314 SERVETİFÜNUN No, 1994—539 ge yeşi — — Z | İ 5 e z Ç e amaa e A ER YAZAN: Halikarnas Büyükadada iskelenin yanındaki tavanı basık balıkcı kahvesindeydi- ler. Bir sürü manyatcı, gırgırcı ve başka balıkcılar vardı. O akşam hava lodosa çalmıştı. Küreklerden nasırlaşmış katı ellerile dizlerini sı- vazlıyarak “balık havası değil, di- yerek, balığa gitmediklerinden do- layı iyi etmiş olduklarına birbirleri- ni kandırmağa uğraşıyorlardı. Bir iki aydanberi aralarına karışmış bir denizci vardı. Adalar denizinin Kik- lad adalarının birindendi. Yüzü yeni boyanmış ağ ipleri gibi esmerdi. Ona göre isir iyi hava, ister fena hava, denize açılmak fırsatına malik olan adamın karada işi yok- tu. İşte bundan dolayı, aklının bir kaç tahtası eksik olduğuna hükme- dilmişti. -Maamafi onu boş bir adam ve iyi bir arkadaş sayıyor- lardı. Büyükadalı, balıkcı “Pandeli bu gece bare bir rahat edelim lodasa baksana?, dedi. Öteki başını salla- dı. “Denize çıkılmıyacak kadar sert değil. Hem rüzgâr daha yeni aldı. Gençten, poyrazdan korkulur, anla- rım. Fakat lodos git gide kor. O. nun ihtiyarlamasına daha üç gün ister, dedi. “Hem de ne olacak? Ayrılsanız ayrılsanız limandan iki karış öteye ayrılacaksınız. Buradaki limanınız da emin. Ne kabarır ne kaynar,, diye ilâve etti. Öteden bir ses “gene atıyorsun Ahmed. Limanın kabaranı kaynayanı neki?,, dedi. Başka bir ses “Ah- med masala kaluma ver, diye bağırdı. Açık ufuklara bakmağa alışkanlığındanmı idi ne idi? Ah- med de gözlerinin önündekilerin öte- sinde, ta uzaklarda duran bir şeye bakan bir insanın bâli vardı. Ora- daki arkadaşların şakalarını hoş görüyordu. “Size beş kiloluk açık deniz zarganalarından, bir metre Balıkçısı boyunda midyalar ve şeytan kule- lerinden, ford otomobili gibi deniz kaplumbağalarından, rüyamızda bile göremiyeceğiniz derinliklerin âle- minde, birer tonluk akdeniz fok- larından mı bahsedeyim. İnan- mazsınız ki, Dünyayı şu bulaşık suyu gibi Marmaradan ibaret sa- nırsınız, Gidip görmedinizse kaba- hat benim mi? Dedi. Oradakiler “Şu kabaran ve kaynıyan limandan bahseti,, Dediler. Ahmed «onu yalnız ben anlata- bilirim dedi» çünkü koca yüz elli tonluk peramanın on tayfasından yalnız bir ben sağ kaldım. Kayığın adı (Allah kerimj idi. Bütün tayfa kardeş gibiydik. Marsilyaya, İsken- deriyeye, Basraya gidip geliyorduk. Çok yollu ve dayanıklı bir gemi idi. Onu Antalyalı Süleyman usta kokova Okerestesinden (yapmıştı. Onu bağzan rüyamda görürüm. Gurub ışığında, penbe köpüklü menekşe denizler üzerinden, yel- kenleri kızıl kızıl yana yana süzü- lüp geçtiğini görürüm. Hayat gibi geçer. Gitti o günler. Şimdi şura- cıkta oturuyorum a. Dünyada ta- puyla sahip olduğum bir şeyciğim yok. Benim olarak şu şapkamın altındaki başım var; birde yüz binlerce mil açık deniz. Çok şükür. Şu dünya ne tuhaf yer yahul Fa- kat en “tuhafı Akdenizdir. Diyecek yok, derin bir yer.,, Diye ilâve et- ti. Bakışları uzadı. Acaba uzaklar- da, sırtlarında güneş ışığı taşıyan dalgaların ışıl ışıl ışıldıyan bem- beyaz kıyılarda gürlediğini mi du- yuyordu? On onbeş metro uzunlu- ğunda çiçek açan saburlukları, ma- vilere bir cennet tütsüsü salan ba- hur ormanlarını mı (görüyordu? Sanki önünde kimse yokmuş gibi konuşmağa koyuldu. “İşte o sıralarda Adalardenizin- de idik. Arşipeli tarla sürermiş gibi gidip gelip çizgiliyorduk. Ne var ki deniz tarlaya benzemez, be- nimdir senindir diye tapu senedi kaldırmaz. Hürdür hınzır, rotaları- mızın izi haritalardaki hudut çizgi- leri gibi sabit kalaydı; Akdenizin yüzünü nasıl çaprast kıymış oldu- gumuz görünürdü, Velhasıl Skar- pantos'dan Kalimnos'a, Leros'tan Sönbeki'ye gidip geliyorduk. Adaların binlercesini avucumun içi gibi tanırım. Ne adalar! Unut- tuklarım da caba ! Neyse o gün ha- va bir tuhafdr. Güneş ağır bir sisle örtülüydü. Yemyeşil bir ay doğdu. Gökyüzünün boylu boyunca, gayri tabii bir hâlin, yahud daha doğru bir felâketin hükmü okunuyordu. Rüzgar kasvetli bir “ah!, dermiş gibi esiyordu. Korkmıyan yüreklere bile kaygu sindi. Biz hemen kır- mızı şarabı meşhur volkanik Santo- rin adasına doğru dümen kırdık. Dobra dobra kabaran bir denizle öyle gidiyorduk ki; nerdeyse gemi bastonunu ormanlığa saplıyacağı- mızı sanırdınız. Orada emin bir li- mancık vardı. Onun sularını, derin- liğini, külâhımızın içini bildiğimiz kadar biliyorduk. Bir leğen dolusu berrak ve mavi gök gibi her tarafı kapalı, sakit limana girdik. Limanın iki kıyısı sarptı. İki koğa su taşıya- nın omuzundaki sırık gibi, sancak ve iskele bordalarımızı aşan gabya başlarımız, nerdeyse dik yamaçlar- dan çiçekler toplıyacaklardı. Dağlar bir huni teşkil ediyorlardı. Biz de, huninin dibindeki mini mini piroze- de küçük bir beyaz lekezdik. Emin olmasına emin limandı doğrusu. Ağzı tapalanmış bir şişe içinde gibi idik. Orası vaktile bir yanardağın ağzı imiş. Oradan ateş ve duman tükürürmüş. Ama çoktanberi sön- müşmüş. Adalar denizi değilmi ya? Misiros adasındaki yanar dağ hâlâ tütüyordu, Hattâ yirmi gündenberi fazlaca tütmeğe başladığı söyleni-