No: Dünya güzelinin peşinde... 2 aa ( Hatice Süreyya Nakleden: —"Ferruhname adlı eski Farisi tarih romanından alınmıştır.— Dünkü tefrikanın özü Hozanda, Cemşit sülâlesinden Nu - man Şah, rüyada — gördüğü bir kızı buldurmak üzere, dünyanmn her yeri - ne heyetler gönderiyor, Ancak o kız - dan çocuğu doğabilecekmiş... Kuşcubaşı Kögüm — da bu he - yetlerden birinin arasındaydı . Birçok zaman doğuya (şarka) doğru gittikten sonra, Çin mem | leketine vardı. Tarifteki gibi kıza hiçbir yerde rastlryamıyordu. Günün birinde, gene böyle se* yahatine devam edip dururken, gayet güezl bir bahçe gördü. Bu * nun içine girerek, hayvanlarının denklerini yere indirdi, Gayet şa' irane bir su başına geçerek yemek yemeğe başladı. Karnını doyur * duktan sonra ise, mükemmel bir uykuya daldı. Tam dalmıştı - ki, biraz ötede bir gürültünün koptuğunu işiterek uyandı.. Etrafına — bakındığı za” man, hizmetkârlarının — biribrine girdiğini gördü. — Ne var? Ne oluyor? — diye seslenince, karşısına izbandut gi * bi iri yarı bir adam dikildi. Kıyafetinden bostancı olduğu anlaşılıyordu. — Burada ne arıyorsunuz, be * hey küstahlar — diye öyle bir hay kırıyordu ki... — Bu bağ, Çin pa * dişahının kızına aittir.. Canı sı * kıldıkça arada bir buraya gelir.. Ya maazallah şimdi gelir de sizi burada görürse benim hali ni - ce olur?.. Buraya cinler, periler bir le girmekten korkar.. Çabuk bu * radan kaçınız. Yoksa haliniz ha - rap olur... Höngâm, doğrusu buradan kı * mıldamağı istemiyordu. Zira, bu bahçe ne kadar güzelse; etraf da| o kadar çöl gibiydi... Burası, bir vaha misaliydi. Onun için, Höngâm, altın do - lu kemerine davrandı. Oradan bir parça para çıkarrak: — Acaba burada biraz dinlen” sek olmaz m:7 — diye sordu. Bostancıbaşı, altınları görünce gevşedi. Gözleri ışıldadı: — Siz fena adama benzemiyor - sunuz, Haydi bakalrm, akşama ka> dar burada oturun. şöyle kapıdan içeri bakarak, sultanımızın köşkür nüde seyredin, .,Fakat geceleyin gidin.. Serinde yolunuza devam €“ din. — dedi. Bunun üzerine, Höngâm ve ar - kadaşları, safalı bahçede akşa * ma kadar zevkettiler. Lâkin ge ce'sy'n va'a çıkmak istemedikleri i çin, izbandut kılıklı — bahçıvana biraz daha para verdiler. Böylece, bahçede, üç dört gün kadar kaldr lar. Bunlar böyle safada iken, bü * yük saraydan bir haberci geldi. Bahçrvana: — Sultan efendimiz, gezmeğe geliyor. Köşkü hazırlayasınız! — diye emir getirdi. Bağcı, telâşla, Höngâmın yanr Ba çeldi: — Aman, haydi gidin artık... Yoksa başıma belâ açacaksınız.. ı Höngâmın içini bir merak sar- dı, dedi ki: — Aman, bostancıbaşı... Al şu paraları da, senin olsun.. Fakat bize izin ver. Şu köşecikte saklı durup sultanmızm gelip gezme * sini seyredelim. Bizi burada kaç gündür gördün, — tecrübe ettin... Biz, öyle rezalet çıkarıp gürültü edecek ve senin başına belâ aça - cak takımdan insanlar değiliz.. Hiç merak etme... Bostancı, paraya dayanamıyor" du. Lâkin, korkuyordu da.. Onun için, dedi ki: — Seni bütün — hademelerinle beraber burada alıkoyamam On lar, şurada, kulübede otursun - lar... Hiç seslerini çıkarmasınlar.. Sana ise bizim külâhlardan, aba - lardan ve asalardan bir tane ve - reyim. Bostancı kılığmna gi. | Sanki bahçeyi muhafaza ediyor * muşsun gibi etrafta dolaş... Böyle likle Sultanımızı görürsün, Bu suretle uyuştular. Höngân bostancı kılığına girdi. İzban * dut da işine gitti. ... Çok geçmeden sultan geldi. Ağaçların altma sofralar kurdu lar. Yediler, içtiler. Akşam serin- liğinde de azıcık dolaşmağa çıktı - lar. İşte o zaman, Höngân şaşkına döndü. Gözlerine inanamadı. Zi - ra, Çin padişahının kızına bakın” ca, gözkapağırıda ben olduğunu ve tıpkı yapılan resme benezdi - ğini farketmişti. Diğer işaretlere de baktı. Hepsi yerli yerinde idi. Hülâsa, aradığını bulmuştu... Güzel kızın yüzüne uzun uzun baktı. Numan Şahın yanında eri- şeceği büyük mertebeleri düşüne - rek sevindi tatlı tatlı — hayallere daldı, Höngâm, o gezeyi bu rüyalarla geçirdikten sonra, ertesi — sabah, bahçeden ayrıldı. Çin şehrine gir di. Tüccarmış gibi görüşmek için beraberinde getirdiği malları sat- tı. Bütün hıziyle geri dönmeğe baş ladı. Bu yolu aylar — içinde geçtiği halde, geri dönerken iki hafta da yolu bitirdi. Müjde haberile, Nu man Şahın huzuruna — girdi. Her şeyi anlattı. Bunun üzerine, Numan Şah, bir çok giranbaha hediyelerle bir he- yet hazırladı. Bu heyeti Çin padi: şahına, bir name ile gönderdi. Na. mede, kızını istiyordu. Çin hakanı Numan Şahın mezi - yetlerini pek âlâ biliyordu. Kendi- sine gönderilen veziri, büyük bir nezaketle kabul etti. Üçüncü gün, | divan kurup bütün vüzerası önün” de Numan Şâhın mektubunu olkcu - du. Bu teklife teraftar -olduğun da söyledi. (Devamı var) BAĞ RAKISINI Teerübe Ediniz . ı “Haydi çabuk, haydi”dabukt)' ” HABER — Akşam Tostası No 8 ÇİNGENE ARASINDA Hayattan alınmış hakiki blir macera Yazan: Osman Cemal Kagygısız 13 TEMMUZ — 1935 — —a LER Kız, ellerini kalçalarına dayayıp karşımıza dikildi Ha buyurun, dedi, sofra blzi_m değil, sizin !.. — Sizin gibi beyzade — değiliz ki olsun bizim de — kanapemiz, koltuğumuz, aynamız, masamız... Malüm ya, çingenelik demek, fu- | karalık demektir. — Haydi canım, bırak şimdi o lâkırdıları.., — Ey hoş geldiniz, şerif olsun!.. — Hoş bulduk, sizin de sabahı - nız şerif olsun!! Tirşe gözlü kıza seslenerek: — Hayda kız, hayda kız!.. Tut elini çabuk, bulaşalım kavaltıya.. Kız çadırdan bağırarak: — Ha geldi, ha geldi.. Etem gülümsiyerek bize dön - dü: — Ha geldi, ha geldi ve lâkin yok daha ortada bir şey.. Kız ha - marat kızdır amma, nedense ba - karım, kaç gündür var bir dal - ginlik onun kafasında.. — Sabah beri kalkalı yarım saatten ziyade- ce oldu.. Hâlâ mı hâlâ, pişireme - di bir sütü! Tekrar kıza haykırdı: — Hay Nigâr, Sokerana, Soke- rana? Haydi mani, haydi. mani!. (Ne yapıyorsun, ne yapıyorsun? sabahınız Bu sefer kız, kucağında yepye - ni, hiç kullanılmamış, sakız gibi bir çamaşır sepeti ile — çadırdan çıktı: t — Ha geldim, mokamotro (e- nişte) ha geldim!.. Esmer, ince, tirşe gözlü kızın bu sabahki tuvaleti pek başka idi. Başında kenarları yeşil oyalı mor bir gaz boyaması krep bağlıydı .. Mintanı açık toz pembe zemin üsz- tüne bir kaç renk ince — çizgi ile türlü çiçekler işlenmiş basmadan- di Belinde kuşak yerine koyu tu - runcu ve ipek bir keyfiye sarılıy - dı.. Şalvarı dümdüz, — sapsarı ve canfes gibi pırıldıyordu. Çıplak ayaklarında yüksek ökçeli ve üst- leri fiyangolu beyaz podisiyet is - karpinler vardı. Yeni örülmüş, hiç kullnalma - mış, sakız gibi bembeyaz çamaşır sepeti kucağında olarak yanımıza geldiği vakit candan gelen hafif bir gülüşle bizi selâmlıyarak ge . peti önümüze indirdi. Amanın dostlar, bembeyaz, sakız gibi ça- maşır sepetinin içinde neler yok- tu? Dilim dilim, ince ince kızartıl - mış ekmekler, küçücük toprak ça- naklar içinde zeytin, peynir, do - mates, sovan, — sarmısak, şeftali, kavurma... Ve sonra yeni kalaylı koca bir güğüm içinde ağız — ağıza dolu kaynamış süt... Çocuklara mahsus küçücük bir kocayemiş sepetinin içinde tepeleme dilu kesme şeker. Kısa saplı br yemek - tavasının içinde yarı böreğe, yarı boğaca - ya, yarı gözlemeye, yarı bilmem neye benziyen hamur işi bir şey - ler.... . Kız, sepeti önürrüze'indirir in - dirmez, ellerini kalçalarına da - yayıp karşımıza dikildi. Etem, kı- za kendi dilleriyle uzun uzun bir şeyler söyledikten sonra bize: — Ha buyurun, dedi, sofra bi - zim değil, sizin!.. Biz çamaşır sepetine yanaşırken arkadaş kızı da çağırdı: — Haydi gel, kız, sen de otur, ayakta ne duruyorsun?. Kız daha ağzını açmadan Etem atıldı: — Yo, yo, yo!.. Düşmez onun şanına ki otursun — beyzadelerin yanında sofraya.. O duracak şinci ayakça sofra bitesiye kadar.. Ha, bulaşalım biz habe kaymaya (ye- mek yemeğe) o dikizlesin bizi a- yaküstü!.. Biz kahvaltıyı ederken bir tek çocuğun yanımıza gelmemesin - den, bizi rahatsız etmemesinden anlaşılıyordu ki arsız çocukların hepsine, Etem akşamdan sıkı bir diskur geçmişti. Hem yalnız çocuklar değil, şim- di öteki kadın ve — erkeklerden Limsecikler yanırmıza sokulmuyor, salt, arada bir çadırların - önün - den, incirlerin dibinden başlarmı çevirerek biribirlerine bizi göste- iyorlardı. Ancak - kahvaltının — ortalarımna doğru harman yerinde — bize ilk çingene ninnisini dinleten dul ka- dın kucağında çocuğiyle ağır ağır yanımız yaklaştı, o durgun haliy- le bizi selâmladı: — Hoş gelmişsiniz, bereketli olsun!.. — Hoş bulduk, buyurun!, — Yeyin afiyet ilen.. Biz yaptık terha da (çadırda) o işi.. Siz ba- kın keyifceğinize!. Etem kadını çağırdı: — Gel, gel, nazlı; Yemesen de gel, otur, yanı başımıza.. Muhab- bet edelim!.. Kadın çekinerek bize daha yaklaştı ve oracığa toprağın üze - rine çöktü.. Uzunca boylu, ve ka- lm kemikli, yüzünün elmacık ke - mikleri çıkıkça, kapkara ve ipiri gözleri çukura kaçmış, dalgın ba- kışlı ve orta yaşlı kadın oturur o - turmaz inledi: — Ah belim!.. Belim ağrır bir kaç gün var.. Nedendir bilmem?. Arif: — Suvuklamışındır. — Ne suvuklaması be Etem? Di- yil sovuklama işi bu!. (eliyle sol E-I.'r.-ı-c kız ve erkek öğretmen ckul Iunndı;n (maallim — mektep': böğrünü göstererek) ne varsa bes nim te var buramda.. İçeriden bo- yuna karıncalanır durur — burası.. Sonra da bövle bazı bazı ağnmır. Siz, hiç esmerin sarısını gördü- nüz mü? Esmerin sarısı büsbütün başka türlü oluyor.. Bu kadm da obadaki bütün öteki kadınlar gibi koyu esmer.. Ancak bu esmerliğin üstüne öyle açık bir sarılık çök - müştü ki insan onun yüzüne biraz derinden bakmca sanki bu kadı - nın kendi esmer yüzüne hafif bir sarı boya ile mahsus makiyaj yap- mış olduğunu sanırdı. Onun da kıyafeti bu sabah baş - kalaşmıştı. Başında alaca dallı siyah bir baş örtüsü, sırtında nar çiçeği ip- incecik bir çepken vardı. Beli ku - şaksızdı. Şalavrı her vakitki lâci - vertle beyaz karışık satrançlı şal - vardı. Ayaklarına burunları pem - be püsküllü siyah rugandan iskar- pinler giymişti. Kucağımdaki çocuk tıpki ken « disine benziyordu. Ancak bu çocu- ğu saçları anaemmki gibi simsi - yah değil, onun aksin& olarak sa - vamtıraktı. j Kadmmn belinin ve sol böğrünün ağrısını anlattıktan sonra -bizden bir cigara istedi: — Var ise şinci bir cigaranızı içerim!., i Arkadaş hemne ona cigarayı u- zattı, arkasından da kibriti çaktı: — Buyurun, yakın!.. O, cigarayı öyle zorlu, öyle de- rin çekiyordu ki mübareğin ci- gerleri sanki kendi çadırlarının ö - nündeki demirci körüğü gibi alıp veriyordu. Hoşbeşle, yarenlikle kahvaltı - mız bitince, tirşe gözlü kız heren ortadaki takımı taklavatı topladı ve gitti, çadırdan bize dört tane de köpüklü kahve getirdi. Bu kahveler bize Karmen ope rasından sonra ilk çingene türkü « sünü dinleten kadın için gelmiş - &... Kahvelerden ikişer yudum al « dık, almadık; Etem bizim arkada- şa kemanı ışmarladı: — Haydi bakalım, beyağa, tam sırasıdır işte.. Çamlıcanın tepesin- den sarıoğlan (güneş) doğarken, sen de buradan başla kemanenle oğlancığı karşılamaya !.. (Devamı var) e ine den) bu yıel 120 genç çıkmıştır- Resmimiz, genç öğretmenlerden bir grupu gösteriyor.