MAY Mk ee eee 4 Ein yi: Tefrika: 35 Nesep zincirinin halkaları Suriyede Haşim ticaret işlerini bitirip döndü. Mekkeye gelmeden yine Medineye uğradılar. Selma, bu defa cenuba doğru, Medineden ikinci sefer vola cıkıp Mekkeye gelince, kocasına, hâmile bulundu- ğunu haber verdi; ve Medinede ak- rabasının yanında doğurması için aldığı sözü hatırlattı. Haşim, sözü- nü yerine getirmek üzere, Zevce- sinin Medineye dönmesine izin verdi, orava kadar da Selma'ya re- fakat etti. Haşim Medineden geriye dönmeksizin, Suriyeye, ikinci bir seyahate çıktı. İşte, Haşim'in Suriye yollarında, zevcesinden 'ayrı bulunduğu sıra- da, Selma, Peygamberler Peygam- berinin büyük babasını doğuracak; bu aralık yavrunun babası, lohosa yatağından cok uzakta ve hattâ kaderin hükmüne göre dönülmez mesafelerde bulunacak ve en genç ve dinç çağında, Gazze şehrinde, "zevcesini bir daha görmeden ve oğ- lunu hic tanımadan ölüp gidecek- tir. Nurun kaynağı ise, Medineli asil bir ailenin kızı olan Selma üzerinde halkalanarak, onun do- gurduğu öksüz Abd-ül-Muttalip va- sıtasiyle ve iki durak sonra, kay- nakların kaynağına bağlanmış ola- caktır. ABD-ÜL-MUTTALİP Hasim'in Medinede kalan zev- cesi Selma, ay parçası gibi bir çocuk doğurmuş ve cocuğa Şiybe ismi verilmiştir. Çocuk, Mekkede- ki asil soyundan uzak ve babasın- dan mahrum, büyümektedir, Bu ay parçası, muazzez şahsiyetinde «O olmasaydı, kâinat olmıyacaktın öl- çüsünü taşıyan Allah Sevgilisinin büyük babasıdır. Onu dünya göziy- le görecek, onun mukaddes hâs is- mini bizzat verecektir. Şiybe, yedi sekiz yaşlarına gel- miştir ve hâlâ Medinede, anne oca- gındadır. Dayı oğullariyle oynar; ve bu çocuk kalabalığının içinde, 4 bir avuç kara mangıra karışmış bir altın gibi parıldar. Bir rivayete göre Abd-ül-Menaf kolundan birisi, Şiybe'yi Medir ede gördü. Fakat kimin nesi olduğunu bilmiyordu. Çocuk, arkadaşlariyle oynuyor, mızrak atma yarışına gi- riyordu. Abd-ül-Menaf kolundan olan zat, bir köşede durup bu man- zarayı seyretmeğe başladı. Ay par- çası cocuk, mızrağını hedefe kon- durduğu zaman şöyle haykırıyor- du: — Ben Haşim'in oğluyum! Ben Kureyş yücesinin çocuğuyum! Aynı soydan Mekkeli zat, çocu- ğun yanına yaklaşarak sordu: — Evlâdım, kimsin sen? Kim. lerdensin bakayım? — Haşim'in oğluyum! Abd-ül- Menaf oğlu Haşim'in çocuğuyum ren! Hayretler içinde kalan Abd-ül- Menaf kolundan Mekkeli zat, yur- duna döner dönmez, Haşim'in kar- deşi El-Muttalib'e manzarayı ha- ber verdi. Amca, bu harikulâde tabloyu öğrenir öğrenmez şiddetle duygulandı ve haykırdı: — Yeğenimi yanıma alıp Mekke- ye dönüncive kadar soyumdan s0- pumdan kimsenin yüzünü görmek istemem! Ve bir deveye atladığı gibi, tut- tu Medinenin yolunu... Başka bir rivayete göre de, Re- suller Resulünü şiirleriyle methe- den Medineli «Ensar» dan meşhur şair Hassân'ın babası Sabit, bir ve- sile ile Mekkeye gitmiş ve orada Haşim'den sonra Kureyş'in yücesi makamında bulunan El-Muttalib'e şöyle demiştir: — Ah, eğer sen, kardeşinin oğlu küçük Şiybe'yi görseydin, zevkin- den donardın! Ay parçası gibi bir Vecd Vücut Tevacüt V ücur, lügatte, beş hasseden birisiyle, yahut şehvet, gazap veya akıl vasıtasiyle bulmaktır. Allaha nisbet edilen vücut, mü- cerret ilim mânasınadır. Salikteki temekkün ve iktidara da vücut de- nir, Vecd, aşk ve muhabbet halidir. Tarikat ehlinin ıstılahı olan vücut, işte bu mânaya bağlıdır. Tevacüt ise, vecdi arzulamak, irade ve şu- urla onu benimsemektir; yani aşk ve muhabbette kemali olmıyan kimsenin bir nevi tasannu ile vecd taslaması... Bunun içindir ki, ger- çek vecd sahibi tevacütten uzaktır. 4g Tevacüt, vecd sahipliği değil, vecd ızharı mânasında kullanılır. Bir gün, şarkı söyliyenler mec- 4 lisinde, İbn-i Mesruk ve benzerle- ri, ihtiyarsızca coştular, harekete geldiler, Aynı mecliste Cüneyd, temkin ve sükünet halini muhafaza etti. Ona sordular: — Efendimiz! Sizde güzel ahenk- lerden hicbir infial ve teessür gö- rünmüyor. Cüneyd, verdiği cevapta, çarça- buk uçan ve dağılan bulutlarla, asli çizgisini hiç bozmıyan ve billür gi- bi donmuş kalıplar içinde sabit ka- lan dağlar arasındaki farkı işaret edici bir âyet okudu. Şeyh-i Ekber, «Fütuhatoın 182 nci faslında, zikr etrafındaki gü- zel ahenklerin tesirinden doğan ha- reketleri, tabii, ruhani ve ilâhi ola- rak üç bölüme ayırır. Cüneyd, bazılarının ruhani ha- reketlerden ilâhi hareketlere terak- kisini anlatmış; ve saliklerin bazı- larında bellibaşı hareketlerle Yu- haniyet bulunup bazılarında ise yalmz ruhani hareket bulunduğu- nu kaydetmiştir. Cüneyd'in bu iza- hına göre, muhtelif ses ve ahenk vasıtalarından alınan intıba, insan- da zevk, ferah ve hüzünden ibaret olup, bunlarla, dinleyen hesabına