10 SERVETİFÜNUN No. 1920—235 Yazan ; Roland Dergeles | Y O . D A dal | Tercüme eden : Ahmet İhsan | Arka üstü yatmıştı, gözleri kapalıydı; mahut «dik- kat et!» kelimeleri aklından çıkmıyordu; artık bunu unutmalı dedi. Başka seyler düşünmeğe çalışıyordu. Fırtınayı, kaptanı, rüzgârı hatırlıyor; İtina devam ettikçe, kaptan bana güler yüz gösterdikçe korkacak ne var... Diyordu... Vapurun çok sallanması da Jak'ı teskin ediyordu, sanki fırtına tehlikesi diğer tehlikeyi uzaklaştırıyor... Kamaranın karyolasına sımaıkı sarsılmış, koca vapur- la birleşmişti. Jak vapurla sallanıyor, vapurla batıp çıkıyor, bazı zaman vapurun batıp gideceğini, bir daha suyun yüzüne çıkmıyacağını sanıyordu, ozaman delikanlı: Kegke çıkmasak ! diye düşünüyordu. İşte denizde boğulmak ümidile uykuya daldı; Ma- non'u kollarının arasında sarıyor, ve kızın şöyle de- diğini duyuyorum sanıyordu: «Korkma sevgilim... Korkma 1.» ia Fırtına bütün gün, vapur, Aden körfezinden çı- kıncıya kadar sürdü, Kamarada giyinmek ve yıkan- mak için etrafı tutmak lâzım geliyordu. Banyoların suları taşıyor. Mösyö Garo galiba beni deniz tutmuş sandı ki Kamarama gelip hatırımı sordu. Bende gi- yinmiştim, beraber güverteye çıktık, Güvertede epey adam vardı. Delikanlılar başta rafta, ıslak güverte üzerinde kaymaca oynuyorlar, fırtınaya ebemmiyet vermiyorlar. Rüzgâr çok ziyade! Tayfalar tenteleri sarmışlardı. Üçüncü mevki üstün- deki büyük tenteyi bağlamylardı. Bu tentene kalktı- gı için birinci mevki salonunun ıslak pencerelerİhden bütün baş tarafı görüyorduk. Orada her ırka mensup adamlar, her türlü kılıklar vardı. Çinliler, Malabarlar ambar kapaklarının üstünde yorganlarına sanmış uyuyorlar. Fesli Levantenler, sarıklı Hintliler, eflâtun külâhlı Malezbalılar, başlarına kirli mendil sarilı An- damlılar yuğmur altındaki koyun sürüleri gibi birbir- lerine sokulmustu. Küçük bir zenci kenarda namaz kılıyor; kendini Mekke tarafına çevirmiş, fırtınaya bakmadan rüküa yatıyor, secde ediyordu. Onun ya- nında bir Çinli yeşil mantosu ile ve saçları dağnık oturmuş çıplak ayaklarını uğuşturıyor. Bu adamlara bakıp acıdım. Garo bana değdi ki: — Hakikatte onlar bizden çok mesuttur! Garo bu sabah neşesir. Prater ise, bilakis çok ke- yifli, iri dudaklarını açmış sırıtıyor! Acaba Şanghay'- dan iyi borsa haberleri mi aldılar? Birkaç kadın güvertede geziyor. Fistanlarını rüz- gâr şişiriyor. Kadınların başkaları şezlonglarda yatı- yor. Hepsi renksiz gözlerini kapamışlar, vapurun 2al- lantısını olsun görmek istemiyorlar. Önümde yürüyen Matmazel Nikolay bu deniz tutmuş kadınlara güle- rek bakıyor; o biraz ileride durdu, küpeşteye dokun- du. Ağzı yarım açık, burunları ihtizazda idi. Rüzgâr daha kuvvetli gelince közlerini sevdalı tarzda kapı- yordu. Deniz manzarası çok sehirkârdı. Ancak böyle çok. sert havalarda bir vapurun mnkavemet derecesi an- laşılıyor. Güvertenin ortasında durunca, terazinin or- tasında imişsiniz gibi sallanmayı ölçüyorsunuz. Evve- lâ baştaraf inmğe başlıyor; daha iniyor, sonra suya dalıyor, bütün baştaraf tepe aşağı oluyor. Arka taraf yükselmiş oldğu için başımızın üstünde pervaneler tepiniyor... İşte bu en fena dakika... Zannediyorsu- nuski denizin dalgaları gelip gemiyi aitedecek ve boğup götürecek!... Sonra tekrar ve ağır ağır baş kalkıyor, sudan çıkıyor, ufka temsseder olayor, ufku geçiyor, daba yükseliyor, yükseliyor, geminin baştar rafı göğe dikiliyor... Terazinin gözündeki ağırlık de- gişmiş gibi şimdi arka taraf sular içide... Pervaneler derinlerde dönüyor, her taraf köpük saçıyor... Vapu- run arkasında dalga ve köpükten dağlar var.. Matmazel Nikolay kızdırmak için do- laşıyor, geziyor, gülüyor. Öğle yemek çanı çalınınca kız haykırdı: — Oh ne âlâ! Karnım pek acıkmıştı.. Belki kızı memnun eden başka sebeplerde ,var... Yemek salonuna girdi. Vapur kumiseri fırtınadan do- layı bugün yemekte konser olmıyacağı söylendiği zaman kızın canı sıkıldı ve dedi ki: — Canım ne tuhaf mahluklar hasta olacak ne var? Matmazel Nikolay salona girdi, eline bir kitap aldı, akşama kadar çıkmadı. “. Ertesi gün rüzgâr düşmüş, deniz rahatlaşmıştı. Birkaç saat daha Afrika sahilini takip ediyoruz. Dür büne bile muhtaç olmadan kıyılarda Somalı zencileri, onların kulübelerini görüyoruz... arka taraflar taşlık ve kumluk çöl.. Deniz kenerları kırmızı taşlardan ibaret, Üzerinde ot bile yok. Bir takım balık kayık- ları var, yanlarından keçerken bize selâmlar veriyor ve bağırıyor. Zentilerin bir tanesi ayakta avazı çıktığı kadar: <HKonjur... Bonsuvar!» diye haykırıyordu. Bu adamlar bonjar, bonsuvardan başka kelime bilmedikleri için hiç arkasını kesmeden yirmi defâ, otuz defa ayni sözleri bağırıp çağırıyorlardı. Onlar da kayıklarında birbirlerile yarışlar yapıyor, dalgalarla inip çıkıyorlar; vapurumuz onlardan uzaklaştığı za- man, kayıkta ayakta duran bu Afrikalı zenciler kö- püklü dalgalar üzerinde dans edere beziyordu. Biraz sonra Afrikanın son burnu olan «Gardako&» göründü. Gardakos burunu iki çıkıntıdan müteşekkil- dir. Bulanık bavada birbirinden ayırmak zordur. Bir tanesinin önünde dumanlı bir günde buradan geçer- ken yanılmış olan bir Japon vapurunun enkazı du- ruyordu. Prater gemi eırkazını görünce yeis ile başı- nı sallıyordu : — En fena şey buralarda vapurla közaya uğra- mâktır, Hain Somalılar kazazedeleri güzelce soyduk- tan sonra çırçıplak bu müthiş kayalar üstünde bıra- kıp savuşıyorlarmış!