Namazdan döndü. Yerine oturdu. Gözlerinde, hep o gözlerde, kuşların gözlerin- deki incecik perdeye ben- zer şeffaf bir tül... Fikri, göz yaşlarının içinden sü- züyormuş gibi, ağlamaklı: — Batmıyacağına inana- rak, dedi, suya bas, yü- tür gidersin. İmkânsız olan belki buna inanmandır, su üstünde yürüyebilmen de- gil... İnanmaktan başlıyalım, nanmak, in- sen O şeyde, kanatları kesilmiş bir kuşsun; uç bakalım, uçabi- lirsen... Eşya ve hâdiselerin varlığı, kendisini, kendi zati herşey, inanmadığımız hiçbir şey, ok Sustu, esmer dudaklarını buruşturdu, devam etti: — Sezmiyor musun ki, bü- tün kâinat, misilsiz bir büyü- cünün kavanozunda, birkaç ışık, renk, çizgi ve ses oyunu içinde, kendi kendi- sine hiçbir vücut sahibi ol- madan, sadece bir vücut vehmi yüzü suyu hürmetine varlık şartlarına bürünen muhteşem bir yokluk pilâ- nından ibaret... Bu yokluk- tan o varlığa tek bir geçit yol veriyor. Ruhumuzda, kıl kadar ince bir geçit... İnanmak !.. Bu âlemde in- sandan başka her unsur, tam ve mutlak bir inanma uykusunun huzuru içinde... Cemat, nebat ve hayvan, memur oldukları işlerin tam ve mutlak imanına bürülü... Halbuki inanmak, büyük ve sonsuz imam, inanmanın tâ kendisi, ruhu ve cevheri insana mahsus... İnsan ina- nacaktır; ve bütün inanan- ları peşi sıra götürecek... Biran, asma kütüğünün içini oyan bir kurdun diş seslerini duydum. Peşinden Tanrıkulunun sesi yetişti : — Mektep kitaplarının sayfalarında, kibrit çöple- rile aydınlattıkları birkaç bin senelik tarihe bak! Bu Necip Fazıl KISAKÜREK rını sam yeli basmış, şehir- lerini zelzele, meydanlarını ihtilâl ve kubbelerini karanlık... Zerre zerre güne kadar insanlık, her neye ve nasıl inanmış olur- sa olsun, yalnız inanmanın eserini o vermiş... İnanmış, toprağı ekmiş... İnanmış, şehirleri kurmuş... İnanmış, meydanları açmış... Ve inan- mış, imanının başı üstüne, ya kalkışmış... Mermeri, içinde bir nabız çarpıp çarpmadı- ğını anlamak için talaş ta- laş yontmuş... Sadece inan- mış... Ve eline geçen her şeyi, inanmanın faizi olarak kazanmış... Şimdi bak, dik- kat kesil! Nihayet, İnsan oğ- lu, faizi sermaye zannedip ana sermayeyi o türlü ih- mal eder olmuşki, tarlala- tişe kalktığı madde, kılı halât kadar gösteren per- tavsızlar ve bir dairede kaç çizgi ve her çizgide kaç nokta bulunduğunu hesap- layan düsturlar altında, ken- di yokluğunu bizzat haykır- maya başlamış... İçindeki nabız seslerine doğru talaş talaş yontulan mermer, mer- kezine yaklaşıldıkça kor- kunç sar'a nöbetlerile çat- lamaya yüz tutmuş.. Gözlerinin keskin cımbı- zile iki kaşımın ortasından yakaladı : — Bütün bunların hesabı tek kelimelik... İnanmamak |, İnsanlık şimdi inanmamak NOKTA : AKIL Gecenin karanlığını başında bir taç gibi taşıyan, akşamın rengini yüzünde bir duvak gibi gezdiren birine gönül bağlayalı gündüzler bana haram oldu. Yıllar yılı ben güneşi kaybettim. Yıllar yılı ben güneşsiz ya- şıyorum. Yüzünü buruşdurmadan beni dinleyebilirsin ! Duygularımı bir siyah mız: rak gibi kulaklarının zarına dikebilirim. Karanlığa tapan bir bahtsıza gözün daya- nabilirse bana bak! Hiçliğin senfonyasını besteleyen bir sanatkârı için götürebilirse beni dinle! Bu dönen âlemin yalanını yüzüne vurmak istersen beni bul! Anlıyor musun ? Beni bul! Sana, rüyayı görenle, tabir edenin nasıl bir olduğunu anlatayım! Sana aşk bahçelerinde ağlayanla ağlatanın nasıl birleşdiğini göstereyim. Anladın mı! Gurbet ufukla- rında hasret kadehini dikenlerin sesini dalgalarda sezebilirsen varlığın duyulmaz musikisini duyarsın. o bahçelerin yemişini bana sorma! Babam cenet- te bu meyvadan yemiş, aklın tuzağına tutulmuşsa ba- na ne? Bana akıldan ba hsetme kardeşim! Akıldan bana ne! Bana akıldan başka birşey lâzım! Akıldan başka birşey ; anladin mı ? 5 Kâzım ZÂFİR (6 devrinin tam kemalinde... Çevir başını da şu meza- rın küflü kavuğundan ar- kadaki duvara, duvarın üs- tündeki kırık kiremitlerden şehire, şehirin en yüksek minaresinden en yüksek buluta ve oradan bütün yer yüzüne bak! Yer yüzünü görüyor musun ? , Bütün yer yüzünü gö- rüyorum. — Orada ne görüyorsan, topyekün şu mutlak illete bağlayabilirsin... o İnanma- mak !.. Zamanımız, inanma- manın kâmil anını; ve me- kânımız, inanmamak buhra- nının kâmil cümbüşünü çer- çeveliyor. Sesinde, kemanın en tiz perdesinden en kalınına ge- çe gibi bir ahenk değişik- iği : — Usulümüze dikkat et! Muhitten omerkeze doğru gitmiyoruz; yolumuz, mer- kezden muhite doğru... Bir dairede merkez, yerini ve yurdunu değiştirmesi müm- kün bir unsur, bir eşya de- ğik bir esas, bir hikmet, bir bedahattir. Mükemmel bir hiza çizgisi üstünde bir sıra adama bakarken, göz yalnız adamları görür ve hizayı anlar; halbuki hiza diye elle tutulur, gözle gö- rülür birşey varmıki ? Sesi, duyulmayacak ka- dar hafifliyor : — Bedahatlere (güven ! Onlar ruhumuza gökten şimşek gibi düşen gerçek- ler... Şu gerçeği, bir müsel- lesin dört çizgili olamıya- cağı tarzında kafana mıh- laki, neye ve nasıl olursa olsun, insan oğlu, inanma- dan, bir gölgedir, su üs- tünde bir kırışık, bir esne- Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!.. Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka birşey... İstersen, bir odun parçasının tepesine sırmalı bir külâh geçir ve ona inan!.. Fakat inan!.. Göre- ceksin ki odun parçası, bir- denbire, ( Burak ) kesilecek, dört ayağını yerden kesip havalanacak ve sana, evve- lâ kendini, sonrada yer yüzünü fethettirecek... Z 8.0084. 1743, » Ji