iğ ALIBA parka ilk ben giri- yorum. Saatin kaç olduğu- nu bilmiyordum. Yalnız sokakların sabah manzara- sı daha kalkmamış, kaldırımların temizliği daha kirlenmemişti. Hattâ sabah sisi benimkinden biraz uzak kanepelerdeki benden çok evvel gelmiş insanları hayal meyal göste- riyordu. Etrafımdan vapur düdüğü, tram- vay çanı, otomobil kornası, şimen- difer sesi duyuluyor. Fakat şehir uğultusu daha başlamamıştı. O uğultu ile beraber yerimden kalka- cak; po uğultunun içinde benim de sesim bulunsun diye dolaşacaktım. Ne garip bir uğultuydu o... Bir çimenliğin üstünde gazetemi okurken birdenbire kulağıma gelir- di. Bu insanların yürümesinden, koş- masından, tahtaların düşmesinden, makinelerin o işlemesinden, atların yürümesinden, uzak, çok uzaktan geçen arabaların, uzak, çok uzak kaldırımları tıkırdatmasından, kim bilir daha daha nelerden, nelerden bir araya gelme, ne müthiş bir bi- rikme mahsulü bir sesti. Bu arı ko- vanının etrafındaki ayni vızıltının birikmesindeki monoton ses değildi. Bu ayrı ayrı, birbirine benzemiyen sesler çıkararak canlı cansız milyon» ların, şehir denilen kovan içinde yınlayışı idi. Bu sesler içinde ağla- mak, yürümek, demiri dövmek, es- nemek, tramvay iemeei, atı nalla- mak ve horlamal Şimdiki halde dad meb duyu» yorum. Etrafımda biri ceketli ihtiyar, öteki ceketsiz genç iki park te- mizleyicisi, hiç konuşmadan kuru- yaprakları süpürüyorlar. Fakat kuru yapraklar onlarla konuşuyor gibi. Yalnız bu bana mevsimi hatırlatmı- ya kâfi: Sonbahar.. Arslan bana bakıyor. İlerde çi- çekleri sulayan adamın avuçlarında alâimi sema, Atkestaneleri düşüyor. Birer kahve rengi camdan gözler gibi sıçrayorlar. Havuzun suyunda şişman, hareketsiz balıklar... Bu sonbahar sabahındaki Gül- hane parkının misli menendi yok- tur. Bütün millet bahçeleri gibi gü- zeldir. Ancak burada kendi bahçe- mizdeyiz... Burada, uzun çitlenbik ağaçlarının dibinde mektebini asmiş taze çocuklar, gelmiyecek kızları beklerler. Burada çapaçul, izinsiz askerler mahzun uyur. Şurada ni- SERVETİFÜNUN yetleri kötü, arzuları ters ihtiyarlar korkak sarı sakallı, garip, melânko- lik ve pis dolaşırlar. Ömründe iş yapmamış, işinden kovulmuş, yal- nız bir dirhem, uçacak kadar az güzelliği ve gençliği kalmış esra- rengiz delikanlılar acele acele kü- çük patikalara tırmanırlar, .- parkı ne güzeldir cs- nım Kanepenin birinden kalkıp öte- kine serildim. Bir cigara daha yak- tım. Havuzla arslanların arasındaki bir kanepede idim. Küçük, badik kızların arkasından perçemli mek- tepliler geçiyor. o Gülümsüyorum. Yanımdaki kanepede fena bir ka- dın ağzının içinde bir şarkı söylü- yor. Bütün üstü başı kötü insanla- ra lâf maz Hepsini de isimlerile çağırıyo — Genemi ulan Ahmet, mi büyüdün? sende o SAİD FAİK'in Çok Sevilen Bir Hikâyesi No, 3266—581 — Receb nereye? — Ali efendi yukarıya mı? Bu yukarıya mı derken yüzünü görseydiniz, her şeyi, ama her şe- yi derhal anlardınız. Âli efendinin yüzüne bakmadan kim olduğunu, yukarıya niçin çıktığını, Ali efendi kıpkırmızı oldu, Hid- detlenmek istedi; hiddetlenemedi. Yalnız fena fena: ç — Dilber, Dilber! dedi. Ali efendi yukarıya mı aşağıya- mı, nereye gideceğini şaşırmıştı. Gayri ihtiyari saatini çıkarıp baktı. Ve bir müddet, eminim ki, saatini görmeden, düşündü. Belki de bir saat, iki saat saate bakıp kalacaktı. Şayed Dilber: — Ali efendi, demeseydi, bir cıgara versene... Hem saat kaç? Ali efendi saatini söyledikten sonra Dilberin yanına oturdu. — Bana, dedi, böyle şakalar yapma Dilber. Başıma geleni sor- muyorsun ? — Geçmiş olsun Ali Bey! Ne oldu? Ali efendi yelek cebinden tosto- parlak bir kâğıt parçası çıkardı. Yavaşça içini açtı. Dilbere gösterdi. — O nedir o? — Buna derler sıçan otu.. — Kız o zehir öyleyse. Ne ya- pacaksın o zehiri ? — Yutacağım Dilber. Üç dört gün sonra bir gün yutuvereceğim. — Amanın Nasıl iş o... Ali Bey sen delirdin mi? — Bana 'iftira attılar Dilber, if- tira! Gel, eğil, kulağına söyliyeyim... Dilber, Ali efendinin anlattıkları- nı dikkatle dinledi. Ali efendi sordu: — Başka çare var mı? En aşa- ğı üç sene, benim gibi bir adam. Ömründe bir saat evinde oturama- mış. İstanbulda oturamamış. Zaman zaman dünyalar kendisine dar gel- miş bir adam, Farzet ki, üç sene yattık, sonra ? Bizim tekaüd maaşı kesilecek. Ben ne iş yaparım ? Şim- di, san'atım sayesinde, ötede beride beş on kuruş çıkarıyorum. Aman Allahım! Şonra ben ne yaparım? Ele güne karşı muzıkai hümayun çavuşlarından Ali elendi şunu yap- mış, bunu etmiş... Dilber — Hakkın var Ali efendi ama, dedi. İnsan canına kıyamaz. Yoksa doğrusunu söyliyeyim mi, iŞ