736 UYANIŞ No. 1730—45 Hikâye: —— İh, Cr NI EZ Size ne memleketin ve ne de adamın ismini söy- lemiyeceğim. Bu memleket, buradan oldukça uzak, yakıcı ve münbit bir sahil üzerin de idi. Sabahtan beri, güneşin ziyasile örtülmüş mavi denizi ve sarar- mış tarlalarla kuşatılmış sahili takip ediyorduk. Çiçekler, çok tatlı uyuyan hafif dalgaların yakınında açılmışlardı. Hava sıcaktı. Bu mahsuldar, münbit ve kuvvetli ami kendine mahsus rayıhalı, . ılık bir harareti O e bana, sahilin bir ucunda, portakal ağa- çlariyle muhat bir ormanda, ikamet eden fransızın evinde, müsafireten bulunmaklığımı söylemişlerdi. Bu adam kimdi?... Henüz bir şey bilmiyordum... On sene evvel bir sabah buraya gelmiş, bağlarla mü- zeyyen işlenmiş bir arazi satın almış, büyük bir iptilâ ve hırsla çalışmağa başlamıştı. ilm aydan aya, sene den seneye malikânesini tevsi ederek bilâ tevekkuf bakir ve kuvvetli toprağı işlemek suretile, böylece, yorolmaz reneperliği sayesinde vasi bir servet yığmıştı. Bununla beraber daima çalışıyor, şefakla kalkıyor geceye kadar tarlalarının etrafında, hiç şüphesiz ne- zaret ederek, koşuyordu. Ona sükünet vermiyen ve uyutmayan sabit bir fikirle hiçbir zeman rahat dur- madığı ve paraya karşı tama'kâr arzusıyla azap çek- tiği anlaşılıyordu. Şimdi onu herkes, çok zenğin zannediyordu. İkametgâhına vasıl olduğum zeman güneş gurup ediyordu. Bu ikametgâh, portakal ağaçlarının arasında, yük&ek bir yerde inşa edilmişti. Dört köşeli, çok sade ve denizi gören geniş bir evdi. Yavaş yavaş yaklaşırken uzun sakallı bir adam kapıdan göründü. Selâm verdikten sonra, kendisinden geceyi geçirmek için bir melce talep ettim. Tebessüm ederek bana elini uzattı: — Giriniz Mösyö... Burası keni evinizdir... Beni bir odaya soktu ve büyük bir lütüf göste- rerek emirlerime bir hizmetçi tayin ettikten sonra beni yalnız bırakarak : — Arzu ettiğiniz vakıt yemeğimizi yeriz... dedi. Yemeğimizi tam denizin karşısında bulunan bir taraçanın üzerinde,:.karşı karşıya oturarak yedik. Ona evvelâ, bu memleketin meçhullüğünden, uzaklığın- dan ve çok zenginliğinden bahsettim. Alay tarzında gülerek cevap verdi : — Evet... Bu arazi güzeldir.. onun sevildiği kadar sevilmez — Fransayı arıyorsunuz?.. dedim. — En ziyade Parisi arıyorum... diye cevap verdi. — Niçin avdet etmiyorsunuz ?... — Ah !. Elbette avdet edeceğim... Yavaşça İransız âleminden, bulvarlardan, Parisin her nevi hadiselerinden bahsetmeğe başladık. Bütün bunlara aşina olan bir adam gibi beni isticvap edi- yor ve Vodvil “kaldırımı aile erkânının bütün isim- lerini sayıyordu. — Hali hazırda Tortoniye kimler geliyor ?... — Daima ayni eşhas... Yalnız ölüler müstesna... , Ve hiçbir memleket (Gi dö Mopasan) dan Ona dikkatli dikkatli bakıyor, eski hatıraları di- mağımda canlandırmağa çalışıyordum. Elbette, bu si- mayı bir ea görmüş olacaktım... Fakat nerede ?... Ne zema Her ne Ktğar cesur ve sert isede, yorulmuş bir adam tavrı vardı. Göğsü üzerine düşen kumral sa- kalını bazen elleriyle sıkarak çenesinin yakınından tutuyor ve sonra ucuna kadar kaydırıyordu. Saçları biraz seyrekti. Sık kaşları ve yanaklarındaki tüylere karışan kuvvetli bir bıyığı vardı Arkamızda güneş, sahile ateşten bir sis saçarak denize doğru dalarken çiçek açmış portakal agaçları- nın tatlı ve kuvvetli rayıhası, akşamın ılık havasına. karışıyordu. Yalnız sabit nazarlariyla, gözlerimden ruhumun, amakından uzakların hayalini, Druo soka- ğından Madlene kadar giden, gölgeli geniş kaldırı-— mın maruf simalarını ve sevgililerini, görmege çalış- tığı anlaşılıyordu. — Bruterli bilirmisiniz ? — Evet... Tabii... — Nasıl degiştimi ? — Evet.., Temamile beyaz... — La Ridami? — Daima ayni... — Ya kadınlar ?... Bana kadınlardan bahsediniz... Süzan Verneri tanırmısınız ? Evet... Çok kuvvetli ve mükemmel... — Soti Astiye nasıl ? — Geçen sene öldü. — Zavallı kız... Tanırmıydınız?... “akat birden bire sustu. Sonra sesi değişmiş ve derhal siması Sama bir halde sözüne devametti: — Ha , Hayır... Bu gibi şeylerden bahsetme- mek daha İyidir. Zira bana ısıtrap veriyor. Sonra müfekkiresinin seyrini değişime içim kalktı: — İçeri girmeği arzu ediyormusunuz... — Evet... diye kısaca cepap verdim. Önden yürüyerek beni eve soktu. Alt kısımdaki daireler eve, çıplak, kederli ve metrük bir ikametgâh. zannını veriyordur. Tabaklar ve bardaklar masanın üzerine çekilmiş ve bu vasi ikametgâhta, hiç şüphesiz serseriyane dolaşan hizmetçiler tarafından, kararmış. bir halde oraya bırakılmıştı. Duvar üzerindeki çivilere asılmış iki tüfenk, köşelerdeki raflarda, bel, kürek, balık ağları, kurumuş palmiye yaprakları, içeride ve dişarda işe yarayan bilcümle alât ve edevat nazara çarpıyordu : Sahibi hane güldü : — Bu ikamateâh ve yahut daha dogrusu bu pis kulübe bir mümzevinin evidir...dedi. Fakat odam dâha temizdir... İsterseniz oraya gidelim... Odaya girerken, eski hatıraları canlandıran mü- tenevvi ve uygunsuz birçok şeylerle dolu olan bi koltukçu dükkânına girdiğimi zannettim. . Duvarlarda, maruf ressamların eserlerinden iki gü- kumaşlar, silâhlar, tabanca ve kılınçlar. dedi. zel resim,