Saatlik sayfa görüntüleme limitine ulaştınız. 1 saat bekleyebilir veya abone olup limitinizi yükseltebilirsiniz.
Z0 « T « 939 TARİHTEN YAPRAKLAR Arıyan Mevlâsını Da Bulur, Belâsını Da.. Y üz otuz beş yıl önce Tarab- yada çok güzel kökşler var- dı. Fenefde doğup ta Fransızca öğrenmek sayesinde tercumanlıkle Babiâliye giren bir takım çelebi. ler, tüy düzdükten ve servet sahi- bi olduktan sonra mutlaka Tarab- yada birer ev yaptırırlardı, o zamai lar Buğdan ve Eflâk Beyliklerine gönderilen bir kısım çelebiler de Tunadan Karpatlara kadar uzayan topraklar üstünde tırpan afıp ha- zineler düzdükten sonra ya azlolu- narak, ya istifa ederek İstanbula gelirlerdi ve yine Tarabyada birer asri saray kurarlardı. Müverrih Asım Efendi bu son- radan görme zenginlerin evlerini, bahçelerini, eğlencelerini —ken- di devrine göre— gerçekten şaira. ne tavsif eder ve meselâ şöyle der: “Her biri Tarabyada Şeddadi sa- hilhane ve bahçei iremnişanede lmparatorane vazü eda ile ikamet ederek sırmalı libas ve mükellef kıyafet ve has ahira lâyık zerrin raht ve licam ile müzeyyen dilke- şendam Mıisriler (Arap atları) ve hentolar (arabalar) ve leyalii muk mere'de (mehtapli gecelerde) yağ- 11 yılan dilli kayıklar ile saz ve söz alayı müheyya olarak gece yarıla. rına ve belki subhe kadar zevrek- ranı safayı mehtap olurlardı. (ka- yıkla mehtap safası yaparlardı.) Asım merhumu imrendirmiş gibi görünen bu parlak ha- yatı #aşıyanlar arasında Dimit. raşko Bey adlı bir Fenerli bilhas- sa göze çarpıyordu, bu adam, Buğ- dan voyvadası Mozoros oğlunun kardeşiydi. Atalarından, amca o- ğullarından birkaç tane voyvada yetiştiği için çok büyük bir serve. te malikti, yaşamayı da iyi bili- yordu. Bu sebeple evi hiç dinmi- yen kahkahalarla çınlardı, bahçe- sinde kuş sesinden ziyade kadın cıvıltısı duyulurdu. Dimitraşko Beyin bir kız karde. şi vardı. Parisli mürebbiyeler e- linde büyümüştü. Çok güzeldi, çok bilgiliydi, fakat büyük bir kusur taşıyordu, aşka can veriyordu, Di- mitraşko, medeniyeti her şeyde hür olmak mânasına almıştı, bu sebeple kızkardeşini tamamiyle serbest bırakmıştı. Deli kız, arası. ra gecelerini ahırlarda geçirirdi ve odasına dönerken ağabeyisine: “Ne eğlendim, ne eğlendim, bil- mezsin, Çünkü senin burnun ahır kokusundaki zarafeti almaz,. der- di. Bazan günlerce kayboölürdü ve eve dönüşte: “Etüt yapıyorum. A. şağı tabaka hayatı içinde yüzüyo- rum,, deyip gülerdi. Işte bu deli kızın bir şralık kafasına tuhaf bir fikir ya- pışmıştı: Kaçırılmak!.. Evet, dağ başlarında olduğu gibi bır aşk bas kınına uğramak, saçlarından tı_ı.tıj- lup sürüle sürüle ormanlara götü- rülmek, dövüle dövüle ve hıı"paî— lana hırpalana oynattırılmak isti- yordu. Bir gün, iki gün bu fikri kafa. sından atmıya çalıştı, muvaffak o- lamadı. Ekmek gibi, su gibi, hava gibi, böyle bir sahneye kavuşmak ta onun için bir ihtiyaç halini ab- mıştı. Eğer dileğine ererse Tem- muz sıcaklarında günlerce su bü- lamıyan bir çöl serserisi gibi eri- yeceğine inanıyordu. Bu sebEPle düşündü, taşındı, ihtiyacını yine kendi eliyle tatmin etmeyi karar- laştırdı. O civarlarda Yamak denilen Ye- niçeri bölükleri vardı. Bu bölükler içinde bakışları bile kadınların yü- reklerini ağızlarına getiren hey- betli delikanlılar çoktu. Matmazel Mozoros bu korkunç adamlardan birini ele getirerek arzu ettiği sah- neyi yaratmayı tasarlamıştı. YAZAN M. Turhan Tan D eli kız bu kararından dönme- di, yamaklardan birini fır. sat düşürüp evin bahçesine soktu, yarım yamalak tükrçesile dileğini anlattı. Genç Yeniçeri gerçekten güzel bir kızın böyle yana yakıla kaçırılmak istendiğini anlayınca kahkahalarla güldü: A kız, dedi, dileğin bu olsun. Sen hemen gününü söyle, icabın- da biz ananını bile omuzlarız. Dimitraşko —Beyin kızkardeşi, üç gün sonra yapılacak bir deniz gezintisi sırasında ve mehtanp al- tında bu lütufkârlığın gösterilme- sini rica etti, müjdelenen zevk uğ- runda üste para vermiye hazır o- lan delikanlıya bir kese altın da sundu, sevine sevine odasına dön- dü. O, denizde üç beş kayık dolusu asil, zengin ve asri madamlarla, matmazellerle gezinti yapılırken Okyanuslarda gemi avlıyan kor- sanlar gibi bir kaç büyük dolmu. şun önlerine çıkacağını, bütün ka- dınları gözden geçirdikten sonra içlerinden yalnız kendini alarak meçhul bir semte kaçıracağını dü- şünüp heyecana düşüyordu, Meh- tap, baskın, vaveylâ ve korkunç bir gece!.. Bütün bunlar deli kızın suhuna çılgın bir zevk aşılıyordu. ş, kararlaştırılan gecede ol. du. Fakat küçük bir ilâve ile, nasıl oldu mu, diyorsünuz? Onu yine- müverrih Astmdan dinli- yelim: “Dimitraşkonun kızkardeşi nazendei zaman, üç kayık lebâleb dolu zemani nazeninan ile bir ge- ce mehtap. seyrü safasına revan ve ruyü deryada zir ile balâyı seyran ve kendülere mahsus sazı dilnü- vaz ile âlemi âb zevkine “dem bu demdir,, edasiyle zevrekran iken Anadolu semtine karip mahalde nagâh iki kayık dolusu yirmi den mütecaviz pürsilâh, ehrimen - heyet, Hizebran-heybet (aslan ya- pılı), Haydut - reviş, izbandut - gerdiş eşhas zelzelei satvet ve gül- gülei dehşetle palaları çekip kük- remiş-dev gibi ol peri çehreler ü- zerine havale olup kayıkçılar bun- ların bu resim hareketlerini hâta ve gaflete haml ile feryat ederek: “Bire medet, bunlar Dimitraşko Beyin haremidir!,, diye müdahale kaydına düştüklerinde: ““Bizim matlübumuz dahi budur,, cevabiy- le hücumun hikmetini tasrih ve kayıkçıları palâ darbeleriyle iskât ederek Anadolu yakasındâ Umur yeri tâbir olunur mahalle zorla sevk ve kadınları karaya ihraç eyle- .dikten sonra kayıkları tevkif ve kadınları keşan keşan evvelce ha- zırlanan yere götürdüler. Müteakı- ben kayıkçıları birer ağaca bağla- yıp peri yüzlü esirlerle sabaha ka- dar raksederek haz aldılar. Gün doğarken kayıkçıları çözüp ve na- zenin dilberleri getirip kayıkları- na koyduktan sonra: “Beye selâm söyleyin. Rakısını, şarabını içtik. Hanımlarını oynattık. Kusura kal- masın,, dediler. Matmazel, bir bakıma göre, um- duğuna ermişti. Fakat bir bakım- dan hesabında yanılmıştı. Çünkü yirmiye yakın madamı, matmazeli de ummadıklarına erdirmişti. Eh, kadın kaprisi evde tutulaa hesap- lara benzer. O hesaplar bazan çar- şıya uygun düşmediği gibi kapris- ler de bazan böyle umulmıyan ne- ticeler verir. Arıyan Mevlâsını da bulur, belâsını da diyen Türk me- seli, bu misillâ hâdiseler için dar- bolunmuş olsa gerektir. ŞU GARİ İ ieieanRm aa | 13 rakamı uğursuz Bükreşte matmazel Margit Maniu için 13 rakamı uğursuzmuş. Çün.- kü.hayatında da- ma, bu rakam ©0- ya felâket getir. niştir, Margit, do. Şumunun 13,ün.. cü yıldönümü gü- 1ünde sokakta düşerek yaralan. mış. İki ay sonra 13 martta bir ku- yuya düşmüş, az kalsın boğularak ölüyormuş, n Bundan sonra, her ayın 13 üncü gününde başına birer felâket geli. yormuş. Bir evde oturuyorsa; tavan çöküyormuş, bindiği araba devrili. yor veya bozuluyor, yahut ta kaza yapıyormuş. Eline aldığı bir şey kı. rılıyormuş. Entarisi bir yere takılıp P DÜNYA GörrreecanceceLALEELECELEKERDEKAİ Küfür kelimeleri için lügat — Vaşington'da küfür ve tahkirâmiz kelimeleri ihtiva eden hususi, bir çıkarılmış- İngiliz -lisa. unda 1,600 tane ylan insanı gücen- lirici — mahiyette süfür ve tahkir celimeleri kitap- ta alfabe sırasiy- le gösterilmiştir. Bunların toplat?- larak, kitapta tesbit edilmesinden maksat, halkın cezaya çarpılmamala- rı için fena kelimeleri istimal etme- lerinden kaçınmalarını temin etmek- tir. ' yırtılıyormuş, parasını kaybediyor- muş. En nihayet Margit, 13 kânunu- evvel 938 de kendisini bir otomobil çiğnemesiyle ölmüştür. 5 <TAN TeT TT T RLTO TZEERETER Halep SökMüdaki köylerden birinde köy ağaları açık hava eğlentisi yapıyorlar Nasıl Eğleniyorlar? HalebinBütünÇalgılı Gazinoları Ana Baba Halepteki eğlence yerlerinin de bahse değer hususiyetle- ri var.. Şimdi Halebin çalgılı gazinola- ri da, tıpkı İstanbuldakiler gibi, bahçelere taşınmış. Bizim, çalgılı gazinolarımızdan, bitmez tüken. mez şikâyetlerimiz vardır. Fakat, bana öyle geliyor ki, gazinoları bi- zimkilerden bile berbat bir halde bulunan - yegâne yer Suriyedir. Bahçelere yerleştirilen sahnele- rin, alelâcele kurulmuş büyükçe birer kerevetten farkı yok. Müş- teriler, ufak, çarpık, örtüsüz ve demir masaların üzerlerini, açık saçık resimlerle, bizdeki umumi helâların duvarlarına çevirmişler. Dinleyiciler, ve seyirciler arasın. da tek kadın yok. Belli ki, biçare Suriye kadınları, tıpkı haremlere tıkılan eski Osmanlı cariyeleri gi- bi, birer mahpus ömrü sürüyorlar, Bu kerevet -bozması sahnelerde, karık bir sesle; ve yayık bir ağız- la arapça şarkı okuyan, ve göbek çalkalıyan kadınların hemen hep- si de, ya Ermeni,*ya Rum, yahut ta - ekseriyetle - Yahudi. Bunların arasında, Melike Ce- mal gibi, Zekiye Hamdan gibi, İs- tanbulluların tanıdıkları malüm simalar da var. Insan bu takma isimli Muse- vi çengilerinin bizim sahne. lere niçin akın ettiklerini, orada- ki yaziyetlerini görünce daha iyi anlıyor: * Zira oralarda sahneye çıkan ka- dınlar, seyircilerin ekseriyetini teşkil eden fellâhlardan ve bede- vilerden, birer umumhane serma- yesinden daha kötü muamele Bgö- rüyorlar. Fellâhların sahnedeki kadınları takdir maksadile savür- dukları acaip nâralar bile, haka- retten daha ağır. Bu gazinolara, kapıda satın alı. nan birer biletle giriliyor. Bu ucuz biletle satın aldığınız şey, bir sandalyede oturmak hak- kıdır, Gazinoda dolaşan garsonlar da Müşteriler gibi entarili. Onlardan her birinin vazifesi de ayrı. Rakı- Yı, Suyu getiren adam, mezey'e ka- rışmıyor. Meze satanlar nargile getirenlere, — nargile taşıyanlar, kahve satanlara karışmıyorlar. Sizin anlıyacağınız, insan, kü- çük bir rakı sofrasını kurdürtün- caya kadar, bir düzine fellâha me- Tam anlatmak mecburiyetinde ka- hyor: Hesap zamanı da nargi. leci ayrı, kahveci ayrı, içkici ayrı, Mezeci de ayrı pusla getiriyor: Ve siz, yarım düzine entarili fellâhın ortasında, yarım düzine puslanın hesabını görürken; sarhoşluktan ayılip, - serseme dönüyorsunuz. Nitekim ben, bir gece içinde kaç defa, bir hâdise, bir kavga çıktığı nı sanarak endişelenmiştim. Fakat her seferinde yanımdaki- lerden aldığım cevap şu olmuştu: “— Bir şey değil: Sadece hesap görüyorlar!” Maamafih, bu merasime bakıp ta, gazinoların çok pahalı olduğu- nu sanmayın: Bilâkis bizim gazi. noların su fiatına, oralarda rakı i- çebiliyor Hattâ g lar- Gününü Yazan: Naci Sadullah eee Suriyeli bir köylü kızı dan bazılarında, rakı, bilâmübala ğa: “— Sudan ucuz!” Fakat, gelin görün ki, oralarda hesap puslaları, bütçenizi yıkma. dığı halde, âsâbınızı bozuyor: Zi- ra oralarda, hesap.zamanı, başını- za üşüşüveren fellâhlarla hesap- laşmak, İstanbulda bir düşmanla hesaplaşmaktan da zor! S ahnenin ve seyircilerin, din. leyicilerin manzarası da bir ayrı âlem. Sahne, tıpkı işlek bir sokak gibi işliyor. Orada oturan kadınlardan kimisi şarkı söylüyor, kimisi, müş- terilerle sohbet ediyor, kimisi sofrasını kurmuş rakt içiyor, kimi- si iniyor, kimisi çıkıyor. Garson vazifesini gören fellâhlar, tıpkı müşteriler arasında dolaşır gibi, sahneye de inip çıkıyorlar, sahne- dekilerin siparişlerini de yerine getiriyorlar. Hattâ müşterilerden, sahnede oturan kadınlara misafir. liğe çıkıp inenler de var: On- lar da sahnede bir müddet ©- turup, okuyanlarla ve oynı. yanlarla biraz Ççene çalıp, bi- rer ikişer kadeh te parlatıp yer- lerine dönüyorlar. Bu ana baba gününde, okunan şarkılarla sözüm ona mest olanlar da var. Okuyucu kadın: “—Ya leyli!..” Deyip te sustu muydu, zikir es. nasında kendilerinden geçen der- visler gibi inliyorlar. Fakat ekseriya bizim vapurlar- daki seyyar satıcılar gibi dolaşa dolaşa ve bağıra bağıra Trakı sa- tanların, kâhve satanların sesleri, sahnede şarkı söyliyenlerin sesle. Andırıyor rinden daha yüksek çıkiyor ve va- kit ilerledikçe, kafalarının tütsüsü artan, dumanı koyulaşan fellâh- lar, ara sıra yanılıp, onları da a- kışlıyorlar!.. Sakallı bebekleri ninniye benziyen bu: “— Ya leyli!” ler, başıma, İçti. ğim nefis zahle rakısından fazla vurmuş ki bir aralık kendimden geçer gibi olmuşum. Bu yarı uy- kudan beni: “— Bu' geta çamlarda kalsak!” şarkısını okuyan. yumuşak bir ses uyandırdı: Rüya görmiye başladığımı sa- narak gözlerimi açtim: Sahnede kümral, uzun boylu bir kadın, a- laturka şarkı söylüyordu. Yanım. daki Halepli döstum: “— Tanır mısın?” diye sordu. Ve cevabımı beklemeden ilâve etti: “— Blânş... Meşhur - İstanbullu Blânş!..” uyutan bir [smen tanıdığım. bu kadını, daha fazla yıpranmış bir halde göreceğimi sanıyordum, Fa- kat aradan geçen yıllar, mütareke devrinin hovardalarını birbirine katan bu kadını, umduğum kadar ezmemişti. Kim bilir, belki de a- laturka okuduğu için, bana sesi de, o: “— Ya leyli!” lerin icime yığ- dığı kasveti giderebilecek kadar zevk vermişti.. Fakat maalesef, çok geçmeden, o -gecenin yegâne zevkinden de mahrum kaldım: Zi« ra fellâhlar: “— Arabi... Arabi... Lâ Turki!.” diye haykırışarak, dinliyebilece- ğim yegâne sesi de susturmuşlar- dı. Oradan çıkarken, kendilerine İstanbul sahnelerinde yer verdiği- miz en değersiz Suriye çengileri. ne, ve onların pürüzlü girtlakla- rından çıkan en ruh bunaltıcı A- rap şarkılarına karsı gösterdiğimiz dostane tahammülü, içim sızlaya sızlaya hatırladım: Sesimizin Surivede karsılık bu muydu? Halepli dostum: “— Biz, dedi. o kadar dinliye- bildiğimize de sükrediyoruz: Blânş ta olmasa, Suriyedeki Türkler. sâhnede türkçe şarkı söyliven bir kadın göremezler: Zira buraya, Zürk- sanatkârlarının gelmeleri memnudur: Geçenlerde husus! müseadeyle burayı ziyarete gelen bir Türk sanatkârından, Suriyede konser vermiyeceğine dair bir se- net, ve rehin olarak ta bir hayli para almışlardı!” Bunu da öğrenince, teessür duv- maktan kendimi alamadım: Aca- ba, böyle bir himayeden mahrum bırakılmaya müstahak olan vecâ- ne sanatkârlar, bizim musikişinas. larımız mı? göreceği