TİYE Tak ıdâp Ha yalımızdan Cemiyetin adı, (Osmanlı Hürriyet Cemiyeti) olacaktı. Cemiyetin, adı söy- lenmez, hüviyeti bilinmez, pek yüksek mevkili bir reisi bulunduğu zehabı uyandırılacaktı. Cemiyetin (Muin) diye dört harfli bir (Kelimei mukaddese) si, (Hilâl) diye bir de (Kelimei murur) u olacaktı. Cemiyet fertlerinden biri kendini, kendi gibi sandığı bir arka- daşına bildirmek isterse, sağ elini göğsünün üst tarafına koyup baş ve şehadet parmağile yukarı doğru açık bir hilâl yapacaktı. Arkadaşı bunu anlar da aynı işareti yaparsa, öteki (mim), beriki (ayın), yine öteki (ye), yine beriki (nun) demek suretile artık tamamile tanışıp anlaşabileceklerdi. (1) u çok önem verilen cihet, cemi- yete alınacakları iyi seçmek, bir kere girenin, yakalanırsa, öteki arkadaşla- rını ele verememesini temin etmekti. Mukaddes kelime ile murur kelimesini masonluk ilham etmişti. Cemiyete alın- ması, âzadan biri tarafından öne sürü- len adam hakkında önce uzun bir araştırma ve inceleme yapılırdı. Alın- masına karar verildikten sonra, şu şekilde hareket olunurdu: Alınacak adamın rehberi ona, alınacağı gecenin belli bir saatinde bir buluşma yeri “ söylerdi. Tam o saatte, alınacak kişi o yerde oturur, çağırılmasını beklerdi. Rehberi, pencereden, kendini başka- larına göstermiyecek surette, belli be- lirsiz bir işaret yaparak onu dışarı çağırırdı. Birlikte, yemin yerine doğru yürürlerdi. Bu yere yaklaşınca rehber, arkadaşının gözlerini bir mendille bağ- lar, onu sağa sola saptırarak nereye gittiğini gündüz bulamamasını temine çalışırdı. Yemin yerinin kapısında bir arkadaş beklerdi. Gelen (Hilâl!) der, öteki de (Hilâl!) diye cevap verir. Gözü hep bağlı olanı, elinden tutar, aralık kapı- dan içeriye sokarak bir odaya alırdı. Orada, cemiyete girecek olana : «Hâlâ cemiyete girmek fikrinde misiniz ?» diye sorar «evet» cevabını alınca onu elinden tutarak başka bir odaya gö- türürdü. (1) Hakkı Baha, Meşrutiyetin ilânından sonra gittiği memleketi Bursa'da (Muini Hilâl) adında bir matbaa açmıştı, Bu odada iskemleye oturmuş üç kişi vardı ki, önlerinden biraz uzakta ka- pıya yakın bir tahta masa, bunun üze- rinde bir mukaddes kitap ile bir revol- ver bulunurdu. Yeni gelen masanın arkasındaki iskemleye oturdu mu, üç kişiden ge- lenin tanımadığı biri nutkunu okumıya başlardıl Nutkun sonunda yeni gelene yine sorulurdu: «Cemiyete girmekte ısrar ediyor musunuz?» O, yine «Evet» deyince o vakit: «Kalkınız, yemin edeceksiniz !» emri verilirdi. Ne nutkun, ne de yeminin birer su- retini saklamamış olduğuma çok acı- nırım, Biz on arkadaş bunları, Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurduğumuz 1906 Eylülü içindeki gecelerde yazıp hazır- lamıştık. Yeni gelen sağ elini mukaddes kita- bın, - Kur'an, Tevrat, yahut İncil - sol elinide revolverin üzerine ko- yarak, okunan yemini harf harf tek- rarlardı. Yemin bitince yeni arkadaşın gözleri, arkasında duran arkadaş tarafından açılırdı. Loş bir odada karşısında kırmızı örtüler örtünmüş, yalnız gözleri siyah maske takınmış üç adamı görmek, heyecan verici bir şeydi. Tanımadığı arkadaş yeni girene: «Artık cemiyete girdiniz, kardeşimiz, oldunuz. Sizi himaye etmek borcumuz- dur, Buna karşı da sizden hizmet ve sadakat isteriz. Numaranızı, verilecek vazifeyi rehberinizden öğrenirsiniz.» derdi. Cemiyete girenlerin pek azı yemin- den sonra söz söylemiştir. 1914-18 harbinde şark cephesinde şehit düşen topçu Faik paşanın uzunca ve heye- canlı bir nutuk söylemiş olduğunu hatırlarım. Yeminden sonra yine gözleri bağ- lanan arkadaş odadan ve evden çıka- rılarak rehberine teslim edilirdi; o da onu birkaç dakika sokakta dolaştır- dıktan sonra gözlerini açar, alıp gö türürdü. Cemiyet fertlerine bildirilecek ha- berler, verilecek emirler rehberi vası- tasile bildirilir ve verilirdi. Görüyorsunuz ki, Osmanlı Hürriyet gizli cemiyet az çok ayni tarzda hare- yk Sa yfalar z /2 Kâzım Nami DURU ket etmiştir. Bundaki şahsilik eski İttihat ve Terakki'ye benzememesiydi. (İdeal) ayni idi. Hürriyet ve Meşrutiyeti elde etmek... Ondan sonra ne olacaktı? Bunu düşünecek ne zaman, ne kudret vardı. Bundan dolayı beklenmedik bir zamanda Meşrutiyet ilân olununca yapılan şey; günün icap ve şartlarına uymaktan ibaret kaldı. Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kuran on kişi, birden ona kadar numara al- dılar ve ilk giren arkadaşa, sanki 110 âza çoktan varmış gibi, 111 nu- marayı verdiler. Bu ilk giren, hatı- rımda iyi kaldıysa, hoca İsmail Mahir, ikincisi ya jandarma binbaşısı Kâmil, yahut Mustafa Necip idi ve bunlar, mer Naci için tuttuğumuz (Küçük Karaburun) dolaylarında (Floka) bah- çesine yakın bir rum evinin üst ka- tıydı. Bu kata dışarıdan bir merdi- venle çıkılırdı. Burası, tahttan indiril- dikten sonra Selâniğe getirilen ikinci Abdülhamidin hapsolunduğu Alâtini köşkünün karşısında idi. Cemiyeti kuranlar Mithat Şükrünün köşkünde toplanmakta devam ediyor- lardı. Talât, birkaç gün için galiba Drama'ya gitmişti; dönüşünde Kava- la'dan gelmekte olan Manyasi zade Refik beyle bir kompartimanda buluş- muş; konuşup dertleşmişler... Talât, gelince bizi topladı. «Arkadaşlar, dedi, öyle bir zat ile tanıştım ki, onu cemiye- timize almakla çok şey kazanmış ola- cağımıza inanıyorum.» Adını söyledi, işitenlerimiz vardı. Çok değerli bir hukukçu olduğunu, Abdülhamidin gad- rine uğrıyarak Kavala'ya sürülmüş olduğunu, kendisini taniyan Hüseyin Hilmi paşa delâletile Selâniğe getiril- diğini, Bektaşi olduğunu öğrendik. Bektaşilikle masonluk arasında bazı benzerlikler de varmış ; bunun üzerine Refik beyi önce mason yapmağa ve sonra cemiyete almağa karar verdik. On kişinin hemen böyle her gece belli bir yerde toplanıp müzakere et- mesi şüphe uyandırabilirdi. Bunun üzerine içimizden üç kişilik bir (Hey- eti Âliye) seçtik. Bu üç arkadaş Ta- lât, Rahmi, İsmail Canbolat idi. Bu (Heyeti Âliye) dir i sonradan (Merkezi Umumi) adını aldı