Gir. Kapıyı ittim ve girdim. Burası alçak tavanlı, kü- çük bir odaydı. Duvarın sıvaları yer yer dökülmüş- tü. Kapının karşısına düşen duvarda bir kadın elbi- seri ve bir de haç asılı duruyordu. Odamu sağında, yere kadar inen bir ocak; odanın ortasında bir masa ve şurada burada da eski sandalyalar vardı. Ocağın yanına iri yarı; esmer yüzlü; mor dudak- ları içinde fildişi gibi beyaz dişli bir adam çömelmiş- ti. Çok aiyah gözleri vardı: Arkasına kahve renki bir gömlek giymişti. Aynı renkteki kısa paçalı pantalon dizlerinin az aşağısına kadar iniyor; geri kalan yeri çıplak birakıyordu. Ayaklarında iri, altı tahta ayak- kaplar vardı. Saçlar üzerine âçık mavi takke gibi birşey koymuştu. Takkenin kapamadığı yerlerden siyah ve parlak saçları gözüküyordu. Beyaz bir tahta biçakla, ateşten, yeni kurtarılmış bir mısır unu ek- meğini gesiyorbu. Ocağın öte tarafında, yarı çıplak, pis, gürbüz iki çocuk ayakta duruyorlar; bir bana, bir de önlerindeki duman çıkaran ekmeğe bağıyor- lardı. Yüzlerinde büyük bir hayret ve müthiş bir iş- tah okunuyordu. Ev sahibi çocukların önüne, payları olan ekmeği attıktan sonra, kalktı. Bir bardağa, çaikaledıktan sonra, su doldurdu. Masanın üzerine bıraktı; — İçiniz. Diye homurdandı. Suyu içtim. Teşekkürden sonra çıkmak için ba- zırlandım. Lâkin odanın halinde, ev sahibinin yüzün- de, benden kurtulmak istediği ayan beyan görünen isvurlarında öyle birşey vardı ki beni çekiyor, birak- mıyordu. — Trentino evlerinde iyi süt bulunur. Acaba siz- de de var mı Ev sahibi kafasile evet işareti yaptı. Çocuklardan biri dişarı çıktı. Kapının kapanma siyle duvardan bir parça sıva, ince bir toz kaldırarak gürültü ile kopup düştü. Ev sahibi susuyordu. Bense gitmediğime çoktan bin kere pişman olmuştum. Odada büylük bir gessiz- ilk vardı, Sineğin vızıltısı işitilebilecekti, Kapının gıcırtısı sükütu yardı, Çocuk, elinde, kokulu ve sicak süt dolu siyah bir tahta tasla içeri girdi. Sütü bir nefeste içtim. Kabı çocuğun eline vererek: — Ne güzel süt! diye haykırdım. Ev sahibi cevap vermedi. Sıkılmıştım. Sordum : — Kendi sütünüzmüdür ! — Evet. — Kaç kuruş vereceğiz ? — Hiçbir şey. — Nasıl hiçbirşey — Hiçbir şey. SESLE. EZ EE — ÂlA. Öyle ise ben de böyle yaparım... Cüzdanımdan bir liret çıkardım. Çocuğa uzatarak ; — Al, Çocuğum, annene verirsin! dedim. Keşki söylemeseydim. Ev sahibi ellerile şakakla- rına bastı, başinı salladı. Sonra göğsü üstüne indirerek: — Anneleri yok! diye fısıldadı. Bir münasibetsizlik ettiğimi anlamıştım. Anaları- nın ölmüş olabileceğini düşündüm, Köylünün elini tutarak : Metanetli olun! dedim. O el sıkmasından mı, yoksa meyusiyetleşen sesin- den midir, nedirf Köylü, çizgilerle bilinen birinin çehresini çizen bir adamın arayıcı dikkatile, yüzüme baktı. O dakikadan evveline kadar birbirimizi hiç görmediğimiz, halde o, ben de bir dost gördü. Oka- dar ki, daha biraz evveline kadar sessizliğini ihlâl ettiğimden bana kızarken şimdi ise, Anlıyordum ki onda, benimle konuşmak arzusu vardı. Bendeki me- raks merhamet te karışmıştı. Anlıyordum ki zavallı ızdırap çekiyor, içi yanıyordu. Hava kararmağa başlıyordu. Çocuklar odanın bir köşesine çekilmişler, oynuyorlardı. Köylü sokak ka- pasını çekti; iki basamak merdivenin bir basamağına oturdu. Uzunuzun göğüa geçirdikten sonra : — Bizimle beraber gelmesini söylemiştim. Diye inledi. — Bu felâkete uğrayalı çok oluyor mu — Önümüzdeki haftavla bir ay olacak. — Hastalığı neydi Başını salladı: — Henüz yirmi yedi yaşındaydı. Sapasağlamdı dedi. Bir dakika için sustu, sonra devamla: — İki gözüm Rabbim beş gündenberi duruadan aşağa yağmur gönderiyordu, «Adige» kabarmağa baş- lıyordu. Bir sabah kalkmış geziniyordum: Maria'ya: «Hayvanları dağa otlağa götürüyorum, ne olur, ne olmaz» dedim. «Ahıra su basarsü işimiz iştir. Ben çocukları yanıma slacağım.» O: «merak etmeyin, nerdeyse diner.» Diyordu. Ben: «yok, yok, göbürüyorum> dedim. Kapının eşigine ayak ataratmaz gördüm ki hava açılacaga benzemiyor. Gökyüznde kara bulutlar uçu- şap duruyor, «Karıcığım sen de bizimle gel> dedim. «Kucağımdaki çocukla nasıl geleyim? Bir yandan yağmur, bir yandan soğuk... Ateşin karşısında bile titriyorum. Dağbaşlarında ne yaparım!» Diyerek gel- mek istemedi. Hayvanları, dağdaki kulübeye götürdüm, Zannet- meyin ki hava yatıştı, yağmur dindi... Yağıyordu, durmadan, dinlenmeden yağıyordu. Sanki ayağımız altındaki toprağı alıp götürmek istiyordu, Dağdan, küçük bir kaskat kopup geliyor. Tam bizim aşağıdar ki evin arka tarafına düşüyordu. Akşama doğ- ru bu su boşantım çoğalıyor, kocaman bir &el oluyor. Koşup eve inmek için içimde öyle bir arzu var ki...