? güneş günlerce — Eski İspanyadan hatıralar hatlı tramvayı durdurur, dondurma- sını yer, sonra vatmana: “Çek,, derdi! Genç kız: “Londrada her gün güneş görünmezmiş. Gök de bizdeki gibi mavi değilmiş. Öyleyse gitmiyorum!,, eşli is Panya bir şarkı ve dans memleketi idi, 20 sene evvel uzun müddet İspanyada ve bilhassa Sevilde yaşıyan bif romam İs- panyol ruhu, İspanyol sevki hakkında Uzun. bis yazı yazmıştır. Birinci kısmını #alı günü neşretiğimiz bu yazının ikinci * kısmını da bugün yazıyoruz.) Sevilde harikulâde güzel bir model kız bulmuştum. Evimize yakın bir dost gibi gelip gider, kendini tama- mile emniyette hissederdi. Fakat bü- | tün uysallığına rağmen anlaşılmaz © bir kızdı. Sıcak yaz öğlelerinde o, âdeta uyuşmuş bir halde yarı açık gözleri uzun kirpikleri altında büsbütün üzülür, hafifçe söylediği bir şarkıya kusursuz elleri sezdirmeden tempo tutar, çıplak ayakları da bu şarkıya iştirik eder, böylece resmini yap- mami için karşımda poz alırdı. Bir gün büyük bir buket hazırla- miştım. Heran çözülüp ayaklarına dökülüverecek gibi duran siyah sağ- larına takmak üzere içinden bir çi- çek seçmesini söyliyerek buketi önü- ne uzattım. Joagulna (onun adı idi) çeçiklere ve yapraklara uzun uzun baktı. Son- ra birdenbire kolunun pervasız bir hareketile elimden çiçekleri kaparak bütün buketi olduğu gibi topuzuna İliştirdi. Çiçeklerin ağırlığile başı bir ta- rafâ eğiliyor ve bu ona biraz vah- $i, fakat harikulâde bir güzellik ve- riyordu. Joagulna vazifesine muntazaman devam ederdi. Başladığım tabloyu bir an evvel bitirmek için sabırsızlan- dığım siralarda bir sabah gelmedi. On iki gün kendisinden hiç bir ha- ber alamadım. Sonra bir gün sanki hiç bir şey olmamış gibi her zâman- ki saatinde geliverdi. Onâ bu hareketinden dolayı gü- cendiğimi ihsas etmek için bir kaç Acı söz söyledim. Sesini çıkarmadan dinledi. Bu sefer azarlamıya b: dim: Kendini bir koltuğa attı, yü- zünü ellerile kapadı, yalnız ikide bir sarsılan topuzu görünüyordu. Fazla ileri gittiğimi anlıyarak sus- tum. Joaguina hep ayni vaziyette iki büklüm duruyordu, Yanına git- tim, eğilerek zorla ellerini yüzün- den ayırdım: Meğerse o demindenbe- Ti gülmekten katılıyormuş! İspanyanın parlak güneşi Bana modellik etmek lütfunda bu- Yunmuş olan başka bir Sevilli genç kız, iki İngiliz - ressamı tarafından bütün masrafları ve oturacağı yer temin edilmek şartile Londraya da- vet sedilmişti. - Sevilde dört senede kazandığını Londrâda altı ay içinde çıkaracaktı, Bir gün bana: — Don Agusto! dedi, Londrada görünmez diyorlar, doğru mu? — Evet! dedim. — Sema da bizdeki gibi mavi de- a > mi? — Ve dedim, İspanyol kadınlarından bir kaç tip Âni bir kararla yerinden kalktı: — Öyleyse gitmiyorum! dedi. Taraklı kız Ben Sevilde iken «Taraklı kiz» 1s- mile meşhur bir şarkıcı kız vardı ki şar- kı söylediği bahçe her akşam hın- cahinç dolardı. Bizde sık sıkonu dinlemeğe giderdik. Bahçedeki beyaz örtülü masaların üzerinde içleri buz gibi soğuk sular- ladolu testiler durur, o şarkı söy- lerken ipek elbiseler giymiş erkek- ler dirseklerini masalara dayayarak sigara içerler, anneler çocuklarına meme verirler, genç kızlar şallarına sarmarak hareketsiz dinlerler, deli- kanlıların çoğu şarkıları tekrarlıya- rak ve gözlerini 'Taraklı kızdan ayır- maksızın saatlerce oldukları yerden kıpıdamazlardı. Herkes kelimenin tam mânasile Taraklı kıza hayrandı. Bahçede de pek ehemmiyetsiz bir para mukabilinde oturulurdu. Ahbaplarımızdan bir İngiliz ba yan bu bahçeye gitmek istemiyor, Taraklı kızım muhakkak yalnız ken- disi için Şarkı söylemesini arzu edis yordu. Bunu temin etmek için bir hayli uğraştım. Taraklı kız bahçe- deki programı bittikten sonra, hem de çok yüksek bir para mukabilin- de bize gelmeğe razı oldu. İngiliz ba- yan epi zengindi. Kabul etti. İş bu- nunla da kalmadı. Onun geleceği akşam için Taraklı kızın arkadaşla- rını, el çırparak onu heyecana geti- recek bir takım kimseleri, velhasıl bir sürü insanı da davet etmek meç- buriyetinde kaldık. Kararlaştırılan günde, gtce saat bire doğru Taraklı kız geldi, Her şey hazırdı. İçeri girince sandalyelerin tanzimini beğenmedi; kitarcısının yerini değiştirdi. Keyifsiz ve isteksiz bir şarkıya başladı. Çok fena söylüyordu. Beraber getir- diği insanlar meclisi canlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar, fakat onu coşturmak kabil olmuyordu. Maamafih bu kızın harikulâde şarkılarını dinlememiş olan İngiliz bayan memnun olduğunu beyan etti ve saat ikiyi beşon dakika geçe oteline , döndü. O vakit Taraklı kız masanın üze- rinde duran bardaklardan birini yu- varladı, ellerini çırparken «ihtiyar gitti mi? Gitti ha? Öyle ise başlıya- bm: dedi. Bir harika olan sesi ve © ledilemiyorsa daha çok paraya ihi şarkılarile hepimizi sabaha kadar mestetti, Don Teodoro Sevilde tanıştığım bir topçu bin- başısı «Bu dünyada her şey para İle halledilir, eğer bir şey para ile hal- / yaç var demektir diyen Endülüs İülerin en Karakteristik biri tipi olü- rak hafızamda yaşar. Kâinat umurunda değildi. Atlı tramvaylar zamanında bir dondur- ma yemek için tramvayı durdurur, rahat rahat dondurmasını yer, ağzi- ni burnunu silip dondurmanın pa- rasını verdikten ve cüzdanını iç ce- bine ihtimamla yerleştirdikten sonra vatmana «çek!; işaretini verirdi. Tramvaydaki halk Don Teodoro'yu hiç sabırsızlanmadan beklerlerdi. Bu âdetler de atlı tramvaylarla beraber kayboldu. Şimdi Sevil 60- kaklarında elektrikli tramvaylar do- laşıyor. Maamafih elektrikli tramvayların ilk günlerinde vatmanlara etram- vayların önüne yayâları ikaz etmek için konulmuş olan çanların cadde üstündeki barlardan gelen şarkılara tempo tutmak hususunda kullami- mamasını tebliğ etmek zarureti ha- sıl olmuştu. Şevket Hıfzı Rado (Yamnın son kısmını ayrıca meşrede- ceğiz.) sürme Seyahatlerde insan neler görür? Bakmak yetişmez, görmek lâzım Yasan: Selim Sırrı Tarcan Geçen gün Ankarada bir dostumun gece toplantısına davetli idim. Çan- kaya yolunda şık bir villâsı var, Ken- disi de refikası da çok nazik, çok görgülü ince ruhlu insanlar. Avrupa» da senelerce kalmışlar ve garp âdet- lerini tamamile benimsemişler. Hayli kalabalıktık. Bayan fevkalâde piyano çalıyor. Bize (Grieg)den, (Schu- man)dan, (Mendelsohn)dan hattâ Bach'dan çok nefis parçalar çaldı. Çaylar içilirken dereden tepeden ko- nuşmayu başladık. Tabii sözün cere- yanı Avrupaya intikal etti. On kadar misafirin hemen hepsi de Avrupa gör- müş kimselerdi. Londradan, Paristen, Berlinden, Romadan, Moskovadan Avrupanın hemen her tarafından bahsedildi. Herkes bildiğini, gördü- günü, başından geçeni anlattı. Kimi Londra polisinin mükemmeliyetini, kimi Berlin sokaklarının temizliğini, kimi Bulonya ormanını, kimi Viyana operasını ballandıra, ballandıra an- Yattı. Söylenen sözler içinde tedkik ve tetebbüe istinad eden mütalâalar ol- duğu gibi sathi hükümlerde vardı. Hele pek hararetli konuşan biri Yu- nanistandan başladı. İtalyayı, İsviç- reyi, Almanyayı, Fransayı bir tahlil etti (!) öyle kati hükümler verdi Kİ, başkalarını bilmem benim ağzım açık kaldı! Meselâ bir milletten bahseder- ken: — Bitmiş efendim bitmiş! Ne ahlâk var, ne terbiye var, bir sefahattir gi- diyor. Ufak bir sarsıntı onların adını tarihe karıştıracak!. Ve bir diğerinden bahsederken: — Genç, zinde bir millet o intizam, o servet, o ihtişam İnsanın gözlerini kamaştırıyor. Sokaklar temiz, evler te- miz, oteller temiz, halk kibar. Herkes mesud, herkes refah içinde, üstübaşı perişan bir kimseye ras gelmedim. Herifler dehşetli çalışıyorlar, dedi, Bu zat böylece bir değerli diplo- mat ve bir içtimaiyat profesörü kadar vuzuh ve sarahatle Avrupa ve Av- rTupalılar hakkında hükümler yürüt- tü. Nihayet bir aralık dayanamadım sordum: — Avrupada çok bulundunuz mu? — Hayır, bu sefer ilk defa olarak Natta acentesinin tertip ettiği Paris sergisi seyahatine iştirak ettim. Fazla birşey söylemeden lâkırdıyı kısa kestim ve tabii mütalâalarını pek doğru bulmadım. Yabancı memleket- leri türist gibi görmek çok faydalı ol- sa da ahlâki veya içtimal hükümler vermek hiç doğru olamaz. Bir mem- Jeketi bir defa, iki defa görmekle in- san tanımış olmaz. Hele ecnebi dili de bilmiyorsa gördüğü şeyler hakkında çok yanlış fikirler edinmiş cimak ih- timali pek kuvvetlidir. Onun için bir memleketi medh ve- ya zem ederken çok ihtiyatlı bulun- mak ve kati hükümler vermemek lâ- zımdır.. En tanınmış Fransız mubarrirle- rinden (Andre Maurois) çok gezmiş, çok görmüş ve seyahat intibalarını konferanslarla yazdığı eserlerle an- latmış kıymetli bir ediptir. 'Taymis (Times) gazetesinin 26 ey- Jül nüshasının seyahat ilâvesinde (Seyahatte İngiliz) başlıklı çok kıy- metli bir yazısı var. Bu büyük mu- barrir seyahatlerde sathi görüşleri pek güzel anlatıyor ve bakınız ne di- yor: «Avrupa kıtasında seyahatte görü- len İngiliz birçok zaman harikulâde bir şahsiyet gibi tanınmıştı. Efsanevi serveti olan bu anlaşılmaz ve garip mizaçlı milord hususi arabası İle se- yahat eder, sadık uşağını da hiç ya- nından ayırmazdı. Değişmiyen hassa- ları vardı: Soğuk tavırlı, cesur, acaip ve süküti. Şöyle bir kıyafeti vardı: Karolu yün kumaştan elbise, başta geniş bordür- Vi bir kasket, boynunda koca bir dür- bün, ayakta eskimek bilmiyen köse- leden potin, elde koca bir şemsiyet Yanında bazen birlikte yolculuk eden kadının da sırtında dümdüz lâciverd bir tayör, başında geniş kenarlı şap- ka, yüzünde yeşil bir vualet! Bu seyyahın ağzından çıkan yegü- ne kelime şu idi: (A-6h!). Hatırlarım, küçücük çocuktum, ti- yatroda Beksen Günde Devriâlem pi- yesini görmüştüm. O piyesteki (Phi- neas Fogg) tam o İngiliz seyyahının timsali idi, Bundan bir asır evvel bir İngiliz için Avrupa kıtası bambaşka bir âlemdi.. Cazip fakat tehlikeli bir âlem! Avru- pa sekenesinin varlığını ihmal etmek caiz değil, hayli nüfusu var, bir gün muharebe olursa bunlar donanmamız için tehlikeli bir düşman olabilirler. Sulhte ise İngiliz fabrikaları için ha- farı sayılır bir müşteridirler. Ondan başka seyahat edildiği zaman bu adamların hizmetine ve garip âdetle- rine katlanmağa da mecburuz Bu adamların usul ve âdetlerini İngiliz- lerinki kadar ciddi telâkki etmek hay- Mi zordur. Avrupada dolaşan her seyyah unut- mamalıdır ki, (İngiltere adalarının haricinde bütün arabacılar müşteriyi yolun fena tarafından götürürler.) Bu cümle her İngiliz için seyahatin abe- Yılar yılı İngiliz seyahatte gayri şuuri bir tarzda yorulmadan, üşen- meden, bıkmadan gezip dolaştığı en Iptidal beldelerde bile etrafında bir de- kor aramış ve bir konfor tesisine çalış- mıştır. Hep biliriz ki, İngiliz ve Fransızla- rın müstemlekelerdeki hayat ve mai- şet tarzı büsbütün başkadır. Fransız- lar yerli halkın âdet ve maişet tarzmı öğrenir ve yavaş yavaş kendisini © hayata uydurur, onlar gibi yaşar, İn- güliz ise büsbütün bunun aksine Hi- malaya sırtlarında veya Sudan hu- dudlarında klüp hayatı kurar, tenis yerini tanzim eder, Ve yerlileri kendi hayatına alıştırmak ister. 1914 cihan harbinde (Rouen) ve (Boulogne) şe- hirlerinde yerleşen İngiliz orduları- nın halini unutmadık. Birkaç ay için- de bu iki büyük beldemiz âdeta İngi- lizleşmişti. Her caddenin köşesinde bir (Tea-room) açılmış oteller, lokanta- lar hattâ evler İngiliz âdetlerine itbaa başlamıştı. İngilizin âdet ve ananelerine bağlı olmalarını tabii görürüz. Çünkü bir millet çok yavaş istihale eder, Yalnız şurası muhakkaktır ki, seyahat eden İngilizler şimdi hayli değişmiştir. Evvelâ bir kere kılık kıyafeti ile daha uzaktan İngiliz olduğunu belli eden hali değişmiştir. Bugün artık sinemalar, resimli gazeteler, mecmu- &lar beyaz ırka mensup olanların yal- nız kıyafetlerini değil, hal ve tavırla- rını hattâ çehrelerini bile fark olun- mıyacak kadar biribirine oyaklaştır- mıştır. 1937 Paris (Expositlon)unun sokaklarında dolaşırken yollarda te- sadüf ettiğim etnebilerin İngiliz, Ames rikalı, İskandinavyalı, Alman veya Çek olanlarını güçlükle ayırd edebili- > Çok zamanlar İngilizleri ka- ti yakalarının biçiminden tanımak mümkün oluyordu, yumuşak Ma” ler bu farkı ortadan kaldırdı. ve yeşil Sli tipi müzeler eşyası arasına girdi, Yeni İngiliz seyyahı ecdadına nis- betle daha uysaldır. Yeiek içmek hususunda eskisi gibi müşkülpesend olmadığı gibi Avrupa yemeklerine alışmıştır. Küçük bir şehirde veya köyde ne bulursa, onunla kanaat edi- yor. Yeni İngiliz nesli şimdi seyahat- lerini ilmi bir metod dahilinde yapi- yor. Muvakkat bir zaman için alıştı. gı konfordan mahrum kalmağa kat Janıyor. Daha iyi görüyor ve gördük- lerini daha dikkatli tedkik ediyor, Fakat ne kadar Avrupa âdetlerine uymağa çalışırsa çalışsın gene Tuhun- da mevcud olan çekingenlik devam ediyor. (Devamı 14 inci sahifede)