EŞKE basit bir zabıta vak'ası olsaydı, keşke... Halbuki ben, bu yüzden her şeyimi kaybettim. De- gil sadece ümidimi, değil yalnız saadetimi, kâbusu- mu, hattâ şüphemi dahi kaybettim. Niçin şüphe? Hal. İşte onu anlatacağım ya bende... Birazdan bahsedeceğim o zabıta vak'asina benzer kaza, o felâket, başıma gel- meden önce ben, bir şid- detli sevginin esareti, yü- kü, ağırlığı ( altındaydım. Esasen, mütevazı ve yek- nesak hayatımın biricik hâdisesi buydu. İnsanlar vardır; hâdiselere, şahıslara tahakküm ederler; insanlar da vardır, hâdiseler ve şa- hıslar onlara tahkküm eder. Anlaşılan ben bu ikinci çeşit kimselerdenim ki, ya- vaş yavaş, tabii nasıl oldu- gunuda pek farkedeme- den, onun tesiri altına gir- dim. Rahatım ve huzurum yoktu. Zaman zaman öle- cek gibi olurdum. Klâsik âşık tiplerinin en gülüncü; en zavallısı, en maskarası haline gelmiştim. Ne bastı- “gım yeri biliyordum, ne gör- düğüm işi.. ,Paçavraya v - dönmüşüm meğer... Kendi- mi, böyle alçaltıcı kelime- lerle tezlil etmek, bugün bana hummanın serinlik > karşısında, o serinliği içi- şini andıran bir nevi ra- 12 hatlık hissi, bir nevi şifa ve nekahat hatırası .sağlı- yor. Neler çektim O sıra- larda, neler... O bile, hali- min. devasızlığını, manevi sefaletimin, düşüklüğümün derecesini bir nevi korkuy- la görerek bana, isteme- diği halde bir dereceye kadar müsamaha eder ol- muştu. O bile... Gözleriyle fikirlerimi kemirir, söker alırken kendinden bir dost- luk bağışı yapmıya razı olmuştu. Zira, her gün has- belvazife başbaşa çalıştığım kızın, içimdeki parçalanış- tan teessür duymamasına, hiç olmazsa rahatsız olma- masına imkân tasavvur edemezdim. - Hiçbir zaman düşüncele- .rim söz halinde ona kadar yükselmedi. Hiçbir vesiley- le onun ışıklı gözlerine cesaretle bakmadım. Ne biraz irice ağzının iştiha- sına gözlerimdeki mâna ile mukabele ettim, ne saçla- rının ipekliliğinde derimi tutuşturmağa kalkıştım. Buna rağmen, şimdi şeklini size çizemiyeceğim O uzun boyunlu, dik başlı insan, beni benden iyi anlıyordu. Bir gün dedi ki: «Şüphe- niz neden, anlamıyorum, Daima, her ân, her şeyden kuşkulanır gibi, uyanık ve tetikte bir duruşunuz var, Bir ses dinliyorsunuz diye- ceğim geliyor âdeta... Her sözün gerisini, gözlerin ge- risini, düşüncenin gerisini, maddenin gerisini, mâna- “nın bile gerisini eşelemek istiyen bir şüpheniz var. Nedir bu kararsızlık? Ne- dir bu kat'iyet yokluğu? Kimden ve niçin şüphe ?» Nasıl şüphe etmiyeydim? Nasıl emin olaydım? Bana karşı düşüncesini biliyor muydum ki... Uzatmıyayım. İçimdeki ümitsizlik yavaş yavaş bedbinliğe, bedbinlik hâreketlerimi şaşırtan bir dalgınlığa dönmüştü. Höş, bu halimden metiinuhdum, azabımi seviyordum ya, neyse... Fakat bundaki git- tikçe artan şiddet, nihayet o kazaya, neticede de ebedi fahrümiyetime, âsıl felâke- time sebep oldu. Bir akşam üstü, işimden çıkınca, Beyoğlun'da, yetiş- mek mecburiyetinde bulun- duğum bir yere gitmek için paraya kıyıp otomobi- le binmem gerekti. Saatime bakınca, topu topu beş da- kika vaktim olduğunü &stf- le gördüm. Medeni bir şe- hirde beş dakika bu kadar- cık bir mesafe için çoktur; lâkin İstanbul'un hali ma- lâm... Şoförü sıkıştırdım. Eminönü'ne çabucak indik. Köprü'yü seyrüsefer mev- zuatının koyduğu hadlerden herhalde biraz daha hızlı geçmiş olacağız. Bunun pek farkında değildim doğru- su... Zira, onun hayali ak- lımdan çıkmıyor, yorgunluk göz kapaklarımı ağır bir kapı perdesi haline koyu- yor ve içimde sözüne geç kalmış olmanın huzursuz- luğu ayrıca bir üzüntü kay- nağı teşkil ediyordu: İnsan- ları hareket eden gölgeler- miş gibi bellibelirsiz, hisse- diyordum. Bu durgunluk ve hulya ânımın sert bir sar- sılışla altüst olduğunu sez- diğim ânda, tam karşıya bakan gözlerim, sanki gece bir ânlık ışıkta kalabalığı tesbit eden bir hassas plâk gibi, otomobilin oOönünde mâil ve pembemsi bir sathı bütün vuzuhiyle zap tetti. Gördüm, kısacası... Gördüm ve ayıldım. Zaman ölçüsüne sığmıyan bir kı- VW salıkta ileri doğru nasıl kaydığımı, alnımı, şoförün arkalığına nasıl çarptığımı, kendimi kaybetmemek ge- rektiğini nasıl yine kendi- kendime telkine uğraştığı- mı bir bir kaydettim.” Gi- cırtılar ve duruştan sonra, yığılan bir uğultu ortasın- da, şoförden evvel kapıyı açıp arabanın. önüne âtıl- diğıimı gayet iyi biliyorüm. Zira o Zavallı, bembeyaz bir yüzle, kapısını açarken öraciğaçöküvermişti. Genç- ti biçâre... Etrafımda tanı- madığım bir kalabalık... Dik- katim bütün uyanıklığiyle © yalnız bir noktaya, araba- nın önüne müteveccih; koğ- tum; ve yerde genç olduğu giyiminden belli, bir kızca- ğızın upuzun yattığını sez- dim. Pardesüsünün, rengi- ni “pembe sandığım gül kurusunu iyice (seçince, yüreğime bir sancı yapıştı, Hemen eğilip omuzlarından tuttum. Gti paltolu bir çift erkek kolü bana yardim ederek, kızi yüzükoyun çe- virdi. Bol dalgalı sarı saç- ları vardı. Ne tuhaf... Hem uğraşıyor, hem düşünüyor- dum da, ne yapmak lâzım geldiğini akıl edemiyordum. Yerde ince bir tabaka kan vardı ve bu kan, kızın başı etrafında ( kalınlaşıyordu. Yüzüstü odöndürdüğümüz zaman, güzel olduğuna hiç şüphe edilemiyecek bir çeh- renin ne hale geldiğini, ne kılığa girdiğini... Hal. Bu, o değildi, değildi o... O değildi sahi.. Alnı ya- rılmıştı. Yanağı yırtılmıştı. Kan, mide bulandırıcı bir tazelikle o güzel çehreye yayılmıştı. Gözün biri ka- panmış, öbürünün yalnız akı meçhule bakıyordu. Burnundan da kan boşan- mıştı ve yerdeki birikinti ondandı. Kirli kırmızı, top- rakla karışık bir maske, çeh- renin canlıyken sahip oldu- ğu âhengi müthiş bir çirkin- liğe çevirmişti. Boğazım sı- kışa sıkışa, tiksinerek, fakat büyülenmiş gibi, başımı çe- viremeden hep ona bakı» yordum. Bir ân o çehrenin altında, sevdiğim kızın yü- zünü tanır gibi oldum; fa-