Sofrada çocuk ekmeklerin ka- buklarını yiyor, içini bırakıyordu. Önünde bir tomar iç ekmek kaldı. Bir aralık babası baktı; — Ben senin kadarken ekme- ğin içini yerdim, — Çok mu seversin? — Evet, — Öyleyse al bunları yel... Sebebi Florya plâjı... Deniz kalabalık... Kahkahalar yükseliyor... Rengârenk mayolar işildıyor... Bir de şapkalı adam var, başında hasır şapka ile yüzmeğe çalışıyor. — Neye şapka ile yüzüyorsun?. — Şapkam suyun üstünde kalınca dayanamadı, kik- i İlk Otomobil kalktı ve şosede, bir sar ğa, bir sola giderek hızlı hızlı yol ad- mağa başladı. Müşteri korktu: — Yavaş, mobile biniyorum... Şoför başını salladı: — Ben de Ilk defa kullânıyorum!. : Nereden bulmuş on parasız, aç bir kadına çıkmış. — Acsip,.. Acaba bilet almak için , bir buçuk lirayı nereden bulmuş?. Bir uşak tuttular, adamı gece gün- düz çalıştırıyorlardı. Fakat adamı ilk hafta yalnız sağ elile, ikinci hafta yak nız sol elile, üçüncü hafta iki elile çar Tıştırdılar. Dördüncü hafta sordular. — Nasıl, işlerin kolay mı?. — Kolay, dedi, bari ayaklarıma da bir süpürge bağlasanız da yürürken ortalığı süpürsem!.. Kulpsuz Mutfakta şan- gır şungur bir şeyler kırılıyor. du: Nihayet bay ta, mutfağa gitti. Ortada bir yığın fincan kırığı gör- — Bunlar ne bayan? — Mecmuada okudum, kulpsuz dedi, ben ilk defa oto fincanlar moda imiş, fincanların kulp- Yarını kınıyorum! Bir İlkokul öğretmeni, bir çarşam- — Haberin var mı, büyük ikramiye | ba günü talebelerile tatbikat dersine çıkmıştı. Büyük bir ağacın altında oturdu- lar. Öğretmenin Botanik bilgisi pek hafifti, buna rağmen çocuklara ders vermek fırsatını kaçırmak istemedi: — Şu ihtiyar kestane ağacına ba- kınız, dedi, asırlardanberi yaşıyor... Ve kestane ağacı hakkında bir sü- rü malümat verdikten sonra ilâve et- ti: — Şu kestane ağacı dile gelse acaba ne derdi?.. Bu sırada oradan geçen biri durdu ve dedi ki: — Eğer dile gelseydi: «Ben kestane değilim, çınarım derdil..> Hayal — Ben saatlerce aynanın karşısın- da durur, harikülâde güzelliğimi sey- rederim. Bunun adına kendini be- — Yahu bu tavan daha ne kadar ğenmişlik demezler mi?. zaman akacak?. — Ne bileyim, ben rasadhane mü- dürü değilim, bay Fatine sor!.. — sa aa Olmaz Doktor çocuğa: — Hayır, hayal derler!., Neye geldin İstanbula futbol oynamağa gelen bir İngiliz, Taksim stadyomuna girin- ce sormuştu: — Neye burada çayır yok... Cevap verdiler: — Maç yapmağa mı geldin otlama- — Dün birine çıkardım, annem | gamı! azarladı!.. Münal — Dünya ne biçimdir? — Yuvarlaktır. — Nereden biliyorsun?, — Öyleyse dört köşedir, bunun için münakaşa etmiyelim!.. Yanlışlık Yolcu tayyarenin pilotuna sordu: — Berlin üstünde uçuyoruz değil mit, — Hayır, Bağdaji üstündeyiz.. ah, yanlış tayyareye binmi- şim!, İtiraz — Saati çaldığını gene inkâr ede- cek misin? — Ben masumun. Söyleme Zencinin ismi- ni mektepte «Ge- ceyarısı» o koy- muşlardı. Bir gün mektebe birde Habeş talebe gel- di ve o da zenci- ye: — Geceyarısı! Diyince, zenci güldü: — Yoo, dedi, sen söyleme çünkü sen on ikiye on varsın!,, Bir tane Tren istasyon- da durunca ) culardan biri bir çocuğa yirmi beş kuruş uzattı: Bana bir sandviç al, ken- dinde bir tane ye, on beş kuruş ta geri getir. Tren kalktıktan sonra çocuk koşa- Tak geldi; adama yirmi kuruş uzattı: — Bir tane sandviç kalmıştı, dedi. Amerikan fıkrası Bir doktor, dostlarından birine bir kâğıd yazdı, onu yemeğe davet etti. Adam yemeğe gitmedi. Ertesi günü arkadaşına rasladı: — Mektubumu almadın mı?. — Aldım, eczaneye götürdüm, ilâ- cından çok fayda gördüm!, Hayır Pansiyonda sofraya oturdular. Ço- cuklardan biri çatal bıçağını sofra, örtüsüne silmeğe başladı. . Pansiyon sahibi kızdı: — Evde de çatal bıçağınızı sofra ör- tüsüne mi silersiniz?.. — Hayır, evde çatal bıçak temiz- dir? Palavra — Öyle soğuk, öyle soğuk olur ki, bizim köy, ateş donar da söndüre- meyiz.. — Ya bizim köyde öyle soğuk olur ki, ağzımızdan çıkan kelimeler donar, ne söylediğimizi anlamak için kelime- deri eritiriz!,. Telkin Karşısına dev gibi bir pehlivan çi kınca, öteki irgildi: Bunu farkeden menaceri: — Kendi kendine: Ben bu adamı ye- neceğim, ben bu adamı yeneceğim di- ye telkin ver. — Nafile, ben kendimin ne yalancı olduğumu bilirim!.. Anlamış — EHollivutta kocasından ayrilmi- yan artist var mıdır?., — Yoktur. — Vardır, bir tane var. —Kim?. — Şirley Temple... Ameliyat — Eğer mutlaka lâzım dersem ame- Hyatın parasını verebilecek misinizl. — Veremiyecek olursam mutlaka lâzım mi diyeceksiniz?.. Dalgın — Ahmed adın neydi senin?.. | İ | Paris gezintilerinden Lüksemburg bahçesinde (Luxembourg) bahçesi oturduğum (St. Michel) bulvarından üç dakika ötedel Ekseri günler sabahları veya akşam üzerleri bahçeye gider, büyük havuzun kenarındaki iskemlelerden birine oturur, çocukların oyuncak kotralarını, sandallarını” büyük bir merak ye alâka ile yarıştırnınlarını seyrederdim. Bazan gözlerim biraz ötede bir kanepede sevdalı gençlerin güpegündüz herkesin içinde öpüşme alışverişine ilişir, bazan — beyaz saçlı ihtiyar bir kadının paytak bacaklı patlak gözlü köpeğini dizleri üzerinde sevip okşadığını görürüm, bazan da gelen geçenlerin hallerini tetkik ede- rim. Böylece gönlümü ayuturdum. (Luxembourg) bahçesi diyip geçmi- yelim. Burada Parisin göbeğinde &os- koca bir park! Bir yanında meşhur (Luxembourg) sarayı var. Bu saray birinci Napolâon tarafından âyana tah- 8is edilmiş. Bir aralık mebusari mecli- si de oraya getirilmiş ise de, üçüncü Napoldon gene yalnız âyanı orada bi- rakmış. Bugün gene orada yalniz âyan dairesi var. (Coövention) hükümeti burasını hapishane yapmıştı. Fransa büyük ihtilâli ricalinden (Danton) ve (Desmoulins) buraya hapsedilmişler- di, Merasim meydanının methalinde (Montesguieu) ile (Pasguler) nin heykelleri var. Sarayın birinci katında zengin bir kütüphane, intizar salonunun duvar- larında kıymetli tablolar var. Âyan âzalarının toplandıkları salonda 300 oturma yeri var. Bu büyük sarayın garbinde küçük (Luxembourg) denilen bir saray da- ha var ki burası vaktile (Richelicu) nün ikametgâhı imiş. Şimdi de orada, Ayan relsi oturuyor. Küçük (Luxembourg) un biraz öte- sinde solda (Luxembourg) müzesi var, Burası çok görülmeğe değer bir yer. Bir sabah yıllardanberi Pariste otu- Tan ve güzel sanater akademisine de- vam eden eski talebelerimden Âli Kar- zan ile beraber bu güzel müesseseyi gezdik, İçinde zamanımızın ressamla- rının “Tabloları ve heykelleri teşhir edilmiş. Bu eserler bir jüri heyeti ta- rafından tetkik edildikten sonra seçi- lerek oraya kabul edilmiş. Sahipleri- nin ölümünden on yıl sonra tekrar bir heyet o eserleri yeniden tetkik edecek ve büyük kıymeti olanları (Louvre) sarayına nakledeceklermiş. (Luxsembourg) sarayı ve müzesi kadar, bahçesi de cazip ve eğlenceli. Orada iç yaşından yetmiş seksenine kadar her sınıf halkın gönlünü avuta- cak şeyler var. Bütün yaz, pazar, salı ve cuma gün- leri saat 4 den 5 e kadar bahçede bü- yük bir paviyonda askeri bir bando güzel havalar çalıyor. Bahçenin muh- telif yerlerinde her yaşta insanlar için oyun alanları var. Miniminilere mah- sus müteaddid kum havuzları yapmış» lar. Üç yaşından küçük çocuklara ayrılmış güneş banyosu yerleri var, Bahçenin bir tarafında büyük ser- lerde nadide çiçekler, mayvalar yetiş- tiriliyor. Yemiş bahçelerinde terbiye edilmiş armut, elma, şeftali ağaçları var, Gene büyük bir paviyonda pazarte- si, çarşamba günleri öğleden sonra saat dörtten yediye kadar mükemmel bir senfonik orkestra çalıyor. Bundan beş yıl evvel teşekkül eden bu orkes- tranım fahri relsi (Edauard Herriot)- dur. Orkestrada ağızla üflenen flüt, klârnet, saksöfon gibi sazlardan biri- nin bulunmayışı dikkatimi celbetti, Merak edip sordum ve öğrendim ki iki yüz kişilik bu büyük orkestrayı teşkil edenlerin hepsi de nefesle üfle- nen sazlardan sakatlanıp çürüğe çık- Orkestranın programında (Strauss) dan (Verdi) den (Mendelson) dan (Mozart) dan (Tschaikovsky) den (Debussy) den parçalar var. Orkestranın çaldığı yerin etrafında çepeçevre iki yüz sandalye var, Bun- lara oturanlardan bir frank alıyorlar, Onların dışında üç yüz iskemle daha Yazan: Selim Sırrı Tarcan var, Bunlara elli santim verip oturu- Juyor. Onun da haricinde kamepe- ler var onlardan para almiyorlar. Yal- nız çalgı günleri paralı ve parasız yer- lere halk yarım saat evvelden doluyor, Etraftaki bine yakın bir kalabalık küt- Jesi çalınan parçaları ayakta dinliyor, Bazı günler güzel sesli bir kızın tagan- nisine orkestra refakat ediyor, bazan fevkalâde bir piyanist veya keman üs- tadı solo çalıyor. Adı lâübaliye çıkmış olan Fransızlar çalınan veya söylenen parçaları konuşmak şöyle dursun ne- fes almadan dinliyor. Bu yalnız mu- siki terbiyesini değil, milletin içtimai terbiyesini de göstermez mi? Orkestranın kompozitörlerden mü- teşekkil bir himaye komitesi olduğu gibi güzel sanatler akademisi ve Pa- ris cemiyeti belediyesi orkestraya ay- rıca tahsisat veriyormuş. Bir gün ge- ne büyük havuzun başında oturmuş balıklara ekmek atan çocukları sey- rTediyordum. Ta karşımdaki kanepeye genç bir çift gelip oturdu. İkisi de sa- rışın ve güzeldi. Erkek yirmi beş, kız da yirmi yaşında bir şeydi. Önce baş- başa konuşuyorlardı. Sonra gittikçe biribirlerine sokuldular ve nihayet dudak dudağa geldiler. Gürmemek ve onları rahatsız etmemek için başımı Sol tarafa çevirdim. Bu sefer ne göre- yim, kuzguni siyah bir zenci sarışın bir Fransız kızını âdeta kucağına al- mış sıkıştırıyor. Bu sefer ben rahatsız oldum ve kalktım. Biraz ötede nöbet bekliyen milli muhafız taburundan bir gencin yanına gittim. Ve kendisine iki Fransız gencini göstererek bunlar neden burada öpüşüyor, evleri yok mu? diye sordum. Asker acaip, acaip yüzüme baktı; — Size ne? dedi, — Biraz bozulur gibi oldum. Bu s€- fer soldaki zenciyi gösterdim: — Ya bunlar! dedim. Fransız başını salladı! — Ona benim de canım sıkılıyor ama ne denir? Zevk meselesi! dedi. Bahçenin rasatane caddesine açılan oturuyor ve kâğıt paketlere sarılı do- muz sucuğu veya peynir ve ekmekleri. ni çıkarıp yiyorlar ve bir matradan zannederim şarap içiyorlar. Her mem- leketin fakir halkının itiyadları biri- birine benziyor. Ben de dikkat ettim. Bu pejmürde kıyafetli insanlar biri- birinden hiç iğrenmiyor, şarap matrasi iki iç kişinin ağzında dolaşıyor. Tam güneş gurub edince Lussembourg sarâr yının muhafız taburundan bir asker yanık, yanık bir boru çalıyor. Derhal O anda bahçenin kapılarında karşılık- lı ikişer polis peyda oluyor. Artık içe- riye kimseyi bırakmıyorlar. Bahçede gülen, eğlenen, bağıran, sevişen, öpü- şen çiftler ağıllarına dönen koyunlar gibi yavaş yavaş yurdlarına çekilip gidiyorlar, Selim Sırrı Tarcan Güzel Trakyada bir dolaşma (Baş tarafı yedinci sahifede) mandıralarını, yağ ve peynir imalât. hanelerini dolaştık. Henüz doğmuş bir domuz yavrusunu seyrettik, bun- dan sonra otomobillere binerek pan- car tohumu ekili olan sahalara çık- tık. Yollarda karşımıza çıkan çifliğe ait at, sığır ve Koyun sürüleri arasından geçerek dört buçuk kilometre imtida» dındaki geniş pancar tohumu tarlala- rıns daldık. Tohumlar kemale gelmiş, toplanma zamanları yaklaşmıştı. Şeker sanayiimiz için mühim bir muvaffakiyet olan, topraklarımızda yetişmiş bu panacar tohumlarını elimi ze alarak zevkle tetkik ettikten sonra çifliğe döndük. Sarmısaklı çifliğinin çalişkan müdürü B. Şahap, bizi çif- liğin temiz mandıralarında yapılmış birer bârdak ayran ikram etmeden bırakmadı, Şevket Hıfzı Rado