Akşam Teirika No. 63 19 Mayıs 1932 | SEBA MELİKESİ | BELEES Yazan: ISKENDER FAHRETTİN Dağların oğlu, kollarındaki zinciri unutarak bağırdı: “ Zaplonl... Ben dağdaki ceylânları bile öldürmeğe kıyamam. Şehirdeki kelebekleri nasıl öldürebilirim ?,, ekli ZE - E YTRAEZ Kadınlar başlarını örterek “Büyük Mabed,,In duvarları önünde duaya başlamışlardı.. Enverano başını duvarlara vur- maktan sersemlemişti. Uzun kıvır- cık saçları geniş alnının üstüne dökülmüştü. Dağlar şairi zincirler içinde o kadar korkunç ve hey- betli görünüyorduki.. Nöbetcileri görünce haykırdı: Şu rezaleti gözlerinizle gör- düğünüz halde, bana neden mer- hamet etmiyorsunuz? Ben dağ- daki ceylanları bile öldürmesini bilmem.. Şehirdeki kelebekleri nasıl öldürebilirim?! Yoksa benim için bir tuzak mı hazırlandı?! Biraz sonra nöbetçilerin arka- sından içeriye (giren * Zaplon'u gördü: — Koca aslan! Beni bu tuzağa düşüren kimdir? Ben şehirlilerin işkencelerine tahammül edemi- yerek dağlara iltica etmiş bir adamım... Senede bir defa insan yüzü gören benim gibi bir dağlıyı buraya neden attılar ? Duvarla- zından bin bir ıstırap ve masum sesleri fışkıran bu zındandan beni kürtarınız, asil kumandan! Dağlı şair, düşmanının karşı- sında olduğunu bilmiyordu. Zaplon bu vaziyetten istifade ederek cesaretle başını kaldırdı: — Niçin bağırıyorsun? dedi, hü- kümdar, seni idama mahküm etti.. Enverano'nun gözleri dışarıya uğradı.. Tüyleri ürperdi: — Hükümdar, masumları idama başlayacaksa, onun mukaddes kanunlarını ayaklarımın altında çiğnemediğime müteessir (ola- cağım... — Yaptığın cinayeti inkâr mı ediyorsun ? Tefrika No: 31 Şair şaşaladı : — Cinayet mi ?..?! Zaplon müstehziyane bir tavurla: — Amonlo cariyeyi sen öldür- medin mi? — Amonlu cariyede kim...2! — Niçin saklıyorsun? Uzun saçlı Amon dilberi hükümdara muz şerbeti getirirken onu bogazlayıp öldüren sen değilmisin ? — Süs Zaplon...! Görmüş gibi söylüyorsun ! Sen asil bir ailenin son evlâdısın! Dağların oğluna bühtan etme | — Şahitler var... Hükümdarın gözdesini neden öldürdün? — Gözlerimin içine dikkatli bak, Zaplon! Insanın gözleri her sırrı ifşa eder. Ben, tanımadığım 'bir insanı öldürecek kadar çana- var ruhlu bir adam mıyım? — Inkâr etme, Enveranol şa- hitlerimiz var. Hattâ bu şahitler- den biri de bizzat sensin! Şair zincirlerini kırmak istiyen bir hamle ile ayağa kalkmak istedi ve yüksek sesile bağırdı: — Yalan... Jftira... (Dağların oğlu kelebeklere el uzatmaz! Fa- kat, seninle boğuşmağa hazırdır! Zaplon nöbetçilere emir verdi : — Katilin arkasını çeviriniz! Ve Enveranoya hitaben : — Hükümdarın iradesini aynen tatbika mecburum, dedi, dayak yemeden itiraf etsen daha iyi olurdu | Dağlı şair zincirlerin içinden silkinerek, kudurmuş bir aslan savletile Zaplonun üzerine atıldı : — Ben hükümdarı âdil tanı- mıştım. Meğer o da zulüm etme- 19 Mayıs 1932 | Küçük Hanımın Kısmeti Selâmi İzzet “Bu mektubu aldığınız zaman hayret (o edeceğinizi / biliyorum. Faxat dünya zaten hayretten iba- ret değil midir? Öyleya, hayat tesadüften ibarettir, tesadüfler de muhakkak hayret tevlit eder. Ben de size bu mektubu tesa- düfen yazıyorum beyfendi. Bir gün, kalabalık bir salonda hemşirenizle (görüştük. (Sizden bahsetti, Tutak'ta olduğunuzdan, Istanbula gelmek istemediğinizden söz açtı. O zaman sizi hatırladım. Bir gece sizi Ikbal hanımda görmüştüm. Siz beni hatırlamaz- sınız. Hattâ görseniz de tanımaz- sınız. © O gece - doğrusunu söyleyeyim- sizi çok beğendim.. Geçen akşam hemşireniz, Anadolunun ıssız bir köşesinde, kimsesiz, yalnız yaşa- dığınızı söyleyince, size mektup yazmayı düşündüm.. Gurbet ellerde, mektubun büyük kıymeti vardır Hidayet bey. Insan, posta gününü dört gözle bekler. Aldığı zarfı helecanla açar ve satırları iştiyakla okur. Bu mektubumu" helecanla açıp, iştiyakla okuyacağınızı ümit edi- yor değilim. Fakat bundan sonra eğer size bu helecanı verirsem ne mutlu bana... Herhalde ben mektubumun cevabını dört gözle bekliyeceğim. Eğer benimle, bu tanımadığınız o gençkizla mek- Gürültü ve hazım Gürültülü yerlerde hazım güç oluyormuş Nev, Yorkun meşhur doktor- larından Donald A. Laird gürül tünün insanlar üzerindeki tesirle- dikkat bazı rine dair o şayanı tetkikat yapmıştır. Doktor tıp cemiyetinde bu tetkikatını şu suretle anlatmıştır: “ Gürültü, hazım cihazı üzerinde çok büyük tesir yapıyor. Gürül- tünün tesirile hem tükürdük, hem isarei maduye azalıyor, bunun ne- ticesi olarak hazım güçleşiyor. Nevyorkun muhtelif semtlerinde oturan insanlar üzerinde tetkikat yaptım. Tabii olarak beş dakika da tükürük ifrazatı 0,41 santim- metro mikabi iken gürültünün derecesine göre bu mikdar azal- makta, beşinci caddede oturan- larda 0,23 nisbetine düşmektedir. Yer altı şümendüferlerinde çalı- şanlarda 0,21 derecesine düşüyor. ,,, Doktor bu mahzuru izale için kremalı dondurma ve çukulata yenmesini, kahve içilmesini tav- siye ediyor. Doktora göre şekerli maddeler görültüye karşı serom mekamındadır. sini biliyormuş... İstet pınız! Ben masum ve biğünahım... Ben kimseyi öldürmedim... Zaplon elile işaret etti. Şairi yüz üstü yere yatırdılar ve arkasını kamçılamağa başla- dılar. Enveranonun feryadı zındanın kubbelerinde öyle korkunç akisler busüle getirmiştiki nöbetçilerden biri: — Bu kubbelrin dili olduğunu bilmiyordum... Diye söylenmekten alamadı. Bu esnada, Zaplon, dişardaki askerlerden birine, Amonlu ca- riyenin başının getirilmesini emret- mişti. Cariyenin kesik başını, uzun saçlarından tutup zındanın orta- sına bıraktılar. Zaplon, Enverano'ya seslendi : — Işte. Öldürdüğün kadının başı..! Şairin sırtından kanlar akıyordu. Başını çevirdi.. Göz kapakla- rını kaldırmadan, evvelâ Zaplona, sonra yavaş yavaş dönerek genç kızın yüzüne baktı. — Bu zavallıyı öldüren mahlük elime geçse, onu şimdi dişlerimle parçalarım.. Zaplon zındancılara, gözünün ucile işaret ederek: — Yirmi kamçıdan sonra, hâlâ inkâr, öyle mi? dedi. Tel kamçıların şakırtısı arasın- Zaplon kendi kendine söyleni- yordu: — Ben sana itiraf ettirmenin yolunu bilirim... (Arkası var) tuplaşmak ( isterseniz sevinece- ğim. Bana oralardan havadisler verirsiniz, size uzun uzun İstanbuldan bahsederim, Fena mı? Durgun hayatınızda bir değişiklik olsun istemez misiniz? Bugünlük bu kadar Hidayet bey. Cevabımızı dört gözle bek- liyorum. kendini Beyza Hidayet Muhlis bıyık altından güldü, omuz silkti: — Bu dünyada ne garip insan- lar var!. Küçük hanımın işi gücü yok, kendine eğlence arıyor.. Mamafih cevap vermek lâzım.. Hidayet böyle kendi kendine söylenirken Belma ile Ferhunde başbaşa vermişler konuşuyorlardı. Belma endişe ediyordu: — Mektubu benim | yazdığımı anlayacak. Her akşam bir hikâye | Musıki durdu. Bittabi dans ta bitti. Saliha hanımefendi, Servet beyin kollarından ayrıldı. — Şuraya biraz oturalım, ister misiniz dostum? dedi. Salonların tenhasındaki sofada, iki palmiye arasında iki iskemle göşterdi ve oraya doğru zarif endamile yürüdü. Tepeden tırnağa kadar yeşiller giymişti. Elbisesi, ıskarpinleri, küpeleri, tarağı kol- yesi, hâtta gözleri yeşildi. Servet bey, arkasından yürüdü. Çok genç, çok çalâk vücutlu ve şık olmasına rağmen, gayet müte- vazi bir zevahiri vardı. Imparatoriçe haşmetile önünden giden kadını güler gibi takip ediyordu. Içerlek bir köşeye oturdukları vakit: — Salihal!.- diyebildi. Kadın, gözlerini hiddetle ona çevirdi : — Servet... Dikkat et! Servet'in ince yüzü takallus etti. — Neye dikkat edecek mişim? — Biliyorum... “Saliha!... ,, diye başlanılan her sözün arkasından bir ilânı aşk başlar | — Saliha! Sizi sevdiğimden bahsetmek ve bunu mütemadiyen tekrar etmek o kadar sinirinize mi dokunuyor? — Hayır! Aşktan bana o derece çok bahsettiniz ki, artık buna alıştım.. Lâkin ilânı aşkın şimdi sırası değil. Bu akşam, şimdiye kadar uslu uslu oturabildiniz!.. Uslu oturmakta devam ediniz! — Saliha! Benimle alay etme- yin! Sizi seviyorum! Yemin ede- rim: Gün 'geçtikçe daha fazla sevmeğe başlıyorum. (o Deminki gibi sizi kollarımın arasında tuttu- ğum saçlarınızı kokladığım koku- nuzu teneffüs ettiğim zaman.. — Biliyorum.. Ne zaman be- nimle beraber dans etseniz bun- dan bahsedersiniz.. — Saliha! Rica ederim, işkence ederek benimle eğlenmeyin! İzti- rap çekiyorum. Zaman zaman beni sevdiğinize kail oluyorum. Lâakal bir gün seveceğinizi umu- yorum. Sonra ümitsizliğe düşü- yorum... Bu ümit meddüceziri tam iki senedir devam ediyor. — Mademki bu derece nahoş mevkide kalmışsınız niçin taannüt gösteriyorsunuz ? — Saliha! Beni söyletmeyin | Iztırap çekiyorum. Lâkin sizi sev- mekten bir türlü ferağat edemiyo- rum. İlk gördüğüm günden beri sizi sevdim. Halitle nişanlandığınız günden beri. O zaman bunu size söylemedim. Lâkin siz bunu anla- dınız. — Azizim! Bir kadın böyle şeyleri daima anlar biliyorum: O zamanlar beni taciz etmemek nezaketini gösterdiniz. — Lâkin şimdi, üç senedenberi dulsunuz.. Temamile o bürsünüz! Saliha!,. Sizi bu derece sadakatle seviyorum.. Ümit edemez miyimki. Ferhunde teskin ediyordu: — Anlıyamaz. Senin bir triko- taj fabrikasında çalışacağın imkânı yok hatırına gelmez. Mektubu makinede de yazdın... — Elle de yazsaydım gene ya- zımı tanıyamazdı. Kendim gibi yazım da değişti. — Eski Afacan değilsin.. Mek- tubuna da cevap verir zannede- rim, terbiyeli adamdır. — Amma ya benim yazdığım içine doğdu ise? — Doğamaz. Mektubun güzel. Afacan Belma, gurbet ellerinde mektubun bir ibtiyaç olduğunu, posta günlerinin helecanla bek- lendiğini nereden bilecek... Belmanın kalbinde eski aşk canlanmıştı. Hidayeti her zaman- dan fazla sevdiğini hissediyor, mektubuna cavap gelnesi için gece gündüz dua ediyordu. — Neymiş ümit edeceği Sizin metresiniz olmamı mı iste- yorsunuz? — Hayır!, Benimle evlenmeğe razı olun!. Bunu sizden bir kere daha istiyorum.. Hayatımın sizsiz manası yokl.. Söyleyin: Nazarınıza bu derece antipatik mi (— zevxe uygun gelmeyen, müstekrch, ses vimsiz ) görünüyorum? Yeniden gözlerini kadına çevir- di. Bu sefer, kadının nazarları tatliydi. Ifadeleri okşayıcıydı. — Servetl.. Bana antipatik gel- meyorsunuz... Bunu siz de biliyor sunuz. — Saliha! Öyleyse beni sevi- yorsunuz! Razı oluyormusunuz? Kadının yüzü yorgun bir ifade arzetti. — Görüyor musunuz, dostum? Size tatlı bir kelime söylemeğe gelmiyor. Samimi olmayagörmeli!.. Derhal neticeler çıkarıyorsunuz!... “Sevmek!...,, Amma da koskoca- man kelime!... Hemen sevmekten işe başlıyorsunuz. Halbuki, siz be- nim kıymetli bir arkadaşımsınız. Sizi sık sık, evimde, maalmemnuniye kabul ediyorum. Keza, başkala- rının davetlerinde, yahut umumi yerlerde size rastladığım zaman, memnun oluyorum. Lâkin ben, hürriyetimi seviyorum. oHalit'le izdivacım bu hürriyetin kıymetini bana öğretti. Gönlümün dilediği gibi evden çıkıp, gönlümün dile- diği gibi eve dönmek istiyorum. Yeni rabıta ile bağlanmak sini- rime dokunuyor. İstibdattan kor- kuyor, çekiniyorum. Kıskançlıklar sinirime dokunuyor. Hülâsa, haya- tımın şimdiki tarzından memnu- num. Söyleyin. Bizim dosluğumuz daha hoş değil mi? — Fakat ben sizi seviyorum. Sizi, hergün daha fazla seviyorum. Zaman © geçiyor. Sizin benim olmanızı" istiyorum, tamamile be- nim! Ah, Salihal.. Nemesut ola- Razı olur- cağım!,.:Razı olun!... sunuz, değil mi?.. “Evetl,, deyin.. “Evet!,, “deyin... — Azizim rica ederim!.. Daha yavaş sesle konuşun... Bu kadar coşkunluk lâzım değil bey bize yaklaşıyor. Her halde, niyeti, beni bu tangoya kaldır- maki; Haydil Bana böyle surat asmayın! Şimdi gene görüşürüz: Saliha hanım, bir an elini, Ser- vetin eli üzerine değdirdi. Sonra Pertev beyle dansetmek üzere ayağa kalktı. Servet bey, Salihanin elini eline değmiş hissedince titredi. Onu başkasının kolları arasında gö- rünce, yüreğinde müthiş bir kıs- kançlık duydu. Hayatında asla bu derece sevmemiş, bu derece coş- kunlaşmamıştı. Bu kadar gayri mu- ayyen vaziyete düşmemişdi. Saliha onu seviyor muydu, sev- miyor muydu? (Yarın bitecek) i: (Hatice Süreyya) Bir sabah, fabrika kapıcısı eline bir mektup verince, kalbi yerin- den kopacak sandı... Işte Hidayetten cevap gelmişti. Odasına girdi ve beresi ile mantosunu çıkarmadan zarfı açtı. Hidayetten Beyzaya “Hanımefendi, “Mektubunuzu cevapsız bırak- mak istemediğim için ilk ve son defa olmak üzere yazıyorum. Bu- radan verilecek hiç bir havadis olmadığı gibi, Istanbuldan haber almak da istemiyorum.) Bn mulâtefenin bukadarla kal- masını rica ve gıyabi hörmetlerimi takdim ederim efendim. Hidayet Muhlis Belmanın gözleri doldu. Yanak- larından üç dört damla yaş süzüldü. Aman yarabbi ne kup- kuru bir mektuptu bu! (Bitmedi; ... Pertev j İk İM a im İğ zi