hi ni ho ıkta ava$ üte dim. adar n ör sayet ver ar), | , Şikagoda 3 müzeyi ziyaret “Balıklar müzesinde bütün denizlerin balıklarından nümuneler var B. Garbis hamsilere bakınca içini çekti : “ Ah canım deniz incileri , deniz kraliçeleri... , dedi Şikagodaki otelimin salonunda otururken, kısa boylu, kırmızı ya- nâklı, iyi giyinmiş ihtiyar bir adam yanıma yaklaştı. İngilizce sordu: — İsminiz Feridun mudur? Otelin defterinde gördüm de onun için s0- ruyorum. — Evet, dedim, Feridun... — Affedersiniz... Nereli olduğunu- Xu sormak istiyorum. — Türkiyeliyim... dedim. Kırmızı yanaklı, kısa boylu zat ek ğ Yerime yapıştı: — Ben, dedi, Garbis Alyanak... Türkiyeliyim... Amma Reşadın tah- ta bindiği gün İstanbuldan çıktım. Bay Garbis: — Bugün sana Şikagoyu gezdire- | ceğim, diye tutturdu, vakila ben de burada oturmuyorum amma Şikago- yü çok iyi bilirim. Benim işim Detroi'te... Oraya gidersen çok Tür- kiyeli bulacaksın. Bay Garbisle beraber otelden çıktık. — Sana evvelâ yeryüzünün en bü- yük Aguarlum'unu, en büyük balık müzesini gezdireceğim, dedi, Şikago Aguarium'unun üzerine dünyada yoktur. Fakat bu esnada bay Garbis bir İstanbul bahsi açtı. Buna o kadar dalmıştı ki meşhur Aguarium'a gel- miş ve geçmişiz. Neden sonra aklı- mız başımıza geldi. Geri döndük. Aguartum'a girdik. Burası hakikaten insanı şaşırtacak bir yerdi. Kapıdan Birer girmez evvelâ kocaman bir ha- vüz. Zeminden 17 metre derinlikte- ki bu havuz mübalâğasız bizim Beya- &d havuzunun iki, iki buçuk mis- linde idi. İçinde birbirlerine zararı do- kunmıyan bir sürü deniz mahlükatı var Büyük hâvuzun etrafına sıralar konulmuştu. Herkes buralarda otu- Tup havuzdaki deniz hayvanlarını seyrediyordu. 3undan sonra Aguarium'un öteki nı gezmeğe başladık Burada denizleri için, Marma- eniz de dahil, birer salon Bu salonlarda birer oda nde camden havuzların içinde bütün dünya balıkları, deniz Yılanları, deniz kaplumbağaları ya- şi Japon, Çin denizi için ayrılan sa- londaki balıkların havuzları Çin pan- Curları Şş inde, gayet zarif yapıl- Eıştı. Bu Ş ın içinde dün- Yanın en zehirli Japon balıkları kuy- Tuklarını salya sallıya dolaşıyorlar- dı. Bu zeh balıkların lezzetleri de imiş. Japonyada birbirle- rile eylenemiyecek ümidsiz âşıklar bu lezzetli, fakat zehirli balıkları yiyip, Bece yataklarına çekilirlermiş. Erte- Sİ sabah kendilerini kaskatı kesil miş, ölü olarak bulurlarmış... Zehirli Japon balıkları renk ve pullarının parlaması cihetinden dünyanın en “güzel balıkları... Bundan sonra elektrik balıklarını gördük. Aguarium'un memuru elek- İrikli havuzların önüne toplanan hak ka şöyle izahat veriyordu; — Bu balıkların vücudleri epiye kuvvetli bir elektrik dalgası neşre- derler. Hattâ küçük bir kavanozun içine eğer bu balıklardan fazla mik- darda konursa, neşrettikleri elektrik- ten hepsi hastalanırlar ve ölürler... Bunların şu kırmızı cinslerinde elek- trik pek fazladır. Bu kırmızı cinsten bir balığı tuttuğunuz zaman elektrik ı cereyanını hissedersiniz. Elektrikli balıkların yanıbaşında- ki salonda fosforlu balıklar vardı. Bunlarm bulundukları salon karan- lıktı. Fosforlu balıklar camdan ha- vuzların içinde (pırıldıyarak dolaşı- yorlardı. Şikagonun güzel sanatlar mektebi müzesi Bundan sonra kuyruklu, kurbağa gibi ayaklı balıkları, küçük ayı balı- ğı yavrularını seyrettik. Gayet iri de- içinde kıvrılmışlardı. Küçük bir salonun önünde dur- duk. Kapıda Karadeniz yazıyordu. içeri girdik. İşte bizim balıkların ço- ğu burada... İşte köşedeki hamsiler... Hamsileri görür görmez bizim bay Garbis büyülenmiş gibi onların ha- vuzlarına doğru ilerledi. Artık ham- silere uzaktan ne iltifatlar savurmu- yordu: — Ah canım deniz incileri, ah ca- nım deniz prensesleri... Ah canım denizlerin nonoş kraliçeleri... Ciğe- rimin köşesi hamsiler... Gözümde tü- ter durusunuz. Ne zamandır sizlere hasretim. Neyleyim ben Okyanusi » rın katır kadar kocaman balıklar, nı... Balık dediğin böyle minyon, çi tıpıtı, minimini olmeli... Bilir misin? Şikagonun meşhur balık müzesi niz yılanları büyük cam havuzun | ! Şikago balık müzesinde Çin salonu Geldim geleli hamsi yememişim... Sonra elile havuzun içinde birbiri- ni kovalıyan iki hamsiyi gösterdi: — Şu bir çift hamsiye bir dolar ve- ririm, Amma ne yenir değil mi?.. Hasretinden balıklar müzesindeki nümunelik hamsileri yemeğe kalkan bay Garbisin heline acıdım. Öteki salonları gezerken bay Gar- bisin aklı fikli hep Karadeniz salo- nundaki «minyon deniz prensesle. riş ndeydi. Aguarium'dan çıktık, Şi- kagonun meşhur Art enstitute deni- len «Güzel sanatlar» müzesine girdik. Amerikalıların en zayıf tarafı şu- dur: «Bir şey yapalım ki büyüklük ve saire cihetinden yeryüzünde bir eşi daha olmasın...» Amerikalılar dünyanın en büyük binalarını bile bu düşünce ile yapmışlardır. İşte bu Art enstitute de gene ayni fikirle vücude getirilmişti. Amerikalılara bakılırsa bu müzenin de yeryüzün- de bir eşi daha yoktur, Müzede bü- tün dünyadaki sanat eserlerinin he- men hemen hepsinin birer modeli yâ- pılmıştı. Avrupada, Asyada ve diğer memleketlerdeki bütün meşhur hey- kellerin, meşhur tabloların, mimari | tarzile şöhret salmış tarihi binaların | kapılarının birer kopyesi yapılmşıtı. Hattâ birer değil, bir kaçar... Me- selâ bir salon dolusu, muhtelif Ame- rikan ressamlarının yaptığı Jokond kopyeleri vardı. Ne kadar büyük bi- na varsa kapılarının alçı ile birer kopyesi çıkarılmış buraya getirir mişti. Ayni zamanda burası güzel sanat- lar enstitüsü olduğu için her taraf- ta yığın yığın talebeye raslanıyordu. Burası talebe için çok faydalı idi. Güzel sanatlar talebesi burada yer- yüzünün bütün meşhur eserlerini, en küçük çatlağına varıncaya kadar gayet mahirane bir tarzda taklid edilmiş kopyelerini görüyorlardı. Hat- tâ bu sanatkârane kopyeler içinde asılları kadar kıymetli addedilen sa- nat eserleri bile vardı. Genç kızlar iri pazulu, geniş gö- güslü güzel erkek tipini gösteren Yunan Beykellerinin karşısında sa- allerce çalışıyorlardı. e Delikanlılar Afroditin önünde toplanmışlardı. Buradan sonra gene Amerikada pek meşhur olan Natural History Museum'u, yani «Tarihi tabii müze- 8i» ni gezdik. Burada dünyadaki bütün hayvan- ların doldurulmuş, tahnit edilmiş şe- killeri vardı. Tarihten evvelki zamanlarda ya- gyan Mamut filerinin bulunmuş ke- mikleri sanatkârlar tarafından bir. leştirilmiş, üzerlerine suni et, deri ya- pılmış, bu hayvanlar aynen vücüde getirilmişti. Hâlâ nesli yaşıyan öteki hayvanlar da öldürülçrek gayet sa- natkârane doldurulmuştu. İ yerleşmişlerdi O gün Şikagoda üç büyük müzeyi gezdik, beş para vermedik. Aklıma «bizim müzelerin pahalılığı geldi. Hikmet Feridun Es Yazan: Sermed Muhtar Alus 'Tefrika No. 98 NANEMOLLA Hep bir arada zeybek oyunu (Ya seydii) hitablarile omuzlarına attıkları Hama, Şam kumaşlarını ya- yanlar... Kucaklarındaki çekmeceleri açıp Arabkâri cam bileziklerin rengâ- renk çeşidilerini gösterenler... Teneke biskül kutularının kapaklarını kaldı- Tıp «kubbe» denilen çiğ kıyma ve bul- gurdan yapılma köfteleri sunanlar... «Şekerpare» adındaki, krem renginde, insan çili gibi pembe pembe benekli, kayısı azmanlarının sepetlerini öne Zincirkıran, bir göğüs geçirdi: — Ah, ah!.. Şu memleketin ağzı dili olsa da söylese, Karaca gözlü, keklik vücutlu Cebel yosmalarile, bir vaklt- ler ne geceler sabah ettik, ne geceler?, Udlar, yaleller, rakıslar!.. Vapur orada da bir gece kalacaktı. Osman ağa, Nuh çavuş gene yanaş- mışlardı: — Alay beyim, paşazadem, atlıya- ım şehre... Bunun akıbeti yarın öbür gün kara toprak!.. O babayiğit nerede?.. Kimde para var? Beyrut o zamanlarda da ateş ba- hasına memleketlerden, Avuç dolusu lira lâzım. İrfan bu sözlere kulak bile vermi- yor, bir kenara çekilmiş, elinde kalem kâgıd, yazıp duruyordu. Akiâ kalesinde... Zincirkıranla İrfan, Akâda bir evde Üstü de taş, da taş, avlusu da taş bir dört duvar. Sokaklar daraş mı daraş. Kulaç aç, sağı solu yakala; pencereden elini uzat, karşıki komşunun duvarını tut; damdan dama ayağını at, ferah ferah geç... Rıza beyin nerede ahbabı yok ki? Redif livası paşayı Giridden biliyi Mutasarrıfı İslimye sancağından ta- nıyor. Nülbie Ergiride beraber bulun- muşlar, Muhasebeci, vaktinde Sofya- da muhasebeci refiki imiş. Evkaf efendisini Erzuruma giderken Kürd- lerin elinden kurtarmış. — Zincirkıran, demir hurdehaş eden aslan!. diye koşan koşana... O zamanki taşraların hali, gelenler memuriyetle de gelse, sürgün de olsa, her tarafta izaz ve tekrim. Şunu da unutmıyalım, redif livası paşadan ve mutasarrıf beyden tut, rütbeli memurların hepsi sürgünlük- le gelmişlerdendi. Akâ mükemmel bir kale, Daha öte- si var mı, Napolyon Bonapartı bile gelip geleceğine bin kere pişman et- miş. Herifçi oğlu, Cezar Ahmed paşa- dan köteği yiyince, pılıyı pırtıyı top- layıvermiş. Kale hâlâ o şeddadilikteydi... Ak- şam olurken kapıları kapanıyor. Ne içeriden, ne dışarıdan kuş bile uçmu- yor... Arab diyarı sayılacak. Nerede arab- lardaki o ahenk, o çalgılar, o mavak 1er?... Bir ölü sessizliğidir gidiyor. Akşam olurken, sokaklarda kimse yok. Gece, ölüm olsa, bir tek eczaneyi açtırmak ne gezer, bayılmışa karşıki komşunun kuyusundan - o da varsa - bir maşra- pa su almaklık mümkün değil. İrfan, bu hayata alışamıyordu. Ya- zı da yazı; oda olmasa tımarhanelik. Evi beraber tutmuşlar, üstteki iki , odayı o, altındaki Iki odayı da Zincin kıran almıştı, Yemeklerini pi işlerine bakacak yaşlı bir kadında bulmuşlardı. İrfanın geldiği gündenberi gözleri pencerede. İstanbuldan gelecek vapus ru beklemede. Ne umuyor, ne bulacak, o da onu bilmiyor... Vapurun ufuktan gözüktü- günü, demir attığını ve sandal indir. diğini görünce sahile koşuyor, İstan- bul gazetelerini alıyordu. Ceridel Havadis, Basiret, Vakit, Şark. Ekseriya Zincirkırana da tesadüf ediyordu. — Aç şunları, oku bakayım evlâd, Memleketten ve ahvali âlemden ge havadisler var? O da okuyordu: «Tuna vilâyeti vukuatı mükerrere« sinin, oralarda asakiri şahane bulu- namaması hasebile, mahalli memu- rinin Heclül muhafaza davetleri üze rine ahali müslimeden çından kişi toplanarak, bunlardan bazıları müsel- Jehan içtima üzere bulunan kurayı mezküre Bulgarları üzerine izam kılı- nıp bir kaç şiddetli muhasemeden sonra eşkıyayi mezküre dağıtılmış ve İslav komiteleri bu vakayı sermayeli fesad ederek ve istedikleri renge 80- “karak feryada başladıklarından, Av- rup& kabinetolarına büldanı mezkü- reye, berayı tahkik bazı düveli köbire- ce memurin gönderildiği cümlei mes- muattandır...» İki gün sonra gelen güzeteler daha heyecanlı: «İslâmiyeti kabulen o Avrathisarın- dan Selâniğe gelen bir Bulgar kızının şimendiferden çıkarken ahali hıristi- yaniye tarafından tutulup feryad etti. rile ettirile ortodoks kinisasına iza mı ehli islâmın gücüne gittiğinden, merkumun hükümet konağı ittisalin- deki camli şerif havlusuna toplanarak arzı şekva üzerelerken, henüz anlaşi- lamıyan bir sebebe mebni Fransa ve Prusya konsoloslarının bu cemaatin içine girdiği ve cühelâ takımının bun« | ları sarıp o kargaşalık esnasında kat leyledikleri.» İki gün sonra gelen Basiret gazetes si keyfiyeti izah eyliyordu: «Merkumini mezkürenin harekâtariı tahkik için Babıâli ve Babı seraskeri cevanibinden Dersaadetteki Fransa ve Prusya selaretlerine müracaatla, beldel mezburedeki ahalii memleket- ten, vakada zimedhal yedi şahsın ida» mına ve 20, 30 nefer kişinin de bilâdı baideye tebidine> dair sütunlar neş- reyliyorlardı. İrfan, taş duvarlar arasında kapa» nık. Mütemadiyen elinde kalem ve kâğıd... Zincirkıran da bir gün evde değil... Sabahleyin erkenden çıkıyor, gece yarısı geliyordu. Nanemollaya kaç kere asılmış, ko“ Tuna yapışıp beraber gölürmeğe çalış- miş, istemediğini görünce: - Benden bu kadârdır; zıbar ye rinde!.. eee İrfan, gene uzakta bir düman gör müş, iskeleye koşmuştu. Boş boş dö- nüp taş evin kapısından gireceği es- nada bir zaptiye çavuşu. (Arkası var), | . ği EDE pap mar 9