10 Sayfa - RasataneM G4 üdürü Bay Fatin ©LÜM ile Uludağda bir mülâkat Bursada trenden indiğim zaman ilk rast- geldiğim adama sordum: — Bay Fatini gördünüz mü? — Eskiden buradaydı görürdük! — Eskiden burada mıydı? Yok canım buralara daha yeni geldi Adam beni baştan — Sen eski Bursa valisini - sormuyor musun ) — Eski Bursa valisi mi? Zannetmem, yağmurları, fırtınaları idare ettiğini bili - tim amma Bursa vilâyetini idare ettiğini hiç duymadım! — Ben de Bursa vilâyetini idare et « tiğini bilirim amma yağınurları, fırtınala - yi idare ettiğini hiç duymadım! — Tuhaf şey ya ben anlatamıyorum. — Sen anlatamıyorsun, eskiden bu - ranın Fatin adlı bir valisi vardı. Onu ara- miyor musun? — Benim aradığım zat vali değil, mü- tevelli, sanin anlıyacağın Kandillideki ra- sathanenin mütevoellisi, buraya güneşin tu- tulmasinı seyre geldi. Adam, sözüme adamakıllı kızdı: — Burası seyir yeri değil, sen gönlünü eğlendirmeye geldinse o başkal Baktiım, ondan bir şey öğrenemiyece « gim. Bir çocuk oynıya oynıya yürüyordu; onu durdurdum: — Çocuğum Uludağa nereden gidilir? Çocuk beni tepeden tırnağa kadar süz- dü: w— Sen de mi kayakçısın? — Yok kayakçı değilim, Uludağda bi- rlal arıyorum. — Kimi arıyorsun? — Aradığım adamın adını söylesem bi- lir misin? — Adını söylesen bilmem amma, kılık kıyafetini tarif ot! — Sakallı, arkasında uzun etekli bir pal- — Anladım, anladım. Kocaman da bir dürbünü var dağil mi? — Nasıl oldu da bildin? — Bilmez olur muyum?.. Senclerden- beri Uludağa çıkanların hepsi sakalsızdı. Hepsinin yanında muhakkak bir de kadın vardı. Ayaklarına da kayak mı diyorlar ne; 'onu takarlardı. Bu adam onlara hiç benze- miyor; sakalı var, kadını yok. Paltosu var, kayağı yok. — İşte ta kendisi, onu nasıl bulurum. — Dağa tırman bulursun! Çocuğun ö dinledim, dağa tır - mandım. Vakit ikindi idi. Akşama doğru Uludağın tepesine yaklaşmıştım ki; tâ te- peden bir ses duydum: — Hu, sen kimsin? İn misin, cin mi « sin? Cevap verdim: — Ne inim,"ne cin; ben de senin gibi bir beni âdemim! — Beni âdemsen yanıma gel; insen, cine sen; selâmün kavlen min rabbirrahim! Yavaş yavaş tirmandım. Tam yanına sokulacağım sırada : — Dur, dedi. Bilcümle dünya günah « — Tövbeler tövbesit — Öyle ise bir kere de Uludağ duasını okul — Aman hocam, okuyayım amma bil- miyorum. — Ben okurum, sen tekrar edersin. İNLüNÖMİ aa DÖĞEM e * Kİ ÖÜ dadal e 5 aei a A y — Poki öyle olsun! Şöyle bir dua okudu. Kelime — kelimetekrarladım: Dağa çıktım, dağ ulu.. Behey Allahın kulu, Dese bana birisi.. Pisi pisi gel pisil x*““lli * Her gece karda yattım, Boynumdan günah attım; Dediler bir şey konuş, Kuş kuş kuş kuş kuş kuş kuş! * Yıldızı ölçtüm küçük, Ay ondan daha büyük, im güneşi, Yok onun eşi eşi. Dua bitti, iki tarafa üfledi, ben de üfle- dim. imdi, dedi, yanıma gelip oturabi « Hirsin! Yanında oturdum: — Haocam sebebi ziyaretimi anlatayım, ben Son Postada muharririm. Bu ayın on dokuzunda, yani yarın güneş tutulacakmış.. — Kim söyledi onu? — Kim mi söyledi, bütün dünya âlim. leri söylemiş, gazetelerin hepsi yazdı. Hat- tâ siz Güneşin tutulduğunu görmek için Uludağa gelmişsiniz! — Yalan, hepsi yalan!; — Demek güneş tutulmıyacak! — © başka, güneş tutulur, tutulmaz be- nim bileceğim iş! — Tabit bu işleri biz sizin gibi bile - meyiz, fakat güneş tutulunca biz de göre» ceğiz. — Ben istersem görürsünüz, istemez « sem görmezsiniz. — Böyle şey olur mu? — Olur ya, bak şimdi güneşi tutayım, görebilecek misin?.. Ufukta batan güneşe doğru elini uzattı, geri çekti. — İşte güneşi tuttum, görebildin mi? — Elinizi uzattığınızı gördüm amma, güneşi tuttuğunuzu gördüm, desem yalan söylemiş olurum. Hem güneş o kadar ya- kın değil lâ, elle tutulabilsin! — Ya nasıl tutulurmuş? — Mektepte okumuştum, aklımda kal- mış, ay dünya ile güneşin arasından ge - çerken güneş tutulması vukua gelirmiş. — Bunu kim söylemiş. — Bana muallim söylemişti. Fakat ona da sizin gibi heyetten anlıyanlar söylemiş olacak ! — Ben söylemiş olsaydım inanır mıy- dınız? — Tabiül inanırdık! — Siz bazan baha havanın açıp açmıya- cağını, yağmur yağıp yağmıyacağını so - ruyorsunuz, ben de size bir cevap veriyor, ya yağacak, yahut ta yağmayacak — diyo- Tum, dediğim çıkıyor mu? — Çikıyor amma, ekseriyetle sizin de- diğinizin aksi çıkıyor. — Bunu biliyorsunuz da ne diye gü - neşin tutulmasına, ayın sebep olduğuna ina- nıyorsunuz., Mademki buna inandınız, be- nim de güneşi elimle biraz evvel tutmuş ol- mama inanın! mayım amma, sizin elinizle güneşi ea £ e f em. ö Yazan: İMSET Bak şimdi güneşi tatayım, görebi- lecek misin? Ufukta batan güneşe doğru elini uzattı, geri çekti. 'xuluı.ıııuı güneş tutulması mı derler? — Tabiü, ayı tutarsam; ay tutufması o- üneşi tutarsam güneş tutulması!. le filân gel - mişsiniz. Bunlar niye yanıyacak? — Arada sırada canım sıkıldıkça Kan- dilliyi seyredeceğim! — Kandilli buradan gözükür mü? — Buradan her yer gözükür, istediğin yeri söyle, sana dürbünle göstereyim!. — Peki öyleyse, bizim Son Posta gaze- tesini görmek istiyorum. — Evvelâ duasını okuyalım! — Okuyalım hocam! O, okudu, ben tekrarladım: Dağlar taşlar yol verin, Dürbünüme kol verin! Göreceğim yerlere, Aydınlığı bol verin! lur; — Siz buraya dürl Ey Son Posta, Son Posta, Görün düşmana dosta; Dürbünle bakıyor bak, Yanımdan vardakosta! — Al dürbünül Dürbünü aldım. Baktım; evvelâ binayı m; sonra binanın içi göründü. oturmuş yazılarını yazıyorlar « dı. O kadar yakındılar ki elimi uzatsam tu- tacağım sandım. Hattâ bir aralık muha- birlerden birine çıkışan Sait Keslere:; Diye sesleneceğim geldi. Hasan Beyin koca kafasını çizen Ör « hanın koluna dürtüp yaptığı resmi boz « mak, ve sonra uzaktan kendisile alay et mek hiç fena bir şey olmıyacaktı. Fakat elimi uzatınca elimin boşlukta kaldığını his- #ettim. Fatin hoca bu halime kahkahayla güldü: — Olmadı evlât, dedi, bu kadar ça « buk böyle işlere kalkma. Onun da duası yardır, okumadan elinle dokunamazsın! — Aman hocam şu duayı da okuyalım. Onu da okuduk: — Ben çıktım Uludağa, El uzattım uzağa.. Bir milyon motre sola, Bir milyon metre sağa! Elim elim uzansın; Uzanmıyan el yansın.. Bu hali görmiyen göz; Kapı gibi kapansın! — Dürbünü alt Gene dürbünü aldım, gene Son Pos - ta karşımda; Orhan resmini bitirmek ü - gere idi. Elimi uzattım, koluna çarptım; Orhan kızdı. Etrafına bakındı, bu azizliği MANGASI "Son Fosta ,, nın tefrikası: 113 Yazan A, R. Rıza; kapıyı yumruklamıya ve acı acı bağırmıya başladı. — Haydi bakalım .Şimdi, Abdülbâ- rinin dairesine. Diye fısıldamıştı. Riza, yine önden yürümeye başla- mıştı. Bir merdiven çıkılmıştı. Baş - tan başa kalenin bir cephesini teşkil e den uzun bir koridor geçilmişti. Demir bir kapının önüne gelinmişti. Kapı, iç taraftan kilitli idi. Cemil, karanlıkta el yordamı ile ka- Piyiı müayene etmiş; ne kilidi kırma - ya, ne de rezeleri sökmeye imkân ol- madığına hükmeylemişti. Şimdi, bu- rada da bir hile kullanmak lâzım oldu- ğunu hisseylemişti. Bu bile de, darhal aklıma gelmişti. Rizanın kulağına eğilerek: — Hadi Rizal.. Şimdi sen, kapıyı yumruklamaya.. avazın çıktığı kadar da; zindandaki rehineler kaçıyor.. ye- tişin; diye bağırmaya başla. Demişti. Ve sonra, anbaşıya döne- rek: t — Onbaşıl:: Efrada söyle. Kapı 8- çılır açılmaz hep birden içeri hücum e- dilecek. Kim rastgelirse, kafalarına bi- rer kasatura tersi vurularak sersemle- tilip yere serilecek, E vermişti. Riza; kapıyı yumruklamıya; ve a- ci acı bağırmaya başlamıştı. Bu bağır- malar, bir kaç dakika mukabelesiz kal- mıştı. Sonra içeriden bir kaç ses birbi- rine karışmıştı. Kaba, kalın, mütehakkim bir ses: — Böyle geceye Allah lânet et Bize, uykuyu haram ettiler. Demii Süleyman yaralanmış, kapıya gelmiş.. şimdi de, rehineler kaçıyorlarmış.. ne- reye kaçacaklarmış, bu mel'ünlar?. Sanki babalağının evlerinde buradan daha büyük rahat mı bulacaklar... Du- run. Kapıyı birdenbire açmayın... Kim- dir kapının arkasında bağıran?.. Riza, bir anda şaşalamıştı. Ne ce - vap vereceğini sormak için; yanında duran Cemilin ellerini yakalamıştı. Cemil; yanında duran Rizanın ku- lağına eğilmiş: — Söyle.. burada bulunan arkadaş- larından birinin adını söyle... Diye hısıldamıştı. İçerideki ses, sualini tekrar etmişti — Hey.. sana söylüyorum... Kapı- nın arkasındaki kimdir?.. Riza, cevap vermişti: — Ben.. Halit.. — Hangi Halit?.. — Canım.. Necranlı Halk... Bir iki saniye süküt ile geçmişti. İçe- rideki ses, yükselmişti: — Necranlı Halit mi?.. Fakat o, Seyyidinâ Nâsır Mebhüt ile gitmişti. Sen, yalan söylüyorsun. Doğru söy - le kimsin?.. Ve sonra bu ses, biraz yavaşlıyarak — kendine Ragıp Şevkinin yaptığını zannetti. Ne dokunuyorsun Ragıp! Ben kahkahayla gülüyordum, bir aralık onların bulunduğu yere fotoğrafçı Cemal girdi. Elim gayri ihtiyari onun hiç bir za- man boş olmıyan cebine gitti. Birdenbire bir hal oldu. Fatin hoca elim- den dürbünü kaptı: — Seni çapkın seni, dedi, bu yaptığını beğendin mi? — Beğenmedim amma ne yapayım ol- du! — Ayıp, böyle şeyler yapılmaz; ben bunun için mi sana kâinatın cerarını gös - termiştim. — AFHet hocam bir daha yapmam. — Affetim demekle olmaz, evvelden düşünmen lâzımdı; haydi şimdi buradan it! ş — Gideyim amma şu güneşin tutulma- sı meselesini... — ©O mu kolay, ön dokuzuncu günü sabahleyin elimi uzatıp güneşin önünü göl- geliyeceğim ve herkes güneşin tutulduğu- nugörecek! — Bunu Kandilliden yapamaz mıydı- mnız? Buraya kadar gelmek lâzam mıydı? — Tabü lâzımdı. Uludağın pirinden is- 'İnimle gelecek... Rizal.. devam etmişti: — Anlamıyotum. Bu gece bizim kalede âdeta geytanın eli dolaşıyor... Bu kapıyı açmayın. Muhafızları silâh başına çağırın, İçeride ,bir konuşma ve bir koşuş - ma hüsule gelmişti. Ve sonra, karan - |lıklar arasında birdenbire bir davulun ağır ve tannan sedası yükselmişti, Davulun sedasını, derinden gelen karmakarışık bir takım — sesler takip etmişti. Cemil, derin bir telâş ve heyecan içinde idi: Rizayı omuzlarından yaka- lamış; sıkılan dişlerinin arasından: — Rizal.. Partiyi kaybediyoruz. Buradan içeri girmek için başka bir yol yok mu?.. Demişti Rizanın da korkudan dişleri birbirine çarparak: — Lâ, Vallah.. yâ seydi... Bir bu kapı.. bir de aşağı kapı... — Aşağı, kapı mı?.. Haydi oraya koşalım. Artık, gizlenmiye lüzum kalmamış- tı. El yordamı ile duvarlara tutunarak Rizanın arkasından koşmaya başlamış- lardı. Merdiveni, tokrar inmişlerdi. Açık bir kapıdan, geniş avluya geçmişler - di... Cemil burayı tanımıştı. Kaleye ilk iği gün, buradan geçirildiğini ha- tırlamıştı. Önde giden Riza; dişlerini mkarak: — Buraya.. duvar dibine.. Ab - dülbâri, karşıdan bize ateş açtırabilir. Diye bağırmıştı... Ve bu esözlerin son kelimesi, Rizanın dudaklarında kalmıştı. Şimdi, avlunun karşı cephe- sine tesadüf eden Abdülbârinin daire- sinden, beş silâh birden patlamaştı. Cemil: — İşte, buna memnun oldum... Meğer, Abdülbâri çok budala herif - miş. Bizzat kendisi, bizim işimizi ko - laylaştırıyor. t Diye mırıldandı. Va sonua. çe sir: leri vermeye başladı: — Mangal.. Yere yat... Karşıda.. ateş açılan yere.. teker, teker ateş... Çocuklağ!.. Vazifeniz; düşmanı, oluğu yerde oya- lamak... Dikkat et, onbağşıl.. Fazla cephane sarfedilmesin... İki nefer be- Mahbuslara zencir taktıkları odaya koş. Orada du- varlarda asılı bir takım baltalar vardı. Onlardan bir kaç tane al getir. Riza, derhal fırlamıştı. Duvar dip- lerinden, bir hayal gibi karanlıklar içi- ne kaymıştı. İki tarafın ateşi de fasılasız bir su - rette devam ediyor; sert silâh sesleri, kalenin avlusunu ihata eden duvar - larda korkunç akisler hüsule getiri - yordu. (Arkası var) tifade ediyorum. Hem buraya gelmemin bir başka sebebi de var; dağın pirinden bir başka ricada bulunacaktım. — Nasıl bir ricada bulunacaktınız? — Ona yalvaracaktım, burada idman edip, başka yerlere giden kayakçıları mah- çup etmesin! — Bu ricanı kabul edecek mi acaba? — Eder sanmıştım amma, — etmedi. Çünkü kayakçılara çok dargın; geldikleri zaman pirin gönlünü hoş etmiyorlarmış. — Pirin gönlü nasıl hoş olur> — Dua ilel — Aman şu dunyı da edelim, bari ben pirin gönlünü hoş edip öyle döneyim! Duayı beraber ettik: — Uludağın koca piri, Boyu doğru, eni iğriş Utandırma bu cihanda, Sen bizleri diri diri.. Dundan sonra hocanın elini öpüp ya - nından ayrıldım. Ve Uludağdan tıkır &ı - kır aşağı indim. İMSET