18 BALKANLARDA -— SON SEYAHAT — (Baş tarafı 1 İnci sayfada) — Aferin be Sofya müftüsü! — Ben, o Ankara devletini 'Yok edeceğim! ç ha Sana bir kötülük mü yap- Bi? — Daha ne yapsın?! Demir - “Yolu yapıyor. Kombina yapıyor. #Okul yapıyor. Üniversite yapı - NKör Medeniyet yapıyor. Bütün F levletlerle dostluk ve sulh yapı- #yor. Üstüne üstlük de Bulgarya —Müslümanlarına Türk diyor. İş- te buna bir türlü yükünmiyo- ( Yum (tahammül etmiyorum). — Bulgaryadaki müslüman - Jar Türk değil midirler? — Hayır! asla! kat'a! hiç bir zaman! — Ya ne dirler? — Bulgaryadaki müslüman - dar asıllarında Bulgar, yani slav idiler! Geçen yüz yıllarda zorba Türkler (!) kutsal vatanımıza -Çullandılar, bizi zorla müslüman 'ettiler (!) şmdi de Türk diyor- lar. Biz halis mülis ortodoks slavlar idik! —OT İ “onlara Türk diyor. « — Bir ad yanlışlığı. Haydi bu Fadı kabul. edelim. Hatır için. DAmma bir ayırdımı var. Şapka Hgiymiyenlerle veni harfleri bel- Hemiyenlere (müslim Türk), siz- dere de (gayrimüslim Türk) de- meliyiz (!) Bunu resmi olarak İyazdım ve artık öyle kullanıyo- 'ruz. K — Yasa be kendi kendine Sof İya müftüsü! Söyle bakalım da- fba neler var? | — Neler mi var? Üsküp'deki yarkadaşlarım benden daha ileri. *Bu sadık arkadaşlar Vardar köp Yüsünün istasyon tarafındaki #yeni Üsküp gazinolarına, lokan- falarına giden gençleri küfür ile “durduruyorlar. Günün 24 saatin- 'de 48 küfür fetvası çıkarıyor - Jar. B < — Hocam! İzin verirsen sana “birşey soracağım. — Sor! Benim gibi bir müca- hit hiçbir soruya karşılık bul- “maktan âciz değildir. * — Bütün bu fenalıklar nere- den çıkıyor? — Nereden mi? Nereden mi? ©, sokakları asfalt vapılan.. O, Hbozkırlığı yemyeşil edilen.. O, “köylüyü şarlıyı okutan. O, frenk _:ımhımıan açan Ankaradan çı- iyor! Yıkacağım, yok edece - (ğim hepsini!. Milyonlarla pençe- Teşiyorum. ! — Ben de seninle berâber ol- ak isterdim.. İsterdim amma, jsunu nasıl vapacağını da öğren- gerek. — Nasıl yapacağım? Nasıl çmı? Bir cemiyet kurdum. Adı- inı (Müdafaaj İslâm Cemiyeti) İkoydum . F — Var ol be Sofya müftüsü! [Bin çok adamın var mı? — Ne demezsin? Varnada idört, Kırcalide iki, Sofyada ben, usçukta sıfır, Şumnuda on se- iz üyem var. Üsküp'dekilerle |Manastırdakiler de ayrı. — Hay ömrün oldukça yaşı- yasın be Sofya müftüsü! Dinim jimanım hakkı için ben de senin.. aa gağa — Sen hangi dinde imanda -| ,sın? AA — Tuhafsın yenge! dedi. Fa- ftir kadın evine iki kalıp sabun ğbnderirse ne olur? Kaç paralık gey! Bunu anneme söylemekle yonu ne kadar üzdüğünün far- İkında mısın? Bir gün bir tara- jfına nüzul isabet ederse sebeb sen olacaksın. Fitnat hanım bu fikre karşı masum bir tavır aldı. — Fena mı yapıyorum? dedi. Ben annenin menfaatini düşünü yorum da onun için söylüyorum yoksa neme lâzım! Fazıl odasına girdi, yazı ma- sasının başına geçti “Yeni Sa- da,, yı açtı. Edebi bir gazete olarak çıkan bu sekiz kocaman sahifenin dört te üçü gençlik namına söz sahibi olduklarını iddia eden birçok ftanınmış isimlerle dolu idi. Her makalenin — muharriri #“memleketin büyük hikâyecisi,, yahut “en güzide içtimaiyatçı - “ilâhi şairimiz,, gibi p: 'anlarla takdim ediliyor- unak edebiyatçılar! Top- kapı müzesine.,, başlıklı birinci makalede doğrudan doğruya Fa zıla hücum ediliyordu: *“Skolastik ilmi ile yeniliğin ânceliğini ihata edemiyen Fazıl Kâni, köhne metalarına artık a- lıcı bulamıyor.,, diye başlıyan bu yazı da diğerleri gibi sağlam esasa istinat etmiyordu. Maka- Je: “Hâlâ Divan edebiyatının ka davrasını gagalıyan patlak göz- Jü, çıplak boyunlu, gaga burun- Pa leg kargalarının yeri burası Peğil ancak Karacaahmet me - Jerlığidir.,, cümlesile bitiyordu. — İyi amma, Bulgarya dahi | — Ben mi? Müslüman Türk. iman ne demek? üslüman demek Türk de- mek. Türk demek iman demek. — Öyle ise iş kolaylaştı. Ben mektepleri kapattım, medrese açıyorum! Evkafı arkadaşları- | ma pay ettim, yakında evkafın canıma Yâsin okuyacağım! Hiç korkma Üsküp'le, Manastır be- nimle beraber. Patangonya baş- vekili benimle beraber. Katagon- ya maarif vekili, Çetaçonya har- | biye nazırı benimle beraber... Bakalım, o, yeni nüfus sayımı yapan Ankara karşımda daya- Nabilecek mi? Bizim bir milyo- | na, onar arşın sarıklık daha zor- la dağıttım. Onlar da zorbalık- tan, korkudan benimle beraber. Bir de şu var Ayıptır söylemesi amma, liyeceğim: Bizden dostluk bek)ı_x“('nlrr"W ve bize dostluklarını umdurma- ğa çalışanlar - hiç olmazsa ilk | adımda - Sofya müftülerine kar şı bir kulak verip, yolunca bir | durüm alsınlar. Şakanın ve c-| yunun bu kndau.yc!eı' Ben bu notları yazıp bir tara- | fa bırakmıştım. Aradan biraz | | zaman geçti. Bir gün birdenbire | Sofyada durum değişiverdi. Po- | litika çevresinde bir duruluk ve | durukluk oldu. O güne kadar | yalnız mizah gözü ile seyrettiği- | Miz Sofya müftüsünün ne kaka- | van olduğu: anlaşılarak kapı dı- | şarı edildi. Gerçi biz bir eğlence | yitirdik amma ötede bir milyon- İuk Bulgarya Türkleri başların- daki pis belâdan kurtardılar ki memnun olmağa ve sevinmeğe değer. Bulgar hükümetinin bu | gösterili ve dürüst hareketi Bul- garya Türklerine birçok yeni ve iyi umutlar vermiş olsa gerek- | tir. Bu umutları gerçekleştir- | mek, hükümetlerinin dirayetine | ve realistlik derecesine kalmış- | 'tır. Bir büyük ve temiz yığın ki | geri bırakılmak istenir, geri bi- | rakanlara karşı sempati duy-| maz. O yığın ki ileri götürül -| mek istenir; bunu — istiyenlere | karşı elbette bir sempati duyar. | Demokratik bir çevrede böyle bir yığının (rey) ile ölçülen sem | patisi sanırım ki dudâk büküle- | cek bir sempati değildir. Ben | bunları siyasal bir düşünce ile söylemiyorum. Bir taraftân Kan | daşlığın bir yandan komşuluğun verdiği iyi duygularla söylüyo- | rüm, Sadede geleyim. | Elimle koymuş gibi biliyorum | ki Sofyanın bu eski kakavanı; | başına, viziyeri ensesinde bir kasket takacak, eteklerini kes- tiği cübbesinden bir caket tas- lağı giyecek, sakalını bıyığını yürütücek, ye dışı yepyeni bir | kılıkla Türkiyeye — girmek isti-| yecek. Ben olsam tutar tutmaz bacaklarından tepesi aşağıya ve | ya boynundan baş yukarı ipe | çekmem. Kendisini, ehlen ve sehlen diyerek karşılarım, Edir- neden Vana, Samsundan Antal- yaya kadar bütün memleketi | y- dolaştırırım, her şeyi gösteririm, | ve sonra ne yapması gerekece- | gini kendisine bırakırım. Yine a- | | bir kayıtsızlık hissi yaratmış Her: ' —— Sabah Baktın ki yar sana yar değil... ecrübeli ninelerimiz: — Çocuğun hastalığır: yanmam, huy değiştirdiğine ya- harım! derlerdi. Toraman hastalandı mi, t ebeveynin şefkati artar, bu den çocuk şimartılır, hastalık geçip yavru mutad günlük ha- yatına avdet edince de o şıma- rıklığın tesirile bambaşka bir çocuk oluverir. İşte tecrübeli kadınlarımızın : — Huy değiştirir! demeleri, çocuğun bu ruhi haletini, uzun tecrübelere dayanan bir salâhi- yetle, tebarüz ettirmek için olsa gerektir. Çocuklara has olan bu ruhi halet bütün insanlara da sirayet etmiş olacak ki Avrupada yaşa- yan insanlardan bir kısmı girt- ak gırtlağa, daha doğrusu tank | tanka ve bomba bombaya — ge- lince cemiyetlerin hayatında bir takım gayri tabiiliğ di. Evvelâ talihsiz küremizi ya- lanla muhatabini kandırmak, | palavra — ile bitarafı, düşmanı | hattâ dostu avlamak kelimeleri- | le hülâsa edebileceğimiz bir sah- tekârlık salgını kapladı. Sonra harp meydanlarında ölüp öldür- menin umuru âdiye sırasına geçmesi insanlarda ölüme karşı olacak ki muharip, müttefik hattâ bitaraf memleketlerde ya- ralama ve öldürme vak'aları ço- ğalmış imiş. Dikkat ediyorum da bizde bile son günlerde met- res yaralama, nişanlı - bıçakla- ma vak'alarına sık sık tesadüf edilir oldu. Halbuki 'Türk merddir, erkek-| tir, efendidir. Kadın gibi zayıf kendini müdafaadan âciz bir mahlüka nasıl silâh çekili Kaldı ki işin civanmerdlik saf- hasını bir tarafa bırakacak ol- “sak bile çiçekle dokunulmaya kıyılamayan sevgiliyi delik de- şik sedip Kalbura çevirmek * ne mantıka sığar, ne de sevgiye. Kıskançlık diyeceksiniz. Bira- kın efendim bu manasız sinir bozukluğunu. — Baktın ki yar sana yar de- ğil, ayrılması âr değil!. diyip yakasını koyuvermek, kanlı olup hapishane köşelerinde çürümek 'ten yahut kalil olup dar ağacın- da can vermekten elbet bin kat hayırlıdır. A. C. SARAÇOĞLU ———7—— — dam olmazsa işte o zaman kar- şıma alırım: — Bre şapşal! derim. Şimdi hak ettin, dile benden ne diler- sin: Kırk katır mı? Kırk satir mı? .. Dikkat ediyor musunuz? Herif kapf dışarı edildikten son- ra bile bizi yine eğlendirebili- yor. ARA GÜNDÜZ Not : Bu sahnelerin bir başkasma da ülkü ve meslek arkadaşım Ankara mebusu Ahmet Ulus, | Sofya camiinin imam — odasında şahit olmuştar. SAT w ğ SANAT VE EDEBİYAT eÜ Yine Mussîki Bahsi Osmanlı musikiside nedir?—Yanlış bir edebiyat tarihi— Türklük ve tanzimat— 1| Garp musikisi ve milli musikiler — Büyük bir ressam Vagner'i di liyor — “ Hazım, galebe çaldı! ,, — Garp musikisi köçek havası değildir -- Numaralı itirazlar — Tanburi Cemil'in çıldırttığı bülbül — İki musikinin tekniği, telakkisi büsbütün ayrıdır — Böyle yazılarda hissiyat değil salâhiyet ve ihtisas şarttır Geçenlerde Tan'da dil ve mu- siki başlıkh bir yazı okudum. Biribirinden — ehemmiyetli - iki mevzua temas eden makalenin birincisini okumamıştım. Musi- kiye ait olanı dikkatle okudum. Mevzu pek mühim olduğu için bu yazıda büyük bir salâhiyet ve ihtısas aramak hakkımdı. | Halbuki makale sırf hissiyat ü- zerine kurulmuş bir iddiadan ibarettir. Evvelâ bu makale muharriri- nin şark musikisi hakkında bır fikri yoktur. Bu musiki onun i- çin “Osmanlı musikisidir. Os-| manlı divan edebiyatını nasıl di- limizden attıksa bu musikiyi de atmalıyız, onu mekteplerden kal dırdığımız gibi radyodan da kal dırmalıyız. Bunun aksini düşün- mek inkılâbımızı anlamamak demektir.,, diyor. Birkaç defa “sırası geldikçe yazdığımız - veçhile edebiyatta tanzimat bir merhale olarak ka- bul edilmiştir. O tarihten bu â- na kadar aşağı yukarı bir asıra yakm zamandır ki, Türk edebi- yatı birçok inkılâplar geçirmiş ve divan edebiyatının mevkiü daha bu inkılâplardan evyel da- | hi, ancak edebiyat tarihlerine münhasir kalmıştı; Divan ede- biyatını tarihi- bir “Bengüzar, | gekline koyan âmil: Lisanın ken- | di kendine yaptığı kuvvetli te-| kâmüldür. Hattâ Şeyh Galibin | “H ü - Aşk,, ında-yaptığı büyük lisan inkılâbı da yenilik ihtiyacından doğan zaruretler - dir. Türk edebiyatının tarihi bi- linmeden edebiyattan bahset -| mek ne kadar doğru değilse şark Musikisinin ne olduğunu anla -| —madan böyle mühim bir mev- | zua sataşmak da o kadar yerin- de olmıyan bir harekettir. Bvvelâ şunu bilmemiz Jâzım- | dır ki, bir Osmanlı lisani olma- | dığı gibi alaturka - yahut Os-| manlı musikisi namile bir mu- siki yoktur. Zaten tarihçe sabit olmu: hakikat olarak zikredebiliriz: Bu memleket halkı” Tanzimata kadar Türk idiler, (Tanzimatı Hayriye) ünvanı verilen- faide- | siz ve-yanlış aslahat ile Osmanlı | oldular. Abdülmecit. devrinde Avrupalılara hoş görünmek için yapılan- bu yudurma “slahat | Memleketin lehine değil aleyhi- | ne oldu. Ayni zamanda bundan | bahseden Avrvupa- kitaplarında | Tanzimat “beyhude ıslahat te- şebbüsleri,, diye tasvir edildi. Asırlardanberi bizde konuşu -| lan dil Türkçedir. Devletin ilk | teşekkülünde konuşulan o sade lisan sonraları bozuldu zamanla | ş bir A G. Fazıl, bu hücumlardan çok eğlenirdi. Onu yazılarında böy- le tezyif edenlerin ne zaman ken disine sokakta rastgelseler çay- lak görmüş piliçler gibi “üstat! üstat!,, diye bağrışarak koşuş- tuklarını bilirdi. — Adam sende! dedi. Cevaba değmez. Yahya beyin işi yok, çocuk gibi buna ehemmiyet ve- riyor. Matbuatta böyle biri batıp diğeri çıkan bir mecmua ile ga- zete arası birçok acayip şeyler vardı ve hemen hemen hepsinin tahrir heyeti ayrı adamlardan mü rekkepti. Hepsi ayrı ayrı birer dâhi olduklarına kani bulunan bu yazıcılar yazdıkları deli saç- malarını neşretmek için daima aklı az, parası bol bir sermaye- dar gözlüyorlar ve tesadüf ara- larına böyle bir mirasyedi dü- şürürse hemen eski batan mec- mulardan birinin adını değişti- rerek neşrediyorlardı. İkinci nus haya kadar sermayenin yarısın- dan fazlası duvar ilânlarına s:; fediliyor, kalan para da gazet nin ancak iki nüshasına kifayet ediyordu, Sarmayeyi kediye — yükleten, maksat uğurunda tırıllaştığı i: gin dâhilerin arasına karışıyor ve bu suretle yekünu gittikçe ar tan büyük hikâyeciler, güzide içtimaiyatçılar, ilâhi şairle beraber o da ümit ufkunda y ni bir sermayedar yıldızının be- lirmesini bekliyordu. Bu ilâhi şairlerden birini Fa- zal hem tanır, hem de severdi. Vasıf Coşkun, bir gün bir şiri- ( k & Yazan: Ulun/ay le alay ettiği için matbaya ka- dar gelmiş kendisile görüşmü: tü. Fazıl karşısında nihayet yir mi yaşında bir genç göreceğini sanırken şişman, yuvarlak yüz- lü, sinek bıyıklı, saçları dökül - müş, yaşlı bir adam görünce hayret etti. Bu edebiyat merak- hsi kıllı bebek, Fazıla: — Hiç şaşmayınız, monşer! dedi. Gençliğin yaşla bir müna- sebeti olmadığını size isbat için bizzat geldim. Ben tam elli beş yaşındayım. Fakat yazılarımda henüz on altısına yeni pastım. Fazıl gülerek: — O halde, dedi. Şiirde kırk yaşına yani tam olgunluk devre ye geldiğiniz zaman tabif ömrü- nüzle doksan beş yaşında ola- caksınız. Muvaffakiyetiniz için size Zaro ağa kadar uzun bir ö- mür temenni ederim. İhtiyar genç, bunu pek par- lak buldu, acayip bir gülüşle dizlerinin üstüne yerleştirdiği karnını hoplattıktan sonra: — Ustat! dedi, Benim son şi- irimle alay ettiniz, Fazıl Alay etmedim. Anlaşılma- dığını söyledim — Oh! Bunu nasıl söylüyor- sunuz? Size şiirimi bir daha okuyayım: KÖL arap ve acem nüfuzu - altında| Hayat Sular Kurnadan taşıyor Tas Boyaz Denizde boğulmıyacalı Lik hik bik hk Şangırrr... Fazıl dudaklarını — sıriyordu. Şair bitirdikten sonra sordu: — Nasıl? — İtiraf ederim ki anlama- dim. — Anlatayım; bu doğrudan doğruya sembolizmdir. Burada kurna hayattır. Suyu taşmağa başlıyan kurnanın üzerinde yü- zen hamam tası da insan de - mektir. İnsan, içinin boşluğu ile hamam tasına benzemez mi? O- nu hayatın taşkınlıkları yuta - cak, öldürecek kurnanın dibine daldıracaktır. Tas, yani insan bunu istemiyor. Mermer kurna ile beyaz görünen denizde boğul mıyacak. Ne yapıyor? Suyun taşıntısına uyarak kenardan taş ların üzerine kayıyor, kendini dışarıya, atıyor. Ozaman evvelâ suyun taşarken çıkardığı lık hk lık sesini işitiyorsunuz.. Sonra ukutu nladım. Sonra bundan evvel yazdı m bir şirden de fıkracılar tasen taşlara — Şimdi a girrr! | vaveylâ — müsikis YAZAN ULUNAY kalan şairler, münşiler, “tasan- nu,, merakile Türkçeyi anlâşıl- maz bir hale getirdiler. Bugün konuşulan, — yazılan Türkçe o zamanlarda yazilan Türkçenin daha pek çok sade- leştirilmiş şeklinden başka bir şey midir? Lisan, hakiki şahsi- yetini, benliğini, hattâ hüviyeti- ni sadeliğe gitmek suretile bu- lacaktır ve buluyor. Vaktile ter- kiplerle yazı yazmağa alışanlar bile bugün zaruri olarak kulla- nılması icap eden bir terkibi ya- zarken iki kelimeyi istemiye is- temiye biribirine bağlıyorlar. “Hodbin,, kelimesinin yerine “egoist,, lügatini kullanmak bir yabancı kelimenin yerine diğer bir yabancı kelime ikame etmek demektir. Makale muharriri da- ha yazısının başındaki cümle - sinde kendi dilini arap ve fars kelimelerinin kaydinden kurta- ramamıştır. Cüumhuriyet bu memlekete, inhitat ispazmozlarından kurtu- lup kuvvetli bir bünye ile yaşa- mak imkânını bahşedecek bütün inkılâpları ve o inkılâpların anah tarlarını eksiksiz olarak ver - miştir. Buna rağmen - sırf his- siyata tâbi olarak - musiki bah- sını inkılâbın eksikliğine bir delil gibi göstermek, ne dereceye ka-| dar doğrudur bilmiyoruz. Şark musikisini garp musikisi ile mukayese edecek değiliz. Ma- kale sahibinin dediği gibi “Şark müsikisi kötüdür, ah ve vah ve melsiz iddialarda bulunmayız. Çünkü o musiki zevk alıman bir Musikidir. Ondan zevk almak garp musikisini sevmemeğe tak- dir etmemeğe bir sebep teşkil edemez. Böyle olmakla beraber bu beynelmilel tanınmış musikiyi dünyada nekadar, Fransız, İngi- liz, İtalyan, Alman, İsveçli, Nor veçli, Danimarkalı, Belçikal, İspanyol, Portekiz bilâ istisna anlıyor ve ondan zevk alıyorlar mı? ) Ayvrupada opera - binası olan veyahut kbnser salonları bulu - nan büyük şehirlerin ahalisi yal niz bu beynelmilel musikiden mi lezzet alır? Onların kendilerine mahsus milli sesleri yok mu - dur? Onların milli sesleri olma-| kabul ediyoruz ve bunu merhum | Operaları dolduran halkın i- çinde istisnasız olarak hepşi Vagner'i anlarlar mı? Ben çok defa bunun aksine şahit oldum. Hattâ dünyanin en büyük res - samlarından olan Eugene De- lacroi hatıratında bir gece Vag- ner'in bir eserini dinlemek üze- re bir operaya gittiğini yazıyor; ve: “hazım galebe çaldı.,, cüm- lesile açıkça uyuduğunu söyle - mekten çekinmiyor. Delacroix gibi bir san'at dâhisi Vagner'i dinlerken uyursa operada ken- dilerini i'tiraf etmeseler dahi onun isrine tâbi olanlar mutlaka mevcuttur. O halde bunu kıyas mihengine vuracak — olursak Vagner'i dinlerken uyu- yanlar var diye büyük bestekâ- rın eserlerini kıymetsiz addet- memiz lâzımgeliyor. “Şark mu- sikisi yekâhenktir, tek sestir. getiriyor, ahü vah , diye O musikiy inden dışarıya atmak icap etmez. Garp musikisinde mevcut olan bütün eserlerde neş'e ve şetaret vermez. Hattâ Puecini'nin Boheme'i, Toska'sı, Madam Baterflay'ı uzun birer elem neşideleridir. Ekseriya insanlar neş'eli şey- lerdda ziyade hüzne meyyal - dirler. Bohem'in en güzel parça- ları en hazin yerleridir. Orada vaveylâ ve ahü vah vardır. Fa- kat onu fennin musikisinin ka- yıtlarına bağlayarak ifade et- Mişlerdir. Zaten her musiki — neş'e- | yi de hüznü de ihtiva edebilir. | Hattâ makale muharririnin Os- ir.,, gibi te-| | manlı musikisi damgası vurdu- gu şark . musikisinde de neş'e vardır. Fakat bu neş'e şarka has bir kisveye bürünmüştür. | Şark musikisinin kusurları şu suretle tasnif ediliyor: “1—Bu musiki, Bizanstan kalma' dümtek havalarının arap ve İran tesirile karışmasından türemiştir.,, (Dümtek) havası. denilen şe- yin' garp musikisinde (mesure) ve bizde usul denilen ölçü oldu- ğgunu kabul etmek mecburiyetin deyiz. . Çünkü dümtek havası diye bir fasıl bilmiyoruz. Han- gi musiki parçası ölçüsüz- ol- maz; bu — garpte de şarkta da böyledir. “2 — Bu musiki tek seslidir. orkkestrasyonda armonize edil- miyen bir musikidir.,, Bu musikinin tek sesli olduğunu sı fennin musikisine alâka gös-| Rasimin dediği gibi milli ses 0- termelerine bir mâni teşkil eder larak - benimsediğimiz için bir | mi? Beynelmilel musiki o mil- kusur gibi kütlelere tahakküm | Rubab da tek telli bir sazdır; yonlarla suretile mi nefhedilmiştir ? n H Tefrika No. 23 & layla bahsettiler: — Hangisi?.. — (Nirva tanga cuho) başlı- ğile yazdığım şiir. — Anlıyamadım. — İzah edeceğim. Evvelâ ta- mamile anlaşılmaz zannedilen bu şiir izah edilince derhal anla- gihr. — Öyle olmasını tabii görü - Tüm. Fakat mesele onun izahın- da, Bunu kim yapacak? — Tabii ben yapacağım, Fakat siz her zaman yazı- nızi okuyanların yanında bulu- namazsınız ki., — Neşredildiği zaman edilen hücumlara, cevap verirken izah etmiştim. Bu izahlar bundan son ra yazacaklarım hakkmda oku- yucularımı — düşündürecektir. Şimdi okuyorum, dinleyinia: Nirva tanga Nanki salga pu. Singa niam, niam Hu! pu, pu, pu... — Nasıl buldunuz? — Hiçbir şey anlamadım. Mübalega ediyorsunuz üs- tat! Yemin ederim ki bit lamadım. Evvelâ necedir an Onu telâkki - etmiyoruz. (Sonu: Sahife 6 Sütun 1 de) leri bir ninnidir. Bilmiyor mu i- diniz? Ben onu yeni şiire tatbik ettim. (pu) Tibet lisanında “u - yu!,, demektir. Ben bu ninniyi çocuğa değil hayata söylüyo - rum. Derinliğini hissediyorsu « nuz değil mi? Fazıl, muhatabına garip bir nazarla bakıyordu. Şair bunu an ladı; hafifce güldü. İkisi de biri- birlerinin maksatlarını anlamış gibi idiler. Sanki şair: — Azizira diyordu, —bu söy- lediklerhn tekmil — saçma- dır; bunların birşey demek ol- madığını ben de biliyorum. Fa- kat şimdi edebiyatta kendime bir mevki vermek için böyle saç ma şeyler lâzim, Etrafımdaki çoluk çocuk hunları bir şey Zan- nediyarlar, herkes gibi söylesem dikkati celbetmiyecek. Ortaya bir deli saçması atınca eskiler kıyameti koparıyorlar; biz onla- ra, onlar bize saldırıyorlar; de- dikodu oluyor. Ne yapalım? Ge- çim dünyası... Coşkun sık sık Fazılı görme- ğe gelirdi; o zaman şair yenilik namına yumurtladığı yaveleri bir tarafa bırakır saatlerce Di- van edebiyatından bahsederdi. Fazıl sorardı. Yeni ilhamdan birşey yok mu? Coşkun r! derdi. Dün akşam pencereden komşunun damını ediyordum. Bir sürü kedi, amet koparıyorlardı.O zaman söyleyin, biz çocukken haminnemin bizi Bu, Tibet kadınlarının ço- eğlendirmek için söylediği bir uklarını uyutmak için söyledik- - türkü aklıma geldi -— Halka verilecek konserler B eyoğlu Halkevinin çok güzel ve dikkate şayani bir teşebbüsünü haber aldım. Evin, yalnız Türkiyede — değil, bi Balkanlardaki amatör teşekküllerde eşi olmayan 80 kişilik koro heyeti, halka açık hava temsilleri verecek ve bu suretle halk, bu musiki gösteri- lerinden bol bol istifade etmek imkânmı bulacaktır: İlk temsil önümüzdeki haktas lar zarfında Taksim Bahçesinde verilecektir. K ikinin halk terbiyesi zerinde ne kadar bü- yük roller oynadığı malümdur. Bu iti teşebi takdire sezadır. İstirahat etmek üzere umumi bahçelere yayılan halk, bu güzel koronun — konserlerin- den hem çok memnun kalacak, hem de musiki terbiyesini inki- şaf ettirecektir. Geçen kış mev- simi zarfında Beyoğlu Halkevi- nin kalabalık korosunun birbeç konserine şahit olduk. Kore bü: tün bu konserlerinde çok muvaf fak olmuş ve dinleyicilerinin hararetli alkışlarına hak kazan- Mıştı. Ayni “elemanlardan mü- rekkep olan koro, bu suüretle mesaisini yalnız kışa inhisar ettirmekten kurtulacak, yazın da çalışabilmek ve verimli me- saisinden halkı istifade ettire- bilmek imkâmnı kazanacak de- mektir. ronün yalnız Beyöğlü semtinde değil, İstanbul tarafnı- da da konsefler vermeyi progra- mına ithal etmiş olmasıdır. Tak sim bahçesinde verilen konser- ler, meselâ Gülhane parkı, Fatih parkı, Beyazıt . meydanı — gibi umumi yerlerde de tekrarlan- malıdır. Konser — idarecilerinin bu noktayı da düşünmüş olma- » SKŞ MURAD SERTOĞLU Bir temenni izim temennimiz, bu ko- Ankara 15 (Hususi Muhabiri- mizden )— Maliye Vekâleti alâ kadarlara yaptığı uzun bir ta- mim ile hayvanlar - kanununun vergisinde yapılan değişiklik - lere göre badema merinos (30), tiftik keçisi (35), koyun (60), kıl keçi (60), sığır (35), man- da (100), deve (125), domuz (125) at (10(, katır (10), eşek (10) kuruş vergiye tâbi olduğu ——— —OÖDoücoca bildirilmiştir. Dam üstünde kediler Mirnav, mirnav dediler, Hemen bunu esas olarak aldım ve şöyle bir şiir yazdım: Kediler... Mavi, yeşil, mor kediler Gökte sallanan kıml fenere Baktılar Keskin tırnaklarını ayın Küi ışığma Taktılar & Kediler Bana nçler dediler, — Bu şürim o kadar rağbet gördü ki, bütün bizim dâhiler, el lerimi öpüyorlardı. Yayaş yavat; kendi kendimden şüpheleniyor- —— dum; şimdi kelayını buldum; 65 — B E A hamalarak mükemmel şiirler yazıyorum; bir tane daha var: Kaplumbağayı ellediler telledilor Beşiğe de koyup salladılar! Bu türkünün bana ilham ettiği şiir de şudur: n Bütün ırlamın ağır yükü Arkanda ei ( Yakınsın £ Fazıl gülerek: — Fakat bilir misiniz? diyon du, Hiç fena değil! Coşkun : (Arkası var)