Kolonel Gero'yu görmek isteyen ve ismini söylemiyen esrarengiz adam Kolonel nihayet bir şeyler söyliye, bildi: — Biliyorum dostum, ne söylemek istediğini biliyorum. Fakat rica ede rim bir şey söyleme, yalnız kalmağa ihtiyacım var, Lütfen... Mülâzim iğildi, sonra askerce selâm vererek çekildi, — Xx — Kumandan Benua ve İv Nozeyin kaybolmalariyle neticelenen feci tay- yare kazaşınm üzerinden tam üç ay geçmiş bulunuyor. İlk günlerin keder ve mateminden sonra, Pariste Üniver. #ite sokağının 75 numaralı binasında bulunan, Fransız askeri istihbarat teş- kilâtı merkezi mutad faaliyetini tek. rar elde etmiştir. Ekipten iki kişi ek silmiş, fakat başkaları onların yerle- rini almıştır; hayat bu! Zaman, ke. derleri unutturma ve sakinleştirme va sifesini yapmıştır. Mülâzim Klerjo; kumandan Benua yerine, kolonel Ge- Yonun muavini olmuştur. 'Teşkilât merkezinin bekleme salo. nunda çerçeveleri siyah tüllerle örtü- Mi, iki büyük fotoğraf duvara asıl , mıştır. Salona bir ziyaretçi aldıkları zaman nöbetçilerin ve zabitlerin gözle ri bu fotoğraflara ilişiyor ve içlerin. den şöyle diyorlar: "— Ne fevkalâde adamdı kumandan Benua! Ötekini, Nozeyi pek tanımı . yorduk ama, onun da yaman biri oldu« ğunu sonradan anladık. Zavallı deli, kanlı... Kolonel Gero yazıhanesinde çalışı- yor. Kapı vuruldu, Kolonel sesleni . yor: — Giriniz. Liyandiye, teşkilât emrindeki sivil memurlardan biri, kapı önündedir. — Ne var? — Kolonel, sivil bir zat sizi görmek için ısrar ediyor. Bekleme odasında. Ismi? — İsmin! söylemek istemiyor. Bil- bassa sizi görmek arzusunda, gayet mahrem bir şey söyliyecekmiş. — Nasıl hir adam bu? — Zavalt biri kolonel... Harb ms- Iölü herhalde. Koltuk değnekleriyle yürüyor. Göğsünde harb radalyası ve Lejiyon Donör var. Temiz kıyafetli... Tanıdığım biri değil, esasen pek de dikkatle bakmadım; şapkasmı dn göz. lerine doğru çekmişti. Kolonel biraz düşündükten sonra: — Peki, dedi, gelsin, — Peki kölonel, Liyandiye dışarı çıktı, bir dakika #önra kapı tekrar vurulup açıldı. Bir sdam içeri girdi. Koltuk değneklerin- den birini duvara dayadı, ötekine yas. lanıp sol eliyle şapkasını çıkardı. Me- mur bu sırada dışarı çıkmıştı. Ziyaret. çi, kolonele bakıp seslendi: — Kolonel! — Benua! Kolonel, çılgm gibi haykırmıştı. Bir hamlede ayağa kalkarak malüle doğ- ru koştu. Sessizce ağlamaktaydı. Ar. kadaşının boynuna sarıldı. — Benun, dostum. Sensin ha! Sustu, hıçkırıklar boğazını tıka . mıştı. Benua malül vücudunu ona Yani bir dakika böyle sessiz kal. ar, Benua, şimdi, kolonelin karşısmda rahat bir koltuğa oturmuştur. Kolo » nel onun önünde bir sandalyededir ve arkadaşının ellerini tutmuştur. Konu- guyorlar: — Söyle dostum, anlat Eenua... Sa- katlandın ama sağsın ya; şükredelim, Kumandan Benua, sapsarı, heye. candan bitkin, fakat sakin görünmeye çalışarak cevab veriyor: — Doğrusu çok kibar davrandılar. Geceyarını o düştüğümüz zamandan sonra geçen dört günü hiç bilmiyo . rümt. Kendime geldiğim vakit bir has, tane yatağımda olduğumu gördüm. Yanımda genç ve güzel bir Alman hastabakıcı kızı duruyordu, uyandı , ğımı görünce bir şey isteyip istemedi. ğimi sordu. — Arkadaşım? Hiç osvab vermeksizin başını önü- ne iğdi, eliyle ıstavroz işareti yaptı. — Öldü mü? — Motörün altında kalmış. İki arkadaş sustular, Biraz sonra Benua devam etti: — Bana gelince, bon de tamamiyle kurtulmuş sayılamam, Ayaklarımı kaybettim demektir; kesilmedi sma... — Zavallı dostum. — Teşekkür ederim kolonel. Akşa- ma doğru doktor muayeneye geldiği zaman vaziyetimi sordum. “Bacakla” rınız kırık. İki kaburga kemiği de kırılmış. Maamafih kurtulacaksınız. diye cevab verdi. Fakat hastaneyi, hayatımın sonuna kadar bırakamıya. cağım iki koltuk değneğiyle terkede. ceğimi söylemedi, — Burada sizi tedavi ettiririz Be, Hun, cesaret dostum, Ümidini kaybet- Meli adam, ümitsizlikle omuzları- nı silkti, kolonelin tesellisini duyma- miş gibi sözüne devam etti: — Ertesi günü bir aralık gözlerimi açtığım zaman yatağımın yanıbaşında pek iyi tanıdığım bir Alman zabitini gördüm. — Kimdi bu zabit? — Fon Strammer... — General fon Nogviçin muavini mi? — Ta kendisi... Baktığımı görünce ayağa kalktı, nezaketle selâm vere rek: “yüzbaşı Benua,, dedi, Yüzümden yaralanmamıştım; beni tanıyordu, inkâr yoluna sapmayı ak- Iıma bile getirmedim. Cevab verdim: — Hayır yüzbaşı değil, kumandan Benua.., — Affedersiniz, bilmiyordum. Biz #izi ölmüş sanıyorduk. Nasılsınız? Size arkadaşça soruyo - rum, çök tstırab çekmiyorsunuz ya? Dz Hayır, çok değil... Teşekkür ede- — Şefim, general fon Rogviç sizin. le görüşmek arzusundadır. Bu ziyare. ti kabul edecek derecede kendinizi kuvvetli hissediyor mumunuz? “Sizin esiriniz bulunuyorum Bu — rada benim arzum değil, sizin emirle- riniz mutadır. — Şu halde genersle telefon etme- me müssade ediyorsunuz? — Rica ederim. Yüzbaşi fon Strammer dışarıya çi- kıp birkaç dakika sonra geri geldi. General gelinceye kadar geçen yarım saat zarfında hiç konuşmadık. Generali yalnız (fotoğraflarm * dan tanıyordum. Kibar tavır. & mükemmel bir asker tipi, hakiki bir şef.. Kendisini ilk defa görünce takdir etmekten kendimi alamadım. Hastabakıcıya, barid fakat nazik bir tavırla hitab etti: — Lütfen çekilmenizi rica edece . ğim matmazel. Yüzbaşı ve hastanızla “biraz yalnız kalmak istiyorum. (Devamı var) Yazan: M.S. Eski hapishanelerde mahpuslar nasıl yaşarlardı ? Meydancılar, damağaları koğuşta bur saretlerini tartarlar, yüreklerinin söyle. yip söylemediğini bilirler. e Hapisane idarelerinden aldıkları salâhiyet, bilek- lerinin küvveti, cesaretleri, kazançları ve kendilerine bağladıkları kimsesiz bir kaç mahkümun, atılganlıkları sayesinde borularını öttürürler. Koğuşlarının asa- yişini, firar teşebbüslerini, odövüşme, vuruşma hareketlerini göz önünde bu. Jundururlar. Damağası, ve meydancı teşkilâtı © lan hapisanelerde - bunlermm muvafaka- ti olmadan . firar, dörüşme hâdiseleri- nin vuküuna imkân yoktur. Öyle aği- Jar ve meydancılar gördüm ki, bir kaç yıl içinde hapisanelere göre oldukça mühim para sahibi olmuşlar, serbest iken kazanmayı akıllarma bile getire- medikleri bir servetle memleketlerine dönmüşlerdir. Kovuştan kovuşa nakil, tecrit ve sürgün işlerinde ağalar ve imeydancılar miihim roller oynarlar. MAHPUSLAR NASIL YAŞARLAR? Eski hapisanelerde mahpusların ya - şayış tarzı cidden acınacak İeldeydi .. Istanbul, Ankara ve İzmir hapisaneleri müstesna olmak üzere diğer hapisane. lerin kâffesinde mahpuslar yemekleri» ni ufak maltızlarda pişirirler. Her mah- pusun mangalı sabah, akşam mutlaka yanar, işık ve havadan mahrum kovuşlarda Makal on beş, yirmi mangal siralanır, #5imürleri yanmamış, çoğu da marsık tar. Yeşil alevlerle karbon “neşreden yirmi manglın koğuşa saçtığı zehir. Yen müteessir olmazlar. Her mangalın zerinde bir tencere kaynar. Tencere İner inmez, tavada yağ yakarlar. Ko. ğuşa yayılan müstekreh kokudan bizar bile olmazlar, En iptidai tarzda yaşamıya alışmış olanların bile tahammül edemiyeceği bu öldürücü vaziyete yolarca katlanır. lar, Havayı değiştirmek için koğuş pencerelerini açtırmak mümkün değil. dir. Hemen soğuktan şikâyet ederler, Mabpusların benizleri sapsarı, gözleri srkura batmış bir bele gelmelerinin ye- gâne sebebi yaz, kış ateş yakılması ve yemek pişirilmekte olmasıdır. Sabahtan kalkılınca herkes yatağını serdiği yeri süpürür. Töz bulut halin. de koğuşa yayılır. Velhasıl koğuşlar ba öldürüel pisliğin, mikropların yuva. sı halindedir. hd ONORE Baz; hapisanelerde haltada bir gün yatakları güneşe çıkarttırırlar, koğuşla. rı sildirir, süpürtürler. Kendi şthhatle- rine, menfaatlerine müteallik olmasına rağmen bu temizlik işlerinden kaçan mahpuslar da çoktur. Meskenet, pislik bunların iliklerine kadar İşlemiştir. Büyük şehirlerin bhapisancle'inde mahkümlar, kendi liyakat ve kabiliye - tinde olanlarla bağdaşırlar. Şehirli kü- meler arasında köylü mahkümlar göre, mezsiniz. Bu zevallıları istihkar değilse bile her halde istihfaf ederler. Fakat şehirli mahküm, onların kümelerine il- tihak eder, güler yüz gösterirse canla, başla hizmet ederler, Hapisanelerde çamaşır, yıkama o ve yıkatma meselesi istikrah edilecek de- recede berbattır, Hapisanelerde çama - şır yıkamıya mahsus yerler yoktur. İ- darenin seçtiği bir kaç adam her par. çayı yüzer paraya, beşer kuruşa yıkar- lar. Sabun yerine “kil,, kullanırlar. Ça- maşırları tokmakla döverler. Islak ça- maşırlar geceleri koğuşlarda kututu. Yur. Koğuşun kötü kokulu havasını bir kat daha bozan adamakıllı yıkanmamış ve temizlönmemiş çası'şırlar, tütün dumanından, tozdan mülevves bir hale gelir. ON YIL YIKANMIYAN MAHKÜOMLAR Hapisanelerde en ziyade ihmale uğ- rayan sıhhat kaidelerinin en mühimmi (yıkanma) keyfiyetiir. Hapisanelerde hemam olmadığı ve mahpusların ha- “tiçteki hamamlara gitmesine müsaade edilmediği için, alelekser, mahpuslar, aptesanelerde güya gusülbane haline çevrilmiş olan mülevves, müstekreh yer lerde, ılık bir teneke su, küçücük o bir sabunla yıkanmak mecburiyetinde ka- Jırlar, On yıl hamam yüzü görmiyen mah - kümların sayısı soyılacak kadar az de- ğildir, Son yıllar içinde ancak Ankara ha. pisanesindeki hamamdan istifade edi- lebilmiş, ve hapisane idaresinin verdiği sabunla mahkümlar yıkans.kilmek maz- “hariyetine nail olmuşlardır. Bu whhate muzır vaziyetlerin yegâ- ne sebebi hapisaneletimizin, hapisane olarak yapılmamış ve yahut ta yapılır- ken hepislerin ihtiyaçları göz önümle tutulmamış olmaşındadır. (Devamı var) Lee LİL YL SANSAR NI) ANE ZA Misafirler geliverir korkusu ile hemen daireme çekildim. Esyadan bir kaçmı düzelttim ve o güzel masamın gelincik rengi örtüsü üzerine kâğıt kalem koyup yeni vaziyetimi düşünerek sana mektup yazmağa başladım. Güzel meralciğim, sana her şeyi olduğu gibi anlattım: memleketin en ünlü ailelerinin birinde, on sekiz yaşmda bir kız, dokuz yıllık bir gürbetten dönünce İşte böyle karşılanıyor. Yol- culuk ve baba ocağına dönüşün heyecanları beni hayli yormuş» tu: tıpkı manastırdaki gibi, yemeğimi yer yemez, saat sekizde yatağıma yattım. Sevgili nineciğimin, bazan aklına esip de yal- nz başına kendi dairesinde yemek İstediği zamanlar kullandığı Saks porseleninden küçük sofra takımımı bile saklamışlar! —i— Yine Luiz'den Rene'ye 25 İkinciteşrin EE ETİ sabah baktım, Filip ortalığı toplamış, saksılara çiçek koymuş. Artık yerleşmiştim. Fakat Karmelit ra- hibeleri arasında büyümüş bir kızın etkenden karnı acıkacağı kimsenin aklma gelmemiş, Roz banu güçbelâ kahvaltı çıkarabil — Matmâzel herkesin akşam yemeğine oturduğu ösatte yattı. Monsenyör'ün eve döndüğü saatte de kalkıyor, dedi (1). Hemen yazıya başladım. Saet bire doğru babam, bizim kil- gük salonun kapısmı vurdu ve kendisini kabul edip ederilyece- imi sordu. Kapıyı açtım, benim sana mektup yazmakta oldu- ğumu gördü. — Kızım, dedi, size elbise, öteberi lâzım; bu kesenin içinde on iki bin frank getirdim. Size, idareniz için tahsis ettiğim pa- ranın bir yıllık geliri. Mis Griffiti beğenmezseniz annenizle gö- düşüp daha bir mlinasibini bulursunuz; yanmıza öylebir kadm lâzım, çünkü madam dö Şoliyö sabahları sizinle çıkamaz. Emri- Nurullah ATAÇ iğ nize &mede bir araba İle bir de uşak bulunacak, — Bana Filip'i verin, dedim, — Peki dedi, fakat hiç merak etmeyin: sizin şahsi serveti. niz hayli tutar, annenize de, bana da bâr olmazsınız. — Servetimin ne kadar tuttuğunu öğrenmeme acaba müsa» Çeviren: ade eder misiniz? diye sordum . — Hay hay! dedi: büyük anneniz silesini arazisinin bir par çasmdan bile mahrum etmek istemedi ama beş yüz bin frank nakid parası vardı, onu size bıraktı, Bu parayı Hazine'ye yatır. dık. Faizler de hirikti; şimdi yılda kırk bin frank kadar getiri- yor. Bu para küçük ağabeyimizin serveti olur diyordum ama bu tasavyuruma mâni oldunuz; fakat yakında belki siz de bana bak verirsiniz: her şeyi kendi rızanıya, kendi gönlünüze bırak. yorum. Sizi umudğumdan makul buldum. Şoliyö hanedanm- dan bir kız nasıl hareket eder, bunu size anlatmama hacet yok; çehrenizde gördüğüm gurur, aldanmadığıma en büyük şahittir, Öyle küllük ailelerin kızları için aldıkları tedbirler, bu ailede bir hakaret sayılır. Sizin hakkınızda en küçük bir ima, buna cesret eden adamın haystına; veya, Cenabr Hak böyle bir haksızlığa müsaade ederse, ağabeylerinizden birinin hayatma mal olur. Bu hususta size fazla bir şey söyliyecek değilim. Ak v İah'a ısmarladık, kızım. Alnımdan öpüp gitti. Dokuz sene ısrardan sonra fikrinden nasıl vazgeçebildiğini bir türlü anlıyamıyorum. Benimle gayet açık konuşması çok hoşuma gitti. (Sözlerinde anlaşılmıyacak hiçbir şey yok. Servetim muhakkak ağabeyim markiyo verile- cek. Acaba kim bana acıdı dı manastırdan kurtardı beni? ba. bam mı? annem mi? yoksa ağabeyim mi? Büyükannemin sedirine oturup gözlerimi, babamm şömine- nin Üzerine bıraktığı keseye dikmiştim; fikrimin böyle para ile meşgul olmasma hem seviniyordum, hem de canım sikilryordu. Doğrusu artık düşünmeme lüzum kalmadı: babam bütün şüp. helerimi giderdi; bu hususta gururumun rencide olmamasını düşünmesi de hakçası çok efendice bir hareket! Filip bütün gün, beni adama döndürmeğe uğraşacak dük- kânları, işçileri dolaştı. Çamaşırlarımı dikecek bir kadınla bir kunduracı getirdiler; bir de Viktorin diyorlar, bir kadm geldi: çok tanmmış bir terziymiş. Manastırda elbise diye sırtımıza ge- girilen çuvalı çıkardıktan sonra ne hal alacağımı bir çocuk gi- »i merak ediyorum; ama gelen işçilerin hepside uzun uzun mühlet istiyorlar: korsacı, endamimı bozmak istemiyor. sam, sekiz gün beklemem lâzimgeldiğini söyledi. Görüyorsun ya! iş ciddileşiyor: demek ki benim de bir “en- damı, varmış! Opera'nm kunduracısı Jansen ayaklarım, tıpkı annemin ayakları olduğunu yeminle söyledi. Bütün günü. mü bu gibi mühim işlerle geçirdim. Elimin ölçüsünü almak üzere bir eldivenci bile geldi, Dikişçi kadma sigarişlerimi ver- dim. m (4) Prenklerde hizmetçiler, hanımlar ile demezler, fiillerin müfrod üçüncü şahsım kullanırlar. Münir new, prenslere, peskoposlara, düklere verilen ünven; burada duc de Chauliei.