No.1919—227 Bunu gören bütün uşaklar, bir bahşiş koparırız ümidi ile, muharririn etrafını almışlardı. Bunun üzerine Chateaubriand yanına tercümenı çağırmış, uşaklara: <bir Fransız ne bahşiş alır, ne de verir» dedirtmişti, Soğuk, neyset... Biraz sonra muhakemeden çıkarken kendi kendi- ni teselli ediyor, «İstanbul dönüşümda karaya çıkar İlion'u görürüm» diye düşünüyordu. “a Chateaubriand'ın Priame şehrini ziyaret edeme- mesinde meğer bir hikmet varış, Aksi taktirde Su- surlu nebrini görmiyecek, aşağıda okuyacağımız güzel sayfayı yuzmıyacaktı. 10 Eylül 1806 da Susurluya vasıl oldu. <10 Eylül 1806 da, beşaltı saatlik bir yoldan son- ra Sungurluya vasıl olduk, Kasabadan beşyüz adım mesafede küçük bir nehir akıyor. Nehirin öte tara- fınds güzel ve yeşil bir ova göz slabildiğine uzanı- yor. Bu ova Manyas ovası, ve o nehir Susurludur. Oh! Şanın sehiri! Bir seyyah, hiçbir fevkalâdeli- ği olmıyan bir nehirden geçiyor. Ona: «Bu nehirin adı Susurludur> diyorlar. O cevap vermiyor, yoluna devam ediyor. Fakat biri: «Bu, Granigue nebridir b deyince geriliyor, gözlerini açarak suyun akışına bakı- yor. Sanki o suda bir sihir, veyahut suyun öte tarâ- fından akseden acaip bir ses var... Ruraya gelinceye kadar en ince bir şiirle yazılan parça, muharrirden bibligue imâlara girişmesi yüzün güzelliğini kaybediyor; kari'yi dalmış olduğu hbülya- sından uyandırıyor, ve sıkıcı bir surette devam edi- yor. Fakat şu muhakkak ki Chateubriand büyük bir muharrir, ve binaenaleyh kıymetli bir arkadaştır: Arkadaşının kusurlarile beraber kabul etti. Nihayet 12 Eylül, sabahleyin erkenden yelken açan Chsteau- briand, ayın 13ünde, şafakla beraber İstanbul'a va- sıl oluyordu. Chateaubriand, İstanbul'a gelirken, dünyanın en güzel ve şairane bir manzarasile karşılaşıldığının söy- lenmesini mübalağalı bulmuyor. Fakat hemen «Ben Napoli Körfezini tercih ederim» diye ilâve ediyor. İsanbulun, gözü önüne gerilen güzel manzarası, Chateaubriand gibi hassas bir muharrir tarafından anlaşılmamış olmasında fazla israr etmiyeceğiz. Fakat yanlış şunu söyliyelim ki muharrir, Boğaziçi hakkın- da bir satır bile yazmamıyştır. Şimdi artık birşey düşünmiyor. Palestin seyahati zihnini kâmilen kaplıyordu. O vakitler İstanbulda bir rahip komisyonu varbı. Bu komisyon İstanbulda Fransız Sefaretini, bilmem hangi haksızlığa karşı himayeye gelmişti. Bir, Chatean- briand hakkında hayırlı olmuştu. Çünkü rahipler ona Yafa, için bir tavsiye mektubu vermişlerdi. Falih Chatenubriand'ına gülmeyebaşlamıştı, Der- hal yelken açmakiçin iyi bir rüzgâr bekliyen bir ge- mi bulmuştu. Troie ziyaretinin sonuna varmaması bir dereceye kadar hayırlı olmuştu. Çünkü bu yel- kenliyi kaybedecek kimbilir bir ikincisini bekleyince- ye kadar kaç ay geçecekti. O zamanlar seyrisefer pek seyrek olduğundan seyahat pek müşgüldü. Hele ha- yalar münasip gitmediği vakitlerde iş büsbütün güç- SERVETİFÜNUN 307 leşir, biryerden biryere gidebilmek için aylarca yel- kenli beklemek icap ederdi. Fransız muherriri, Kudüse gitmekle «Hiau> hara belerini ziyaret etmekten vaz geçmemiş, bir kolayını bulup Çanakkaleden bu arzusunu yerine getirebilmek için gemi kaptanı Dimitri ile görüşmüştü. Kaptan kat'i birşey söylememiş: «bakalım, düşünelim, hava münasip giderse» filan diye müphem cevaplar vere- rek, ecnebi muharriri oyalamiştı. Ve ilerde göreceği- miz üzere bu sefer de bu arzu tatmin edilememiştir. Gemide, kadın, erkek, genç, ihtiyar, ikiyüz kadar yoltu vardı. Her tarafta mandalin ve keman &esi duyuluyordu. Yulcular şarkı söylüyor, gülüyor, dua ediyordu. Herkes neşe içinde idi. İlâhiler ve şarkılar içinde Marmara sür'atle katte- dilmişti. Yol esnasında Chatesubriand hasta düşmüş, kamarasındân dışarı çıkamamıştı. Aksilik her yerde hazırdır. Hele Fransız seyahının her yerde karşısına çıkıyor bütün kalbile dilediği bir arzuyu yarıda bırakmıştır: Trole'yi ziyaret. Şimdide öyle olmuştu. Bu rahatsızlık her ümidini kırıyordu. 21 Eylül sabahı Çanakkaleye vasıl oldular. Chateaubriand vücudunu yakan ateşlere, başını bir cendere içinde tutan ağrılara rağmen düşmemek için merdiven kenarlarını tutarak, güverteye kadar çıktı. İlk bakışta gözleri, yedi değirmenin süslediği bir buruna takıldı. Bu burun Sigeo burnudur. Muharrir burunun sai hında Achille ve Patrocle'un mezarlarını seçiyor. Bu mezarlar, milâdi isâdan beş asır evvel yapılan sade iki Yunan san'at eseridir. Ne ziyanı var? Değil mi ki Chateaubriand onları «Hiau» muherebelerinin iki büyük kahramanın mezarları zannediyor ?!... Ağzı ağır ağır kımıldıyor. Dudaklarından Odyasde'- nin ilâhi mısraları dökülüyordu. Daha az evvel başı nı sıkan ağrılar vücudunu yakan âteşlerden eser kalmamıştı. Bunca tarihin önünde hafif bir baş dön- mesile kendinden geçiyor gibi oluyor. Kulaklarında binlerce sene evvel şu yerlerde şaha kalkan atların kişnemeleri, keskin kılışlarıudan kan sızan kahraman- ların korkunç mağaraları, uçuşan okların ince Yızıl- tıları uğulduyor; gözlerinin önünde korkunç lâvhalar feci sahneler canlanıyordu. Fakat şu var ki, bu ya- rım istığragtan sonra bütün ağrılar sızılar, muharri- rin üstüne tekrar çullanmıştır. “. Bu sefer de Troije'yi görmek arzusu tatmin edil- memişti, demiştik. Chateaubriand, söylediğimiz üzere, sürüklene sürüklene güverteye kadar çıkmıştı. Ve kaptandan, vadetmiş olduğu üzere kendisini karaya çıkarmasını isteyecek yerde, iki mezar karşısında İS tiğraka dalmıştı. Bu müddet zarfında gemi Sigeo burnuna vasıl olmuştu. Çanakkale geçilmiş, Kumke- leden sonra gemi Egedenizi, sularına girmiş, ve hâlâ seyyah muharrir ne vaziyetini bozmuş, ne de kapta- na vadiui hatırlatmıştı, Chateaubriand, ancak epeyce yol kattedildikten sonradır ki Achille'nin mezarı et rafında koşmayı arzulamıya başlamıştır, Artık iş işten geçmiş buluuuyordu. Tabii, bir yolcunun srzusu ye- rini bulacak diye, gemi geri döndürülemezdi. Buna