28 Mayıs 1938 Eski ve yeni Istanbul AKŞAM Bin yüz, altı yüz, üç yüz ve altmış sene evvel şehrimiz nasıldı ? Atının ayağı taşa çarptığı için Sultan Aziz Galatanın dedir ayl Kn Geçen Sonbahar Bursa ve civarın- da yaptığım bir seyahate dair ceddim Evliya Çelebinin 300 sene evvelki se- yahatile mukayeseli olarak yazılar yazmıştım. Ayni şeyi İstanbul hak- kında da yapmağı düşündüm. Filha- kika, pek çok kimseden Evliya Çele- binin medhini işitiriz; fakat şöyle bir yoklayın; okuyan pek azdır. Hattâ muz bir değişme eşiğindedir; - böyle- Hide, mazi, hal, istikbal yanyana gek miş olacaktı. Meselâ; işte Evliya Çehebinin 19 sa- hife içinde urun uzadıya anlattığı Galatanın bazı manzaraları; İstanbul tarafında kale bina edil- diği vakit, Galata bir çimenzardı. Ko- yunlar ve sığırlar bu toprakta otli- yarak sütleri sağılırdı. Bu mahsuldar toprakta gayet leziz süt husule gel- diğinden ismine Galata dediler. Çün- kü Yunan lisanında süte «Galata; derler, İstanbuldan Galataya kayık ve mavnalarla geçilir. Keflere asrında zincir üzere köprü varmış. Galatada on sekiz mahalle islâm, yetmiş mahalle rum, üç mahalle frenk, bir mahalle yahudi, iki ma- halle ermeni vardır. Baş hisarda asla gayri müslim yoklur; ikinci hisarda Arab camiine gelince gene yoktur. Bu mahallelerin elinde Falihlen kalma hattışeritf vardır; OKefere komazlari Çünkü buralıların ekserisi Sultan Ahmed devrinde İspanyadan gelen ciğerhun «Mübtecele taifesi müslü- manlarıdır. Buraların âsayişine ziya- desile itina edilir. Zira, Sultan Murad zamamndaki tahrire göre, iki yüz bin gayri müslim, altmış bin müslü- man oturur. Galatada 3080 dükün, 8 çarşı, 12 kubbeli kurşun örtülü Fatih bedes- teni vardır. Dükkân sahipleri ekseri- yetle rum ve frenktir, Deniz kenarın- da, orta hisarda 200 tane ve kat kat harabathaneler, meyhaneler vardır. Her birinde beşer altışar yüz fasık içki içer, saz çalar. Meyva, mekülât ve meşrubatın ön âlâsı burada bulu- nur. Kuş sütü bile Galatada buluna- bilir. Lâkin «Mübtecel» şerbeti sofu- Jar için gayet lezizdir. Galatarın meşhur yiyecek ve içe- cekleri: Has ve beyaz francala ok- meği; şekerciler çarşısında renk renk miskler, anberler hünkârlara lâyık şekerler ki, eşi bir yerde yoktur; me- ğer ki Şamda ola... İspanyadan gelen müslümanların yaptıkları nâkışlı, va- raklı bahar helvası baharlı simidi; Şarap ve diğer müskira$ koymadım. Lâkin merakımız dolayısile her türlü halkina temas edip hallerine vakıf olu- ruz! Galatanın havası lâtif olduğun- dan mahbub ve mahbubeleri çoktur. Ahalisi alüfte zmeşreb ve lâübalidir. Kış vakti oda sohbetleri hoş olur. Bu levhaları, Galatanın şimdiki halile ve plân mucibince alacağı va» ziyetle karşılaştırırsam kâfi derecede enteresan bir yazı yazmış olmıyaca- Emi anlıyarak, eski İstanbulu tasvir idare edilen dört atlı ve iki tekerlek- li harp arabalarının yarışını tasvir ediyor; bu yarışın galibine bir kolye ve bir libre altın verilmiş... Zamanlarmdaki İstanbulu tasvir eden ve kitapları dilimize tercüme olunan seyyahların en meşhurların- dan biri, Tancalı ve en dördüncü asırı İbni Batuta'dır ki, Mehmed tantaniye hükümdarının kızı Beylun hatunla birlikte İstanbula gelip hir ay altı gün kalmış. Mukayese olsun diye, onun da Galatayı görüşünü nakledeyim. İbni Batuta, Galatanın telâffuzunu tesbit etmek üzere evvelâ harekele- mekten işe başlıyor: (Gaynı muacceme ve lâm ve tal mühmelenin fethi ile) Galata frenk turistiyanlarına mahsus olup Ceno- vahlar, Venedikliler, Romalılar ve Fransızlar otururlar. İsbu taifel Kos- tantaniye (o hükümdarmm hüküm ve idaresi altındadır. Hükümdarın «Kont» namile seçtiği bir kimse bun- ları idare eder, Galatalılar her sene Kostantaniye (O hükümdanna bir vergi verirlerse de ekseriya isyan ederler. İstanbul, Gelatayla harp eder bulunur. Cümlesi Pek büytk bir deniz sığınağıdır. Ora- da yüz kadar büyük gemi gördüm. İransızca, italyanca, cenevizce ko- nuşulduğunu işitirsiniz. Cenevizliler burada kendi memleketlerinde imiş gibidir, hattâ biraz da, akıllarına es- tği ve limanlarını kapatıp impara. torların tehdidlerine top atarak ce- vap verdikleri zamanlarda olduğu gibi bir efendi edası takınırlar, Fakat baştan başa kateder. Biz bu ikinci yo- Ju tuttuk, Her adımda kulağıma bir ses çar- pıyordu. Ermeni - suçu bağırıyordu: «Var mı suls; rum sucu bağırıyordu: «Krio Nerol»; bir merkep surucusu bağırıyordu: «Vardal»; şerbetçi baği- rıyordu: «Şerbetli; gazeteci bağın- yordu: «Neologos'» on dakika içinde | sağırlaşmıştık, Bir yerde hayret etlik: Yollar taş döşeli değildi. İşittik ki, eskiden dö- Şeli iken yeni sökülmüş. Sebebinin ne olacağını bulabilmek için durduk. Bir İtalyan bâzirgân bizim bu tered- düdümüzü giderdi. Bu yol padişahın sarayına gidermiş. Bir kaç ay evvel padişahın alayı buradan geçerken haşmetmeâb Abdülâzizin atı sürç- müş, yere yıkılmış ve Sultan ürk- müş. Alın sürçtüğü yerden saraya kadar taşların sökülmesini emretmiş! Böylelikle, Galatanın muhtelif a- sırlardaki tabloları meydana çıkıyor: Zannederim, alelâde resim yanında filim nasü canlı ise, İstanbulun semtlerinden, mesirelerinden, esna- Haftada bir iki kere, bu sütunda, kâh oturduğunuz (meselâ) Kadıköy Yazan: Sermed Muhtar NAN — Dadıcığım, konağımıza teşrif eden bu zat kimdir biliyor musun? Zaptiye nezareti celilesinin en nüfuz- lu bir rüknü, Zaptiye nazırı, zaptiye #sakiri kumandanı karşısında ağız açamıyorlar. Beni oradan kurtaran, eve gönderen bu zat.. Eşreften inti- kam almağa yeminler etti; bu gece benim hıncımı alacak... Dadı kalfa yere oturuvermişti: — Sütten ağzı yanan yoğurtu üf- leyerek yer evlâdcığım... Bana kalırsa gitme, sav şunları; başın bir derde ta uzata, uğuna uğuna elbiselerini gi- yiyordu. — Yavrucuğum, hiç paracığın yok, şu mecidiyeyi yanına al barll., Dilruba kalfa, arkasından okuyup üflüyordu. Dört kişi konağın kapısından çıktı- lar. Koskadan yukarıya vurdular, Biraz gittikten sonra Zincirkıran; — Beni bekleyin, dedi. Hasanpaşa karakoluna girdi. Alt odanın penceresinden çağır» yordu: <— Gelin, bir nargile için!., Vazifeşinaslığını unutmıyalım, Sof- talar ortalıktan eli ayağı çektiler mi diye anlamağa gitmiş. (Yerlerine yurdlarına, medreselerine dağıldı yo- bazlar) cevabını alınca içi rahat et- Kızdırmak olmaz. Dişarıdakiler ka- Takola girmek üzereydiler. Rıza bey, caddeden geçen bir pe faytonu görünce bağırdı: — Arabacı, duuür!.. Derhal fırladı sokağa. And, yemin, İrfanı sağına geçirdi, Ötekileri de kar- şısına oturttu. Tutturdu da tutturdu. Eşreften gi- rişti. Habisi nasıl yere sereceği?.. Ba» ğırta bağırta nasıl ele ayağa kapata- cağı?.. (Ben ettim, sen etme vezirza» dem) diys köpekler gibi yalvarlaca- Bı... Arkadan öbürlerine geçti. Ne valide sultanın başağası, ne sermusahib, ne musahibi sani... Gözü yumup âğzı aç- miş; Zaptiye nazırına, mabeyin paşa- larına, hattâ şevketliye bile veriştir- mede... Dimitri efendi, faybanun içinde ka» bir azabında. Bu gece kaç taraftan be- lâlar yağacak, en sunturlusu da ken- di başına gelecek... Küçük Karakaşya- nı tanıdığı manıdığı yok; ne evini bi- Hyor, ne barkını., Yalanı attığına bin kere pişman. Aradan sıyrılmanın çaresi? Fayton, Filcancılar yokuşunun alt başını dönerek Sultarihamanına sa- purken, öttü: — Gidiyoruz ma biraz masraf ola- zak. Bu kari para almiyor; en az 20, 30 altinlik bir elmas istiyor!.. Zincirkiran, sağ kolunu havalar- ken Sabri ağa yakaladı: — Şimdi su bulamıyacağız beyel- gim, elini nerede paklıyacaksın? Klavuz ağrı değiştirmek üzere: — Yirmi, otuz liralik elmas ta bi- rak; bu kara Yorgiçâ... İrfan tashih etti: — Kara Yorgiça değil, Küçük Ka- Takaşyan!.. Şüpheye düşmüştü: — Dimitri efendi sehven mi böyle diyor, yoksa tanıdığının ismi hakika- ten Kara Yorgiça mı?.. O halde?.. Zincirkıranda gene kol havada: — Ulan bizi de keş yerine koyma sakın. "Telleyip pullayıp mundarın bi- rini karşımıza çikarmal!.. Meyancı, eğilip diz öptü: — Sise sise Erdek sarab, Kamba diki, istikbaldeki vaziyetile, mozayik bir tablo gibi, çizmeğe çalışacağım, Karilerimin arasında kendi semti nin yahud sanat ve mesleğinin şim- diki vaziyetine dair dikkati celbede- rek mektup yazanlar olursa, bu mo- zayik levhada onların da bir taşı bu- Tunur, Çok olkumağa ve çok gezmeğe ihti- yaç duyuran bu seriye muvaffakiyet İş devam için karilerimin de teşvik mahiyetinde yardımını bekliyorum. Yürük Çelebi "Tefrika No. 73 MOLLA konyak, Tinos roçina dayanıyorum, mane vakit yarim karafaki duziko itsiyorum, benim bas böyle saman doluyor!.. Şu faytonun içinden bir kurtulsa, yanlarından yakayı sıyırsa.. Teftiş muavinliğine, zaptiye erkânlığına bile vedaı çekmeğe çoktan razı... Canm- dan mı olacak? Nesine yetmiyor Doğ- ruyol boyundaki eski alışverişleri?.. Gece arabalarının beygirleri iskelet, solugan, yelyutan olur, Kırbaç sapla rile, tekmelerle bile yürümez. Bahta bak bunlar Has ahır atları gibi koş- madalar, Biraz yavaşlasalar kılavuz efendi belki kendini aşağı bile atacak. — Fıkırdarıyorsun ama kaçamaz» sın aramizdan!., O da kendi kendine gelin güvey. Beyoğullarında bir eve düşecekler; marsık dediklerinden başka elbette diğerleri de vardır oradal.. Sultanhamamını geçmişler, Çiçek- seki hamamının önünü bulmuşlardı, Zincirkıran, birdenbire telâş içinde, arabacının koluna asıldı: — Dön geri; Meydancıkdan ve Zap« tiye caddesinden kıvrılıp bahçe kaps sında dur!.. Araba oraya gitti. Alay beyi indi, “Yanmdakilere, o akşam nöbetçi oldu- gunu, bunu unuttuğunu, nöbetini başkasına devredeceğini söyledi. — Beş dakikaya kalmaz gelirim! diyerek hızlı hızlı yürüdü. İşi iş, mesuliyeti mesuliyet bilenler- den. Bilhassa böyle patırtılı gürültü- 10 bir günde ve gecede, softaların ayak- Jandığı, ortalığı velveleye boğduğu bir eN Zaptiyeyi bir defa yoklamak ik karşılaştığı Vasfi bey oldu. Miras Jay tokayı ederken: — Çok isabet etmişsin, delikanlıyı salıvermişsin birader, diyordu. Bu toz- da, dumanda kim ferman okuyacak? Aryan soran bile olmadı. Nazırda, Hacı da yukarıdalar; iltifatı seniyele- re, murassa nişanlara nail oldular ya, keyiflerinden geçilmiyor. Zincirkıran, Eşrefden falan hiç bahsetmedi. İrfanın konağına gitliği- ni, şimdi yanında olduğunu da söy- Temedi. — Bu gece nöbetçiydim. Sen bura- dasın ya, idareli maslahat ediver kar. deşim... diyip arka kapıdan koştu bah» çeye; atladı faytona. O, daireye gidip dönünceye kadar kılavuz efendi sergardiyana ne yal- varma, ne yalvarma; — Vre Sabri ağa biraz duvar dibin- de gideyim kale) Sabri ağanın elinde eteği: — Anan güzel mi senin? Canımdan bezmedim ben. Rıza beyden tokatı yi- yip kafamı gözümü dağıtamam!.. İrfana da ricalarda, niyazlarda: — Barim sen müsade yap, satlaya» zâyim beyimu!. Sergardiyan, tam gardiyan: — Hiç çene yorma muavin, otur olurduğun yerdel.. Galatasarayındaki Mutasarrıflık bi» nâsının önünden dönüp Doğruyoldan Taksim havuzunun önüne gelmişler« di. Zincirkıran arabayı gene durdur- du: — Biraz bekleyin burada!.. Meramı bir taşla iki kuş vurmak; Ayakta bir iki tane çekip tütsülülüğü tazelemek; Eşrefin orada olup olma- dığını da bir kollamak... Hey Allahım orada ise yok mu ya... Ne kıyak kaça- cak, ne kıyak... Arabada gelirken, yanındaki deli- kanlının doğrudürüst oturamadığını, bozuk yollarda dingiller çarpıldıkça, makaslar oynadıkça zavallının iki ya- nına tutunub (Allah) diyerek inledi- fini görmüş. Kara karının mostrasını bozmadan evvel pembe katıra tepeden inmeyi kararlaştırmıştı. Kenarda bucakta, kapı aralığında, sokak içinde de değil; âlemin ortasın- da yağlı ballı bir meydan dayağı. (Arkası var) (1) Şimdiki Pazartesi pazarının kuru duğu sokak,