31 Künunvevvel 1938 Garip şeyler meraklısı bir çok insan- lara rasladım. Lâkin şu bizim Nadir kadar garabet meraklısı olan kimse- yi bilmiyorum. Meselâ herkes evinde kedi, köpek besler değil mi? Halbuki Nedir; — Aman, herkesin evinde kedi, kö- pek... Bu pek harcı âlem birşey!.. der ve evinde küçük bir ayı besler. Herkes evinde ya radyo çalar, ya grâmofon... Yahud da hiç birşey çal- maz. Nadirin evinde eski zaman usu- lü, kovanları boru şeklinde yuvarlak koskocaman bir fonograf vardır. O bunu dünyanın en lüks radyosuna, en güzel gramofonuna bile değişmez. Bu fonografı bulmak için aylarca eski zâ- man konaklarını, eski eşya satan yer- leri dolaştı durdu. Nihsyet ona Fati- hin Malta çarşısında böyle bir fonog- raf olduğunu haber verdikleri zaman heyecan içinde oraya koştu. Fonografı aldı. Evine götürdü. . Dostumu sik sik görürdüm. Fakat hayat insanları hiç ümid etmedikleri bir zamanda ayırıveriyor. Ben de Na- diri uzun müddet kaybettim. Sene- lerce kendisini görmedim. Bazen ak» uma gelirdi. Kendi kendime: «Belki derdim, garip şeyler merakından vüz geçmiştir. Tabii bir insan olmuştur. Çünkü hayat denilen makine insan- ları öyle bir şekle sokuyor ki, seneler- ce bu makinenin çarkları arasında dö“ ne döne birçok arzularınızı, emelleri. nizi feda etmeğe mecbur oluyorsunuz, Şubat ayının son günü idi. Yıllar. danberi görmediğim arkat ras geldim. Daha kılığına, kıyafeline ilk bakışta anladım: Hiç değişmemiş ola» caktı, Ayaklarında bundan 30 sene evvel erkeklerin giydiği, yarısı rugan, yarısı podüsüet ve yandan düğmeli fotinler, boyunda plastron bir boyunbağı var- dı. Bir aralık bana: — Evlendim!.. Deyince pek hayret ettim. Zira Na- dirin evlenmesi şaşılmıyacak şey de- gildi. Senelerce evvel Nadirin evlen- mesi için birçok teşebbüsler yapılmış- ta. Fakat o hiç bir kızı beğenmez: — Nafile, derdi, gözüm tutmuyor... Bu kızın hiç bir hususiyeti yok. Her- kes gibi bir insan... Karşısına çıkan en güzel, en zengin, en mazbut, genç kızları bu fikirle be- Zenmemişti. Daima: — Hayat arkadaşımın öteki insan- lardan farklı olmasını isterim... der dururdu. Onun için şimdi Nadirin ev- lenmesini duyunca pek şaşmışlım. Kimbilir ne garip bir mahlükla evlen- mşiti, Acaba karısı, öteki kadınlardan farklı olsun diye, baş aşağı ellerile mi yürüyordu? re biraz hafifleyince Na- — Demek evlendin ha?.. dedim. — Evlendim ya... Üç de çocuğüm VEL ve. — Allah bağışlasın!... Nadir koluma yapıştı. — Bu gece bize geleceksin, dedi, ka- rımın doğduğu gündür. Bu geceyi hep berâber geçiririz. Doğrusu ben de Nadirin karısını dehşetli merak ediyordum. Bu pek ga rip olacağını tahmin ettiğim insanı yakından tanımak merakına düşmüş- tüm, — Peki!.. dedim. Beraber ilerlemeğe başladık. O: — Doğduğu gün olduğu için karı- ma hediye alacağım. dedi. Nadirin alacağı hediyeler de herhal de merak edilmeğe değerdi. Beyoğlu. na çıktık.Dostumun elinde bir âdres vardı. Tarlabaşı taraflarında karma karışık sokaklardan birinde bir apar. tımanı arıyordu. Sordum: — Canım bu apartımanı ne yapa- caksın? Hediyeyi buradan mı âlâcak- sn? — Öyle ya... Nihayet aradığı apartımani bulduk. Karanlık merdivenlerden dört Kat çık. © tik. Bir kayıyı çaldık. Burada çok es. kiden İstanbula gelmiş bir Rus mü- haciri oturuyordu. Bu adam garip ga- Tip kuşlar, bir türlü büyümiyen, küs çücük köpekler, acaip balıklar satar. dı. Nadir apartımana girer girmez Rus satıcıya sordu: — Hazır mı? — Hazır efendim... Bir odaya girdik. Satıcı bir küçük kutu çıkardı. Kutunun kapağını açar- ken: 1-31 uakalm melanin. dine Kutunun içinde bir sürü fire var. dı. Fakat bu pireler gayet marifetli şeylerdi. Neler neler yapmıyorlardı. Hattâ kâğıttan minimini bir araba bi- le çekiyorlardı. Nadir memnun bana döndü: — Mükemmel, değil mi? İşte karıma doğumunun yıldönümünde bu eşsiz, fevkalâde hediyeyi vereceğim... Satıcı: — Emin olunuz dedi, bunları ter. biye etmek, büyük bir üniversitede profesörlük etmekten de güçtür. Aman soğuk yere bırakmayınız. Çünkü #0 ğuktan hiç hoşlanmazlar. Ben ken- dilerini daima sıcak yerlerde müuha- faza ederim, Marifetli pireleri aldıktan sonra yo- la çıktık. Artık Nadirin evine gidiyor- duk. Yolda sordum: — Nasıl karından memnun musun? — Memnunum, çok memnunum... Çok büyük bir hususiyeti olan kadın... Herkese benzemiyen tarafları var... de- di. Sonra: — Fakat şuradan bir otomobile bi- nelim, bizim ev epey uzaktadır. dedi. Bir otomobile atladık. Şehrin dışı- na çıktık. Fener kulesi şeklinde garip bir binanın önünde otomobilimiz dur- du. İndik. Nadir bu garip binayı göstererek bü. yük bir gurur içinde: — İşte bizim ev... dedi, plânlarını kendi elimle yaptım. Ne fevkalâde, ne bambaşka, ne değişik bir bina değil mi? Şehirdeki öteki evlerden hiç biri- ne benziyor mu? Güldüm: — Öteki evlere değil, alelümum ev denilen şeye benzemiyor... Nadir iftiharle; - — İşin güzelliği burada ya... cevap verdi. Kapıyı çaldık. Nadirin karısını heye. can içinde bekliyordum. Şimdi dünya» nin en garip kadınile karşılaşacaktım, Nihayet kapı açıldı. Çirkin bir kadın karşımıza dikildi, Gözleri adamakıllı şaşı idi. İlk sözü: — Nerede kaldın yahu? oldu, İçe. ri girdik. Nadir karısını bana takdim etti, Vakıa kadın pek çirkin şeydi, biraz da terbiyesi kıttı, Fakat ben evinde hiç bir garip taraf, hiç bir fevkalâdelik göremiyordum. O dışarı çıkınca arkadaşıma: — Karının hiç kimsede olmıyan hu- süsiyetlerinden bahsetmiştin. Bu hu- susiyetler nedir? diye sordum. © gururla: — Sofrada anlatırım... diye cevap verdi, Biraz sonra üç sümüklü çocuk bü- yük bir gürültü ile odaya girdiler. Na- dir bu çocuklarını da bana tanıttı. — Şu en büyük oğlum. İsmi «11 | Mart»... — «l1 Mart» mı? Ne garip isimi... — Tabii... Herkesin kullandığı isim. lere benzememeli... Büyük oğlum 11 | Martta doğdu... Şu bizim ikinci nu- mara... İsmi «30 Mayıs. o da 30 Ma- yısta doğdu... Şu da üçüncü numâra, adı «i Ağustos»... Nasıl çocuklarımın isimleri?... — Takvim gibi... Ya ayni tarihler. de başka çocukların olursa ne yapa- caksın?... — Onlara da doğdukları senelerin isimlerini takarım... Olur biter... Me- selâ «1939» ne güzel isim değil mi? Sofraya oturduk. Odanın bir köşe- | sinde koca bir kafes vardı, Herkes ev- | lerde kafeslerde kanarya, saka ve saire| gibi kuşlar besler. Bu büyük kafeste | ise kargaya benziyen acalp iki kuş vardı. Sofrada Nadir, karısının yıldönümü şerefine kadeh kaldırdı. Ben hâlâ bu kadındaki büyük hususiyeti anlama- mıştım. Nadir kadehi elinde bana: — Şimdi, dedi, karımın büyük hu- susiyetini anlıyacaksın... Senede bir herkesin doğum günü gelir.. Fakat karımın doğum günü dört senede bir defa gelir... Bunun için karımın do- ğum yıldönümünü biz dört senede bir kutluyoruz. Çünkü Karım şubatın yir. mi dokuzuncu günü doğmuştur. Tak- vimlerde her yıl şubatın yirmi doku- zuncu gününü bulamazsınız. Şubat 4 diye senede bir kere yirmi dokuz çeker. Ne- büyük hususiyet değil mi? Ne fevka- Jâde birşey... Talih karşıma böyle fev- kalâde bir hususiyeti olan bir kadın #kardığı itin ne kadar mesuduml.... DALGA UZUNLUĞU 1639 m. o 183 Kes, T.A.G. 1814m. 15195 Kes T.A P, 3i7öm. 1466 Kes. ANKARA RADYOSU Cumartesi 31/12/9038 TÜRKİYE SAATİLE - PO), Mi: Sat, ajans 14,10: "Türk müziği - (Şarkılar - P), 1425: Türk mü- ve taksimler) (Veci- he, Fahire Fersan, Refik Fersan şen Kam, Cevdet Kozan, Me tarafından), 18 — 189: Müzik (Viyana ve Macar melodileri), 1730: Müzik (Dans saati - P), 18: Türk müziği Cncesaz - Kürdili hicazkâr faslı), 18,40; Saat, ajans, Meteoroloji ve ziraat borsası haberleri, 19: Türk müziği - (ncecaz devam - Beyati ve gexk - efzn fnulları), 1945: Konuşma: (Dış politika hadiseleri), 20: Türk mü- ziği - (Klâsik program - koronun iştira- kiyle) 1 - Bestenigâr peşrevi - (tanburi Numan ağa), 2 - Bestenigir murabba - Gamzenki ola - (Buhuri Zade), $ - Şar- kı - Kaçma mecburundan ey ahuyu vah- şi (Haşim bey), 4 - Şarkı - Gayriden bulmaz teselli sevdiğim ( (Mustafa İzzet efendi), 5 - Yaylı tanbur taksimi - (Me- sud Cemil), 8 - Bestenigir şarkı - Ben seni sevdim seveli - (İsmali Dede), Seba şarkı - Bir esmere gönül verdim (tanburi Mustafa Çavuş), Çalanlar: Ve- eihe, Ruşen Kam, Cevdet Kozan, Nuri Halil Poyraz, Mesud Cemil, 20,30: Müzik !Folklor - Halli Bedii Yönetgen, Kudet Tezel tarafından, 21: Saat, Esham, Tah- vilât ve Kambiyo - Nukud borsası fiatları, 2110: Konuşma (haftalık posta kutu. su), 2135: Küçük orkestra - Müzik: 1 — Am Schönen Rhein gedenk'ich delin (K. Bila), 2 - Romanze (Şuman), 3 - İspan- yol serenadı (Mişeli), 4 - Çardaş No, 1 (Mişeli), 5 - Mennet (Mozart), 6 - Sera- nata di baci (Mişeli), 7 - Libellentanz (F. Lehar), 2240: Müzik (cazband), 2345 - 130: 24: Bon haberler ve yarınki program. BULMACAMIZ ı Meleke. 4 — Viranelik - Hitab edatı - Şebeke. 5 — Acıklı. & — Tüysüz genç - Bina yapılacak yer. 7— Nefi edatı - Tavla oyunu levazi- malından, 8 — Karekter - Tersi güzel sanattır, 9 — 'Tabiatin fevkinde olan şey - Matem. 10 — Bir erkek ismi - Miralay. Yukarıdan aşağı: 1 — Yürüyerek « Bir edat. 2 — Bir meyva - Çocuklara anlatılan hizâye, 3 — Mezar - Başına «S» gelirse çabuk olur. 4 — Lâbza » İnce kalbur yapan. 5 — Terek - Kasab satar - Yapmak. 6 — Bir erkek ismi - Aile, 1 — Göngü. 8 — Göayaşı « Kürremi 9 — İstanbulun bir semt 10 — Yiyecek - Anadolunun bir nehir, Geçen bulmacamızın halli Soldan sağa: Delirmek, 2 — Kuhaat, 3 — Av, Ke, 4 — Raşe, İbad, 5 — Ari Ün, — Da, Ozan, Ar, 7 — Ag, Küme, i, B — Ver, Me, Tek, 9 — Ulah, Sula, 10 — Tebeddülüt. Yukardan aşağı: 1 — Karadavud,-2 — Varagele, 3 — Ek, Şi, Rab, 4 — Lane, Ok, He, 8 — İna, Üzüm, 6 — Rak, Name, 7 — Mazi, Ne, Sü, 8 — Et, Ba, Tul, 9 — Karamelâ, 10 — Tedarikât, - Hayret edatı. 1 şarkında Posta ittihadına dahil olmıyan ecnebi memleketler: Seneliği 3600, altı aylığı 1900, üç aylığı 1000 kuruştur. Adres tebdili için yirmi beş kuruşluk pul göndermek lâzımdır. Zilkade 9 — Kasım 54 B. İmsak Güneş Öğle İkindi Akşam Yatsı RE. 1250 275 728 949 1209 139 Va, 530 TAMIZ)I 1438 1850 1829 TURAKINA TARİHİ Yazan: İSKENDER F. SERTELLİ ROMAN 'Tefrika No. 14 Sarı Çakal nöbetçilerin ardından yavaşça yürüyerek çadırın kapısına sokuldu Subo, kabilesinin başma geçince herşeyi unutmuştu. Subo, hiç bir ka- dımı Akay kadar sevemezdi. Fakat, şimdi genç reisin kalbini yurd sevgi- si ve istiklâl aşkı sarmıştı. O, kabile- sini özgenliğe kavuşlturmağa sava- şıyordu. Akayı büsbütün unutmuş değildi. Lâkin bu heyecanlı günler içinde Akâyı arayıp soramazdı.. kendi mev- kil de tehlikeye düşebilirdi. Sarı Uy- gurlar ayaklanmışlardı. Yurtları için- de ne kadar yabancı varsa, bir vesile İle uzaklaştırmağa çalışıyorlardı. O gün Akay, kabile reisine şöyle bir haber gönderdi: «Sana hak veriyorum, sarı Subo! Soyuna yabancı kanı karıştırmak istemiyorsun! Sa- na artık bir Uygur kıziyle ev- lenmek yaraşır. Bana da bu- rTadan uzaklaşmak. Sana yap- tığım iyiliğe karşıhk, senden birşey istiyorum: Beni de yur- düma, ailemin yanına gönder. Ben de tutsaklıktan kurtula- yım.. Anama, babama, yurdu- ma küvuşayım.» Subo bu haberi alınca mütessir oldu.. düşündü. Çok düşündü. Akayla evlenmesi- ne imkân yoktu. Fakat, Akayın yap- tığı iyilikleri gözünün önüne ge tirdi. — Bu, bir Moğol kızı değildir. So- yunun Soyumuza düşmanlığı da yoktur. Onu yurdumdan uzaklaştı- nrsam, yaptığı iyilikleri inkâr etmiş olurum. Ben, merd bir kabilenin oğ- luyum. Hiç kimsenin minneti altın- da yaşayamam. Dedi... Kabilenin İleri gelenlerini topladı. Ve onlara Akayın kendisini zindandan nasıl kurtardığını anlattı: — Ben, canımı ona borçluyum, 'Sarı yiğitler! dedi. O olmasaydı, Tu- rakina beni zindanda öldürecekti. , Sarı Uygular Akayı, Oktay hanın cariyesi sanıyorlar ve Moğol olduğu- na inanıyorlardı. Subo hakikati anlatınca herkes hayretle birbirine bakışarak; — Bu kadar yararlık gösteren bir kadını sokak ortasında bırakmak Sarı Uygurlara yakışmaz!. Dediler ve Suboya, Akayı koruma- sını söylediler. Akay bü suretle, yalnız yattığı ça- dırdan çıkarılarak kabile reisinin iki tuğlu büyük çadırına getirildi. Akayı seven bir sarı Çakal!.. Akay, kendi çadırında yalnız y&- şadığı günlerde.. ona, hizmet eden ve yiyecek veren Uygurlardan biri gönül vermişti. Sarı Çakal... Bu,' bütün geçliğini ormanda geçirmiş, ve kırk yaşına geldiği zaman şehre inerek Sarı beyin hizmetine girmişti. Sarı Çakal, ömründe ilk defa gör- düğü bu kadar güzel bir kadına âşık olduktan sonra kılığını değiştirmiş, kendine çekidüzen vermeğe O başla- mıştı. Sarı Çakal... Bu adı ona Sarı bey vermişti. Sarı Çakal, hakikaten ça- kala benziyen, pek suratsız bir er- kekti, Ona kabilenin en çirkin ka. dınları bile yüz vermezdi. Akay himayesiz kalınca, Sarı Ça- kal ona: — Hiç merak etme. seni ben rTuyacağım.. Demişti. Akayın birdenbire reis çadırına gitmesi, Sarı Çakalı şaşırtımaıt, Onu gerçekten seviyordu... Sarı Çakal, Akayı ne yapıp yapacak ele geçire- cek ve Sarı Uygurların ciinden kür- taracaklı. Bunu yapmağa ant iç- mmişti. Akay, Subomm yanma gelince, Sarı Çakalı unutmuştu bile. Hattâ o kadar unutmuştu ki, Suboya beli- selmeğe lüzum görmemişti. Sarı Çakal bir akşam, reisin ça- dir önünde göründü. Akay da onu görmüştü. Sarı Çakal, nöbetçilerin ardından yavaşça yürüyerek çadırın kapısma sökuldu: ko- — Beni ne çabuk unuttun, Akay? Akay birdenbire bu iri boylu, kor- kunç bükışh ağam! karşısında görün- Ce şaşırdı: — Haydi, uzaklaş buradan. Reis geni görürse, işin fena olur. Dedi. Sarı Çakal nöbetçilerden çe- kindi.. Sırtlan gibi uzun dişlerini göstererek sınttı: — Şimdi reise güveniyorsun de mek? Bana gelmiyeceksin, öyle mi? Akay, Sarı Çakaldan korktu: Ben, senin yaptığın iyilik- leri untmam. Fakat, reise karşı iha- net edemem. Beni Karakurumdan Uygur iline getiren odur. Sana ack rım Ona görünme! Diyerek geri çekildi. Sarı Çakal; — Seni, bugün değilse yarın kaçi- Tacağım. Ben ne ondan, ne de onun adamlarının hiç birinden korkmam. Dedi.. hizla yürüdü. ortadan kay- boldu. Akay çadira girince düşünmeğe başladı. — Ya bu ağam beni bir düşürürse... Bu endişe ile akşama kadar ye mek yemedi; Subo gelince meseleyi ona açmak istedi. Fakat, Sobuyo ko- rumak Jâzımdı. Sarı Çakal sayısız İelâketlerden yakasını sıyırmış, çok defa ölümden kurtulmuş, kendini Ateşe attıkları zaman yanmamış gâ- rib bir adamdı. Uygurlar ona (Meşum Kartal) derlerdi. Sarı bey bile ölünceye kadar ona bir şey yapmamış, hattâ çok defa kendisini şikâyet edenlere: — Bırakın o ölmez adamı... Bir kişiden koskoca bir kabileye hiç bir fenalık gelmez, demişti. Sarı Çakal... Meşum Kartal... ÖL mez adâm... Onun böyle bir kaç adı vardı. Subo, babasının yerine © geçince, ona bü tehlikeli adamdan bahsetmiş- ler; — Baban'onu himaye ederdi... Fa- kat, sen bu Meşum Kartalın kanai- larını kırmahsın! Demişlerdi. Sarı beyin oğlu, bu Meşum Kartalı bir kere orman kıy sında görmüş, tanımış, ondan sonra hiç bir yerde raslamamıştı. Akay, Suboya Sarı Çakaldan bir türlü bahsedemiyordu. O geceyi te- reddüd ve heyecan içinde geçirdi. Lâkin, sabah olunca, dayanamadı. O gün Subo gene şehir dışına gide- eek ve Uygur atlılarını düzenliyen Za“ bitlerle konuşacaktı Akay birdenbire Subonun önünde diz çöktü.. derhal bir rüya uydurdu: — Bu gtte sabaha kadar düşmân- la çarpıştım. Bunlardan birisi be nim göğsümün üstüne kara sapı bir. hançer bıraktı. ; Dedi. Uygurlarda da Moğollarda da, rüyada kara saplı hançer gör- mek ölüm tehlikesi geleceğine İşa- retti, Subo bu rüyayı dikkatle dinledi ve atını hazırlatmışken binip gitmedi; — O halde senin bir düşmanın var, yavrum! dedi, Seni yalnız br rakmağa gelmze! Akayın yamna oturdu. Uzun saç- larını elile okşıyarak sordu: — Bu hançeri bırakan adamı ha- tırlıyor musun? — İri boylu, çok çirkin bir adam- ş dı... Kazma gibi uzun dişleri ve korkunç bakışları vardı. Subo biraz düşündü ve ellerini bir. birine vurarak bağırdı: — Ben tanıdım bu adamı, — Tanıdın mı? — Evet... Onu geçen gün orman önünde görmüştüm. Bana: «işte, babanın koruduğu Sarı Çakal budur. . Fakat, sen onu koruma!» demişlerdi. Rüyada gördüğün çirkin Sahi olsa gerek.. anin pay. — Bim öldüğunu bilmiyorun g3g, 1/9046 bo, içimde gitikçe derinleşen ari Jüzumu | ku var, Bugün beni yalnı» vd Subo, sevgilisi” tuzağa 5