n Çöken Boğaziçi : 18 İstinyede tarihi yalılar oda oda balıkçılara verilmiş! Günlerden puıîır. Saat öğle saatı. Hava açık ve sıcak. Bütün bunlara rağmen İstinyede gezmeğe gelenler yalnız beş kişi İstinyede vaktiyle üstad Recai ııliuyı:deyiı. li Otomobilden indik... Rıhtım bo - yunda yaya ilerliyoruz yanımızda İs - tinyenin eskilerinden pek yaşlı ve pek muhterem bir zat var. Ve o bize İstin- ye hakkında malümat veriyor: — Buranın ismi vaktile Sosthtnion veyahut Löosteniyon imiş eskiden bu- ralarda Argonotlar yaşarlarmış. Hükmü Boğazın iki tarafında da geçen Brikerlerin kralı (Amikos) a kargı bunlar bir muharebe yapmışlar ve güya ©o muharebede kendilerine bir kanatlı peri muavenet etmiş. Onlar da bu peri namına içinde o perinin hey- keli olan bir mabet inşa etmişler ve bu köye bu isim işte buradan geliyormuş. Daha sonra Kostantin bu mabedi yık- tırmış ve onu Mikâil Aleyhisselâm na- mına kiliseye tahvil etmiş. İstinyede eski âsardan olarak Aya Fokas manastırı bir de imparator sa - rayı varmış ki bunlar 942 de buraları istilâ eden Ruslar tarafından tamamile tahrip edilmişler, — bura sekenesi de baptan aşağı katolunmuşlar. Fatihten sonra —da imparatorlu - ğun en son devirlerine kadar İııîııye Boğazın en rağbetli yeri olmuş. Esasen büyük bir imparatorluğun en kibar sayfiyesi olan Boğazın eski devirlerde bulduğu rağbet de bu vas- fından ileri gelir. Büyük bir impara - torluğun en kibar sayfiyesi olmak vas- fından. Şimdi mütarekedenberi o eski dev - rin hayatından burada hiç bir eser kal- madı. Muazzam tarihi yalılarımız var- dır. Fakat hepsi yavaş, yavaş yıkılmağa başladı. Ve hiç biri de tamir görmüyor. Me - selâ deli Fuat paşanın meşhur yalısın- da bugün balıkçılar oda, oda oturu - yorlar. İşte yine büyük üstad Recaiza- de Ekrem'in oturduğu ev de burada. Refika sultanın sahilsarayı ki pek ya- kında belki yıkılır. İşte görüyor musu- nuz bir de şu beyaz kuleli yalıyı... Bu 16 yaşında Evlenmek Doğru mudur? « Ben 16, sevgilim 19 yaşındadır. O henüz mektebini bitirmiş değil Çok / gevişiyoruz. Fakat evlenmek için yaşı- Mmizi müsait bulmuyoruz. O tahsilini ve — eskerliğini — bitirmedikçe — evlenmemizi mahzurlu buluyor. Ben ise bu kadar u- ' gün müddet bekleyebileceğime kani de- Gilim. Daha doğrusu onun beni unutmı- — yacağına emin olamıyorum. Siz ne der- siniz? Süküfe zade Ekremin oturduğu yalı yalı Boğazın bir incisi gibidir. Baban zadelerin yalısı... Bir de içini görseniz saray gibi şey... Geniş tavanları koca- man odaları var ve bütün balkonların- dan dolan güneşle bir sanatoryom ka - dar sıhhi. Bir an susuyor. Geniş bir nefes alı- yor, sonra elindeki tesbihi sallaya sal- laya sözüne devam ediyor: — Boğazın bu ciheti ve bilhassa o - tobüs yolu üzerinde olan köyler, öte- kilere nisbeten çok daha itibarda, hele bizim İstinyede kiralanacak fazla ya - hmız da olmadığı için fazla boş bina kalmaz... Bu sene yazın geçikmesi, göçleri de biraz geciktirdi. Maamafih ben eminim bu sene İstinye geçen se - neki gibi kalabalık olacak hele Büyük-| dereye kadar yeni bir yol da açılırsa. — Bu semt Şirketi Hayriye biletleri- nin pahalılığından müşteki değil mi - ir?... — Evet.. bütün temennimiz bilet ücretlerinin düşmesidir. Çünkü bura- da bir de gemilerin tamirine mahsus sabih bir havuz var. Orada çalışanla - rın bir kısmı da başlfı yerlerde oturur- lar. Tabit onların da gidip gelmesinde- ki teshilâtın düşünülmesi lâzım gelir değil mi?.. Amma yalnız vapur bilet- lerinin değil otobüslerin de ucuzlama- sı İâzım. Sonra buraya işleyen otobüs- ler Taksimden geliyorlar. Şehrin daha başka merkezlerinden de buraya oto - büs işletilecek olursa elbet de sühulet ve dolayisile rağbet artacak. e * Saat öğle saati, hem de pazar, hava- nin iyi olmsana rağmen bir kaç husu- si otomobilden başka bir şey görmü - yoruz. Tenezzühe çıkmış olanların a- dedi buylla' het hakde pek çok değil. Kenarda temiz bir lokanta var.. Lo- kantada yalnız bir grup müşteri üç ka- din erkek... Baharın bu umulmaz gü- zel pazarında İstinyeye gezmeğe gel- miş olanlar yalnız bu beş kişi olacak. Onlar da Türk değil ecnebi... Suat DERVİŞ Gençlik sevgisi mutlaka izdivaçla ne- ticelenmez. Herkes aşağı yukarı bir iki tecrübe geçirir. Ondan sonra evlenmeye muvaffak olur, Bu sevgi de sizin ilk tec- tübeniz. Ne sinminiz, ne vaziyetinir henüz evlenmeğe müsait değil. Sevginin aki- beti hakkında da henüz cahilsiniz. Onun de bu gencin tahsilini bitirinceye kadar * Adanada Naciyet Mektubunuzda bahsettiğiniz yurt açıl miş değildir. Böyle bir müessese yok - tur. Size yanlış malümat vermişler. BAA iyanbekirde, şehir dahilinde bulu - man hamamların külhan bacaları kı- sa olduğu için etrafa pis koku ve duman yaymakta idi. Bundan bir müddet evvel belediye bunun hıfzıssıhha kanununa mu- gayir olduğunu görerek hamam> sahiple - rine bacalarını uzatmalarını — bildirmiştir. Verilen mühlet hitam bulmuş, fakat bele- diye tenbihine rinyet edilmediğini görmüş ve bütün hamamlar belediye tenbihi yeri- ne getirilinciye kadar kapatılmıştır. Bu haber üzerine düşündüm: Hamam - cılar bu tenbihi yerine getirmezler ise Di- yanbekirliler hamatnsız kalacaklar demek- tir. Diyadibekirden gelen bu haber, bana Fransa kralı on dördüncü Luiyi ve onun devrini hatırlattı: On yedinci asırda Fransanın bütün Av- rupa siyasetine hâkim olduğu bir devirde, Fransızlar, — Fransız tatihlerinin «la mal - propretâ cörporeller, «Vücut pisliğir ser- levhası altında zikredecek kadar hayret derece pis gezerlerdi. On yedinci asırda bilhassa Fransız za- değgânı göz kamaştıran bir lüks içinde ya- şardı. Kadınlar ve erkekler, gayet gtık ve zarif, türlü türlü güzel kokular sürünürler- di. Fakat bu göz kamaştıran lükse, zara « fet ve şıklığa rağmen vücutları fevkalâde pis idi, Ağır ipekli kumaşların, incilerin süslediği prensesler, düşezler, meselâ on dördüncü Luinin met- şayanı elmasların ve markizler, resi Madam dö Mentenon ve meşhur Fran- İsız edibesi Madam dö Sevinye, bir teke gibi kokarlardı. On altıncı asır sonlarına kadar, Fran - İsızlar, en aşağı baltada bir kere yıkanır - İardı; ttâ orta çağlarda güzel Filibin zamanında Pariste 26 umumi hamam var- dı. Halbüki om yedinci asırda, Fransızlar suyun karşısında dehşet duymağa ba dilar, öyle ki, güzel Filibin zamanına nis- betle Parisin nüfusu üç misli arttığı halde koca şehirde yirmi altı hamamdan ancak iki hamam kalmıştı. O devre ait bir adabı muaşeret kitabında şöyle yazılıdır: «Hakiki vücudu elde etmek için (yani üs- tünde kabuk tutan, kir, pas boya ve sai- reyi gidermek için) bir kaç defa vücut ye kayıcılara gidilebilir, her gün sabun ile el yıkanır, oldukça sık olarak yüzü yıkamak ta İâzımdır!n. ÖOn dördüncü Luinin babası on üçüncü Luinin çocukluk ve gençliğine dair o de virde bir hatıra kaleme almış olan daktor Hanriyo mühim vak'aları şöyle kaydet - miştir: «2 ağustos 1608, - Veliaht ilk de- fa olarak yıkandır ki veliaht o zaman ye- di yaşında idil; «2 haziran 1610. - Kral yüzünü yıkadı», ki genç kral hükümdar ©- lalı bir yıl olmuştu!. On üçüncü Luinin oğlu on dördüncü Lui, Fransanın «Roi de Soleil» lâkabı ile ulan © meşhur kralına gelince 77 yıl sü- ren bütün ömründe bir delfacık yıkanmış- tıl Hamamsız kalan Diyaribekirlilerin ku- Takları çınlasın ! Reşad Ekrem Koçu yakalar Kadın — giyi - * minde çok küçük bir şey bazan bü- | tün bir tuvaletin | kıymetiyle ölçü - lebiliyor. Resimdeki em- ipek organdi ya - kası her — tarafta ve har şeyde gör- düğünüz empri - meye başka bir güzellik veriyor. Ve bu çok — eede truvakar takımı - © |köylerine, Oplenatza gidinciye kadar, daha Belgrat intıbaları: Mayıs 17 Kral Aleksandrın mezarını ” ziyaret otobüsle bir köyden geçiyoruz. Bir köy ki parke Yugoslavların peygamber hükmünde tu- tarak, elzzeye mahsus olan Bienheureux sıfatını izafe ettikleri kral birinci Alek - sandrın mezarına, dost ve müttefik Tür - kiyenin gazetecileri bir çelenk koymak ar- zusunu izhar etmişlerdi. Bu arzuyu matbuat müdürü dostumuz Mösyö Lukoviçe bildirdik.. O da, ertesi günü bizi, mezarın bulunduğu — Oplenatza götürmek üzere, emrimize bir otobüs tah- sis ve rehberliğimize de arkadaşlarından bir madam ve bir mösyö tayin etti. Sabahleyin bunlar bizi otelden almağa geldiler. Biraz sonra, Belgradı geride bıra- karak, şehrin güzel köşkler, muntazam ve yemyeşil bahçelerle bezenmiş sayfiyelerine doğtu yol aldık. Çipil bir havanın müte - İmadiyen üzerimize yağdırmakta olduğu ip- incecik yağmura rağmen gözlerimizi, sağı- mızda, solumuzda uzanan manzaranin gü- zelliğinden ayıramıyoruz. Dümdüz, asfalt bir şosenin üzerinde sar- |sılmadan ilerliyoruz. Belgraddan, önce A- vala dağının tepesinde meçhul askerin &- bidesine gideceğiz. Oradan da Oplenatz'a.. Bu yetmiş beş kilometrelik yolun uzun- İluğu bizlere biraz endişe vermiyor değil. Zira hepimiz, birer defa olsun Sirkeciden *|Bakırköyüne yapmtış olduğumuz — otobüs yokuluğunun meşakkatlerini, iziyetini, ve yorgunluğunu hatırlıyoruz. Fakat bir saat gittikten sonra endişele - rimiz yavaş yavaş kendiliğinden bertaraf oluyor. Anlıyoruz ki bu dümdüz — asfalt böyle boyuna devam edecek. Arada sira- da, yolun cüz'i çöküntülerini tamir ile meş- İgul amele gruplarına rastlamaktayız. Ve biz, asla farkında olmadan, kilemetre işa- retlerini havi taşlar yanımızdan geçiyor. Manzara harikulâde.. Tabiat — zengin.. Vişne çürüğü renginde, yeni işlenmiş. top- raktan filiz geklinde hayat fışkırıyor. Yer yer, öbek öbek ağaçlar var.. Al - tında sürüler geziyor. Cinsini tayin ede » mediğimiz iri cüsseli kuşlar, otobüsün gü- rültüsünden ürkerek ağır ağır havalanıyor- lar.. Bir köyden geçiyoruz. Bir köy ki par- ke döşeli bir caddesi, altında gazinosile, yüzüne bakılır bir oteli, benzin satış yeri, yüzekce bir çeşmesi, ilk mektep binası ve ” |hattâ - evet - ortasında küçücük bir hey- keli ile sevimli, şirin bir de parkı var! Bu mamur, temiz ve bakımlı Yugoslav - |gok rastgeleceğiz. Avala dağı, tam manasile dağ denecek kadar yüksek değil. 1000 metrel Buraya tırmanacak nakil vasıtaları güçlük çekme- sinler diye yola ivicaclı bir istikamet ver- mişler; ve isabet te olmuş. Her vira'?a, nazarlarımız manzaranın başka bir gü - zelliği ile karşılaşıyor: Tarlalar, sürüler, çam korulukları, ye- gilin en açığından, en koyusuna kadar bü- tün tonlarını arzeden bir sahra, süzülerek akan berrak bir su, kaval çalan bir çoban, yemiş ağaçlarının arasında odundan yapıl- miş zarif, rostai bir köşk.. Uzakta Belgrad telsiz istasyonunun in - Gecik birer ara tentenesi gibi görünen an- ten direkleri.. Bir buçuk saatte Avalanın tepesine gel- dik. Asri, yeni otelin merdivenlerinden, döşeli bir caddesi, altında gazinosile bir oteli, benzin satış yeri, hattâ şirin bir parkı var. Yazan : Ercüment Ekrem Talu eee SŞ Kara Corç sülâlesinin mezarlarını ihtiva eden kilise Yazan: Ercümend Ekrem Talu Bir yığın yontulmuş taştan vücuda ge « tirilmiş basit bir ehram.. Tepesinde gene, taştan bir haç. Âbide bundan ibaret. Tem- #ili istenilen ölümün azameti bundan daha iyi ifade edilemezdi. Sadelik, azametin te- cellisine en çok yardım eden bir hususi « yettir. Meçhul askerin önünde saygı borcumu« zu ödedikten sonra yolumuza devam edis yoruz. Asfalt burada bitti, lâkin ondan da- ha düz, daha muntazam bir gose başladı. Hafif meyilli bir iniş aşağı, otobüs gene bi- zi sarsmadan, incitmeden götürüyor.. Manzara ayni. Hep o vişne çürüğü top- rak, o zümrüt gibi yaylâ, o çam öbekleri, sürüler, ve mamur köyler. Düşünün ki Belgraddan 70, Nişden-dü doksan kilametre uzaktayız. Aradaki bu köylerden geçerken, o büyük şehirlerin işe tiyakını duymuyoruz bile! Nihayet işte Öplenatz. Burada da, zen. gin bir ovaya hâkim tarasalarile güzel, vü her türlü konforu câmi bir otel var. Onuf önünde arabadan indik. Kralın ikametine mahsus yazlık kasrı sağda bırakarak, iki tas rafı ağaçlı bir yokuştan Karacore sülülesie nin mezarlarını ihtiva eden kiliseye doğrg tırmanıyoruz. Milyonlarla dinara malolan ve on yılda ikmal edilen bu muazzam — ve muhteşemi türbenin kapısında resim — makinelerimizi ellerimizden alıyorlar. ' İçeriye giriyoruz. Yerden, kubbenin zir« vesine kadar bütün duvarlar göz kamaştı. me: yaldızlar, renklerle baştan aşağı moe zayik işlenmiş. Bu mozayik zenginliğini ve ba renk bolluğunu, bu sanat muvaffakiye- tini ben hiç bir tarafta ve hiç bir asrım mabedinde görmedim. Oracıkta iki mezar.. Alçacık iki mermet sanduka... Sağda sülâlenin başı Kara « corc, solda birinci Petar Karacorceviş yatıyor. — türbenin — içi — çepeçevre al « tn. gümüş, tunç, —her biri nadirel san'at olan sayısız çelenklerle dolu. Bun« lar, birinci Aleksandra, kendi memleke « tinden başka dünyanın dört bir etrafın « dan gönderilmiş saygı ve sevgi nişaneleri-' dir. Orada, onun âlemşümul hüsnü sıytına şahadet için duruyorlar. Bir kaç ayak merdivenden aşağı iniyo- ruz. Loş, serin, sakin ve sessiz bir sofa, Di« reklerin arasından, yerde Karacore aile « sinin gelmiş, geçmiş efradı ebedi uykula« rını uyuyorlar. Sandukaların üzerinde bir takım isimler okuyorsunuz: Milena, Eli « zabet, Miloş.. 'TA ileride bir köşe.. Tavandan inen kan- dillerin titrek ışığı altında bir heyecan kay- nağı teşkil eden höcremsi bir yer.. Yugoslavyanın birliğini kuran, ona te- rakki ve medeniyet hızını veren, küçücük Sırbistandan muazzam bir devlet vücuda getiren ve nihayet yâd ellerde kahbe -bir kurşuna kurban giden Birinci Aleksandrın mezarı! Mabedden çıkıp uzaklaşıyorken, şam başlıyor. Hazin bir baha: Toprağın vişne çürüğü yulaşıyor.. Sahranın yeşilliği tonlarını kaye bediyor.. Sürüler ağıllara çekilmiş, Ka - vallar susmuş.. Köyler sinmiş.. — Uzukta Belgradın ışıkları birer birer pırıldumağa