pe: 0 e 17 'Teşrinisani 1937 AKŞAM Saba melikesi ile Süleymanın aşkı... Binlerce sene evvel Süleymanın billür saray kurduğu yerde, büyük harbde ordugâhlar kuruldu... Günlerden bir gün Süleyman Mek- Benin yolunu tuttu. Süleyman beyaz bir buluta, maiyeti rüzgârlara bindi- ler, havalarda yol almağa başladılar. ,Bu hava kervanının etrafında da kuş- lar uçuşuyordu. Yüz kuştan mürek- kep bir kafile de, Süleymanın başı Üüs- tünden ayrılmıyor, onu güneşten ko- ruyordu. Öğle üzeri Sina dağı civarına geldi- ler. Cariyeler çölün ortasına Kudüs kızlarının aşk seccadelerini yaydı. Sü- leyman yemeğe oturmadan önce, âp- test almak için su istedi. Yeraltındaki suları bile gören kar- tal sucubaşısı idi, bu vazife onundu. Ancak o gün kartalın serseriliği tut- muştu. . Kervandan ayrılmış, başını alıp gökyüzünde gezmeğe çıkmıştı. Geze geze Arabistana vardı ve ağaçlık- lı, sulak güzel bahçenin üstüne gelin- ce, dayanamadı, büyük bir ağacın dalına kondu... Etraftan yayılan gü- zel kokularla sarhoş oldu. Bu aralık yanma başka bir kartal kondu ve sOr- du: — Nereden geliyorsun? — Nereden mi geliyorum... Aman ne güzel kokuyor... Suriyeden geliyo- rum; Süleymanin bendesiyim. — Süleyman da kimdir? — Süleyman yerle gökün hâkimi- dir. Ya sen nerelisin? — Buralıyım. Belkisin bendesiyim. Belkis senin Süleymanından çok da- ha kudretlidir, — Göreyim bakayım... — Gel Belkisin kartalı Süleymanın karta- hıni Saba şehrine götürdü. Orada li- vanta kokulu dereler, gülsuyu kuyu- Yarı, mabedler, saraylar, aslan inleri vardı. Yollar mücevher döşeliydi. Süleymanın kartalı kendinden geç- mişti; aklı başına geldiği zaman yatsı olduğunu anladı, Efendisi hâlâ öğle namazı için su bekliyordu. Hemen ka- nad çrrptı ve kanter içinde kervanınâ geldi... Kuşlar telâş içindeydiler, Biri dedi ki: — Nereye gittin?.. Bereket versin yanımızda su vardı, efendimiz aptesti- ni aldı. Fakat bir aralık yüzüne güneş vurdu, başını kaldırdı, senin yerinde olmadığını gördü. Kuşlar etrafını sarmışlar bir ağız-, dan haykırıyorlardı: — Nereye gittin?, Efendimiz ölümü» ne hükmetti! — Canımı bâağışlamamak şartile mi? — Hayır, bir şart koştu: İyi bir ha- ber getirirse affederim, dedi, — Çok şükür kurtuldum. Kanatlarını sürüyerek, başı önde efendisinin huzuruna çıktı: — Dünya güzelini gördüm, dedi, Ve gördüklerini anlattı. Süleyman hemen Belkise bir name gönderdi ve sonunda dedi ki: «Gururlanma, ben- den yüksek olmağa çalışma, ama gel!.$ Belkisin kartalı da efendisine Süley- manin kartalından duyduklarını an- atmıştı. Belkis yedi dairesinin yedişer kapısını kilitledi, kırk dokuz anahtarı yastığının altına koydu, yattı. Bu sk» rada kartal Süleymanın mektubun: getirdi, . N Rüzgârlarla bulutlara bile hük- meden Süleyman, Muhammed peygamberden bin sene evvel doğ- duğu halde, Araplar kendisinin müslüman olduğunu söylerler, Bu tarihi bir hâta değil, Arapların sevdikleri her büyük adama ver- dikleri manevi payedir. Myriam Harry Bu yedi kilitli kapıdan nasıl gire- cekti? Belkisin kartalı usulünü öğ- retti, Belkis güneşe tapardı. Her sabah şafağın ilk ışığı önünde dize gelirdi. Sarayının yegâne açık yeri de çatıda- ki bir delikti, Süleymanın kartalı bu delikten girdi, uyuyan Belkisin çıplak  a e cl Gibertiye göre: Belkisle Süleyman göğsüne Süleymanın mektubunu bi- raktı, Belkis uyaninca şaşırıp kaldı, Göz- lerine inanamıyordu. Mektubu oku- duktan sonra bunu pek tabii buldu: «Beni seviyor.» dedi. Sarayının kırk dokuz kapısını açtı... Bahçelerini, hazinelerini, ahırlarını dolaştı. Önü- ne gelene emirler veriyordu. Herkes yapacağını şaşırmıştı. Belkis haykırı- yordu: «Servetimle onun gözlerini kamaş- tıracağım!..& Maiyetini topladı. Misk ve amberler süründü. Altın ve pırlantalarla süs- lenmiş devesine bindi, Binlerce deve de maliyetini taşıyordu. Yola çıktılar, Bu hazırlığı gören karfa) hemen Sü- leymana yetiştirdi. Süleyman altın ve gümüşten bir saray yaptırdı. Yollara altın ve gümüş döşetti ve bu yollârın yeni, yapıldığı belli olmasın diye bazı yerlerini delik bıraktı. z Belkisin kervanı geldi. Maliyetini te- iş aldı. Yoldaki boşlukları görünce: «Eyvah, bizi çaldı sanacaklar» de- diler ve kendi gümüş ve altınlarile de- ikleri doldurdular, Belkise de haber «Servetimle gözlerini kamaştırmak olmıyacak, onu güzelliğime hayran et- meliyim...» Üstüne yalniz mavi tülden bir es- vap giydi, Cinlerle şeytanlar da Süleymanın fikrini çeldiler, Arabistanda billör yoktu. Bunun için billür bir saray yaptırdı... .. Belkis geldi. Billür sarayın billür merdivenlerini çıkarken öyle şaşaladı ki, eteklerini kaldırdı, bacaklarının harikulâde güzelliğini herkes gördü. Süleyman da gördü, kollarını açtı, Belkis diz çökerek Süleymanın kolla- rına atıldı... O gece evlendiler. ... Süleymanla Belkis bir ay beraber yaşadılar, bir bal ayı... Sonra ayrıldı- lar. Süleyman Kudüse, Belkis Arabis- tana gitti. Her sene üç gün billür sarayın ya- pıldığı yerde buluşurlar, kartalın aç- ağı kuyunun başında otururlardı; Biressaba kuyusu bugün hâlâ mev- cuddur, Büyük harpte Cemal paşa ile Von Eres ordu karargâhını bir zamanlar Süleymanın Belkis için yaptırdığı bil- Tür sarayın yerinde, Biressabada kur- du, Kudüs kızlarının âşk seccadelerini serdiği yerlerde siperler kazıldı ve as- kerlere Biressaba kuyusu su np S.İL.S, — Evlerimize bırakılan fitre zarflarına koyacağımız birkaç ku- ruşun bir araya gelmesile: Genç pilotlarımızın ve kınl. maz kanatlarımızan sayısı arla- cak, Kızılay'ın bütün felâketlere yetişme kudreti çoğalacak, hima- yesiz kalmış yavrularımızın (Ç. E. K.) dertlerine derman olacaktır. İzmitte Şark Pazarı Sadeddin Yalım Ticarethanesi Kocaeli vilâyeti mektep kitapları satış yeri. Her mevi kırtasiyo çeşitleri, Nauman dikiş ve yazı makineleri, Ko- dak fotograf makine ve levazım saire bulunur, Yazan: Arif C, Denker ESRARENGİZ KERVAN mem aaa Tefrika No. 5 Hüseyin efendi gözlüğünü gözüne taktıktan sonra Türkçe yazılı olan kâğıdı tedkik etti Bir bin ve Bu iş biter bitmez Ahmed Abud Hüseyin efendiye doğru yaklaştı ve etrafını dinledikten sonra: — Odada yalnızız değil mi, Hüseyin efendi? Kimse bizi dinlemez? diye sordu. İhtiyarın başile tasdik etmesi üzeri- ne Türkmen genci sözüne devam etti; — Son zamanlarda, Urumçide bulu- nuyordum. Bilirsin ki bizim gibi avci- lar kış sonlarına doğru müşkül mev- kide kalırlar. Ben de bahar gelinciye kadar şehirde kendime bir iş aradım. Tanıdığım Çinlilerden birisi Urumçiye bir heyet geldiğini ve bu heyetin yol- ları iyi bilen bir uşak aradığını bana haber verdi. Ben de hemen gidip o heyeti buldum, Bu heyetin âzası Çinliler gibi hare- ket ediyorlardı. Fakat Çinli değildi, Çinlilerden daha kısa boylu idiler. Çince konuşuyorlardı. Fakat içlerin- den bir tanesi hariç olmak üzere türk- çe bilmiyorlardı. Büyük öküz arabalarında seyahat eden bu yabancıların malyetinde Çin- li uşaklar vardı. Fakat bu uşaklardan bazıları kendi milletlerine mensuptu. Müracaat ettiğim zaman beni çok zayıf bir adamın huzuruna çıkardı- lar. Bu adam evvelâ beni uşaklığa ka- bul etmek istemedi, Fakat ben kendi- sine Rusyaya kadar bütün memleketi karış karış tanıdığımı, gerek Torgut- lardan, gerekse Kelmüklerden çok adam tanıdığımı anlatınca ve bundan başka gayet iyi bir avcı da olduğumu ilâve edince nihayet beni uşak olarak kabule karar verdi, Ahmed Abud bunları anlatırken Tatar sarraf Hüseyin efendi cigarası- nın dumanını savurarak onu dikkatle dinliyordu. Türkmen genci hikâyesi- ne devamla dedi ki; — Bu yabancılar, gittikleri şehirler- de memleketin valisi olan 'Tao-Tay ile uzun uzadıya müzakerölere girişiyor- Jardı, Sık sık telgraflar ve mektuplar da alıyorlardı. Civardaki Çin eşrâfı kendilerini ziyaret ettiği gibi Kalmük- Jerden, Cungarlardan, Kırgızlardan ve hattâ Torgutlardan da murahhaslar geliyor ve heyet âzasile konuşuyordu. Bir defa da Mogollardan bir heyet gel- di. Fakat bunlar herhalde kıyafetleri- ni değiştirmiş olân budhist rahibler- den iki üç kişiydi. Bütün bu gelip gitmeler merakımı uyandırdı. Ben Türkmen olduğum- dan, onların lisanını da bilmediğim- den odalarında dolaşmama mâni ol- müyorlardı. Fakat kendileri dışarıya çıktığı zaman her şeyi kilitliyorlardı. Hattâ o esnada uşaklarından birisi kapılarının önünde nöbet bekliyordu. Ben evvelâ onları tüccar zannettim. Fakat ziyaretçilerin en ziyâde geceleri gelmeleri dikkat nazarımı celbetti. Gelenlerin bazılarını uzaktan tanıyor- dum. Bunlar tüccar değil, benim gibi avcı ve yahut davar sahipleriydi. Her ne zaman bir ziyaretçi gelse deriye sarılı bir paketin minderin üs- tünde bulunması ve sonra o paketin demir bir çekmeceye kilitlenmesi me- rakımı tahrik ediyordu. İşte bu me- rakın sevkile o paketi ele geçirmeğe karar verdim, Bunda muvaffak olabilmek için © | altındaki dükkânlar pakete benzerbaşka bir paket hazır- ladım. Fakat tam değiştirmek için fır- sat kollamakta ken yola çıktık, O pa- ket yolda kullanılmadı. Ancak Kaş ovasına geldiğimiz zaman paketi çek- meceden çikarmak icab etti. Bu ara- lık ben kendi”paketimi asıl paketin yerine koyduktan ve asıl kıymetli pa- keti yanıma aldıktan sonra atıma at- yarak yabancıların yanından uzak- laşmıştım. Ancak, ei çabukluğile yaptığım bu değiştirmenin çarçabuk farkına vani- mış olacak ki bir müddet sonra takib edilmeğe başlandığımı arlağım. AL tımdaki hayvan heyetin bana vermiş olduğu bir hayvan olduğundan üzük- tan tanılmıştım. Ben kaçarken ve onlar kovalarken dağlık araziye yaklaştık. Ben onlar. dan evvel Kunges nehri sahiline ye- tişlim, hemen atımdan inerek kendi- mi suya attım; Bütün kuvvetimle Kar- şı sahile doğru yüzmeğe başladım. Fakat, önüme çıkan ve yolumu ke- sen buz parçalarından dolayı çabuk yüzmek mümkün olamıyordu. Onun için ben karşı sahile varmadan düş- manlarım öbür sahile geldiler ve Üze- rime şiddetli bir ateş açtılar. Bereket “versin bu âralık kalpağım başımdan * çıktı, Beni kovalıyanlar ateşlerini * kalpağıma tevcih ettiler. Ben de o sayede kurtularak karşı sa- hile çıkabildim. Hüseyin efendi müstehziyane bir tavırla sordu: — Bütün bü kadar tehlikeyi bir kaç kâğıt parçasını ele geçirmek için mi göze aldırdın, budala? Ahmed Abud derhal cevap verdi: — O küğıd sparçalarına fevkalâde e€hemmiyet verilmeseydi, ben o kadar şiddetle takib edilir miydim? İşte bak, Kâğıdlar burada. Ben okumak bilme- diğim için onları sana getirdim. Ahmed Abud bunları söylerken koy- mundan © £vrak paketini çıkarıp Hü- seyin efendiye uzattı. Kırmızı, mavi ve sarımtırak kâğıdlardan ibaret olan bu kâğıdlar kısmen el yazısı, kısmen de makine ile yazılıydı. Yazıların ba- zıları türkçe, bazıları çince, bazıları ise ikisinin de anlıyamadığı lisanlar- dandı, Hüseyin efendi gözlüğünü gözüne taktıktan:sonra türkçe yalı olan kâ- ğıdı tetkik etti, Nihayet Ahmed Abu- da dedi ki: — Bu kâğıd üzerinde Hamiden Kaş- gara kadar takib edilecek bir yol, gös- teriliyor. Hangi yerlerde duraklana. cağından, dütaklar arasındaki mesa felerin uzaklıklarından bahsediliyor. Başka birşey yok. — Ya bu çince yazılı kâğıd ne dk yor? Hüseyin efendi o kâğıdı da tetkik etti, fakat çinceyi okuyup yazmadığı için bir şey anlıyamadı, Ahmede geri verdi. Keza makine ile yazılı olan kâ- ğdlardanda birmâna çıkaramadı. Çünkü onlar ne türkçe ne de çinceye benziyordu. Büsbütün başka bir H- sanda yazıl idi, Yalmz bir tanesinin üzerinde sıra ile rakkamlar vardı, Hü- seyin efendi o rakkamları okuyabildi- ği için Ahmede dedi ki: (Arkası var), , Memi eko Şİ