23 Kânunusani 1932 Tefrika No: 43 “A yüzbaşım! Bir ay şöyle hoşca bir vakit salik tekrar cepheye dönecek değil misiniz?,, Kemal bu sözü söyleyince... Demek ki Türklerin harbiye mazırı İsanbulda yoktu! Halbuki ben onun O burada bulunmasını çok arzu ediyor- dum. Enver'in harp taraftar- lığının hakiki sebeplerini araştır- mak, yegâne vazifemdi. “ — Türkiye'de Enver paşa ne isterse o olur!,, diyorlardı. Umumi arzu ve ihtiyaçlara rağ- men, her istediğini yapmağa ve yaptırmağa muvaffak olan Tür- kiye harbiye nazırını - bir defa olsun - yakından görmeği çok arzu ederdim. Enver paşa aynı zamanda da Padişah üzerinde büyük bir nüfuz sahibidir, diyorlardı. Türk sara- yınıda bu noktadan tetkike lüzum görüyordum. Garson, ısmarladığım yemekleri getirdi. Karşımdaki polisler biraz sonra gittiler, Lokantada benden başka bir müşteri kalmamıştı. Garson, 'gözüme girmiş olmak için : — Affedersiniz, efendim! dedi, üçü çeyrek geçe vapurile mi ine- ceksiniz | — Evet.. Niçin sordun? — Daha yarım saatiniz var da, rahatça yiyebilirsiniz demek iste- dim. — Teşekkür ederim. Vapur gelince bana haber vermeyi unutma! Yemek yerken kendi kendime düşünüyordum: — Istanbulda kabine reisi Talât paşadan başka kimse yok.. Filis- tinde temas ettiğim insanlar bana Talât paşayı, sivil hükümetçilerin başında komiteci bir şalısiyet olarek anlatmışlardı. Bu tarif, bana, ittihat ve terakki fırkasına dayanan hükümetin başka bir istinatgâhi olmadığını ifade etmişti. Hükümet içinde bir ikilik sezer gibi. olmuştum. Eğer bu tahakkuk ederse, ingilizlerin sulhü tacil etmeleri pek nabemevsim ve manasız olacaktı. Kalın bir vapur düdüğü garsonu telâşa düşürdü: — Vapurunuz geldi, efendim. Lokantanın hesabını gördüm ve valizimi tekrar bir hamala ve- rerek yandan çarklı bir vapura girdim. Orta salonda oturuyorum. Her kesin yüzü neşeli.. Halbuki ben, kilosu üç yüz kuruşa şeker bulamıyan ve süpürğe tohumundan ekmek yiyen insan- ları alaka Denizlere dehşets---——— ---———— salan tahtelbahir Bir Alman bahriyelisinin I hatıratı Muharriri: Max Valentirer Hamburk'da cepheden dönerek ilk kıtalara rastladım. Bu manzara, beni son derece sarstı: Zai/lamış insanlar.. Hepsi de, acınacak vaziyelteler.. Uniformaları lime lime.. Gözler, çeşimhanelerin ta dibine kaçmış., Bakışlar mahzun. Hiçkimsede neşeden, ümitten eser di ş yok.. Bu insanlara ne olmuştu?.. Bunlar, değillerdi... Insanlıktan çıkmışlardı biçareler. Artık, yollarda serserilik baş- lamıştı. Zapturaptan eser kalma- mıştı, Bozgun vermiş bir ordunun bütün tezahüratı, ortalıkta dal- galanıyordu. insan da İngiliz Casusu KR LnuRENi$ İSTANBULDN Bu askerlerden bazıları, göğüs- ! larına benzetiyordum. | 23 Kânunusani 1932 Nakleden: |. Doğrusuya, ben, üç senedenberi harp eden bir milleti bu derece sıhhatli ve neşeli göreceğimi zan- netmezdim. Daha geçen gün, Londrada, şeker yüzünden, az kalsın müthiş bir ihtilâl çıkıyordu. Hükümet fıkaraya bedava şeker tevzi usulüne nihayet vermişti. Cemiyet hayriyeler bir araya toplanarak mitingler aktettiler ve fakirleri şekersiz kalmak tehlikesinden kur- tardılar. Istanbulda şeker buhranı daha fazla olduğu halde, parasız bir adamın bir gıram şeker tedariki imkânsızdı. Istanbula ilk defa geldiğim için çok acemilik çekiyordum. Vapur köprüye yanaştı. Yolcular birbirini çiğneyerek çıkıyorlardı. Ben de bu kalabalığa karıştım. oÇantamı bir çocuğun eline vermiştim. Köprünün üstüne çıktığım za- man ne yapacağımı, nereye gide- ceğimi bilmiyordum. Fiilstin cephesinden bir ay me- zuniyetle (İstanbula gelen bir Avusturyalı zabit (Beyoğlunda başka bir yerde oturabilir miydi? Bu husuta Kudüsten hayli ma- lümat toplamiştım. Bir otomobile atladım. — Şoför, Tepebaşı.. Iki dakika sonra, yolda ismini şoföre verdiğim bir ufak otelin önünde durduk. * .. Bulunduğum otelin ismini öğ- renmenize lüzum yok. Tepebaşı bahçesinin üstünden Halic'i ve Istanbul tarafındaki yüksek minareleri gören sessiz ve tenha bir otel. Otel oatronu yanıma geldi. Kırk beşlik bir Alman yahusisi elindeki defteri uzatarak: — Lütfen alelusul, hüviyetinzi şu listeye kaydeder misiniz? Dedi. Derhal listeyi aldım ve tereddüt- süz doldurdum. Yüzbaşı KTres. 36 yaşında Viyanalı Filistin cephesinden bir ay mezuniyetle Viyanaya azimet etmek üzere... Otel sahibine sordum: — Resmi mezuniyet evrakımı görmek ister misiniz? ( Arkası var) 23 Kanunusani 1932 Mütercimi : (Vâ - Nü) lerinde, inkılâpçılığa ait kırmızı işaretler taşıyorlardı. Bir nakliye arabasının üzerine, kızıl bir inkılâp bayrağı, yürekleri yaralayıcı bir manzara arzediyordu. Fakat, doğrusunu isterseniz, bu adamlar, kudurmuş tayfalara | nazaran daha az sinirime doku- | nuyordu. Aman yarebbi! Kızıl bayrakların etrafında şarkı söyli- yerek sarhoş sarhoş dans eden | tayfalar... Onlardan öyle nefret | ediyordum ki... Bunları, Altın | etrafında raks eden Israil çocok- | ayrılmıştı. | bendim, Her akşam İ bir hikâye İzmirin ( ... ) köyünde bir ev.. Ocak başında oturan Ibrahim ağa; kızıl alevler arasında çatırdayan kalın meşe odunlarına bakarak daldırmış.. Muhayyelesinde tatlı bir geçit var.. Kendi kendine söyleniyor: — Benim oğlan artık Paris mi, Faris mi ne haspadır, işte orada, mektebini bitirmiş.. Yakında ge- leceğim diyor.. Ibrahim ağa çok keyifli.. Uzun sigaralığına taktığı kalın sigarasını çekiştiriyordu. Oğlu Kara Mehmet; iktisadiyat tahsil etmişti.. “doktoru ünvanını almıştı. Ibrahim ağa, ne bilsin ya?.. — Doktor - diyordu - oh!. Bizim Kara Mehmedin mürüvve- tini göreceğiz.. Neler düşünmüyordu, neler?. Meselâ hastalar; kafile kafile gelecek.. Oğlu beyaz gömlekleri giyip onları muayene edecek. Arkasından da bir reçete... Ve hastalar şıp diyip ayağa kalka- cak.. Meselâ filân köyden bir delikanlıyı, Allah (göstermesin, kazara, vurmuşlar. Karnına kur- şun doldurmuşlar.. Yarali hemen Kara Mehmede getirilecek. Ve doktor oğlu, kurşunu, öyle bir çıkaracak ki: Tereyağından kıl çeker gibi.. Mehmet ağanın ağzı bir karıştı.. Dudakları, lâstikten mamul imişler gibi açıldıkça açılıyorlardı.. Zavallı adam, oğlunun hekim, tabip olmadığının farkında değildi. Iktisat doktorunun ne demek ol- duğunu nereden öğrensin ya?.. Nihayet bir gündü: Çat çat! Kapıl.. Oğlu Mehmet, bir rüzgâr gibi içeriye girdi. Burnunda gözlük, elinde baston, koltuğunun altında da çanta... Şık mı, şık?.. Ibrahim ağa; kuşaklığını düzelterek ve üstündeki saman tozlarını silkerek oğluna sarıldı: — Oğlum, Kara Mehmedim... Anası da hakeza.., Öpüşme, konuşma, gırla... Bir aralık Mehmet; — Kapıda arkadaşım var.. Dedikten sonra; — Şevket, ne duruyorsun, gir- sene... Yabancı yok! Diye bağırdı.. Hemen aynı kı- yafette bir arkadaşı içeriye girdi: — Takdim edeyim: Zoötekni Pariste Iktisat mütehassısı doktor Şevket... Ba- bamla anam.. Ibrahim ağa; — Oh, oh - dedi - Bu arka- daşın da doktor öyle mi?.. Mâşa- allah Maşaallah... Genç misafirler köyde on gün kadar kalacaklardı. Ibrahim ağa, kendi kendine; Yirmi dördüncü kısım Cumhuriyet bahriyesi Sosyal demokrat lideri Noske vo babriyeliler. — Tehlikeli | torpillerin idaresi için kumandan tayin olundum. Scepaflow. — Tahassüslerimiz... Kiel'e döndüğüm vakit bana şunu bildirdiler: Bahriyede kalmak üzere seçilen ender zabitler ara- | sında bende intihap olunmuşum. Küçük bir “torpilleri toplamak filosu,, vardı. Bunun kumandanı seçilmiştim. Bu küçük filo, ikiye Yarısının kumandanı yarısının kumandanı da dostum Siesz intihap olundu. O da benim gibi eski bir kumandandı. Akdenizde çalışmıştı. Birinci de- rece zabitlerdendi. Her yarım filoya, on sekiz büyük gemi verilmişti.Benim kanaatimce, Fransızcası Chalutier denilen ge- miler, işe gayet elverişsiz şeylerdi. — “Ap; bir Hasta çıksa da, le yaralı filin olsa da oğlumun ma- rifetini görsem.. Diyerek Okıvranp duruyordu. Şevket bey, baytarlığı hasebile; köyde hayvan, haşarat hakkında mütaleasını bildiriyor, e Ibrahim ağanın hayvanlarının (yaşlarını, illetlerini teşhis ediyor ve kendi- sine bildiriyordu. Ibrahim ağa; gözlerini açarak hayretle dinliyor ve ara sıra oğluna; — Ülen Kara Mehmet.. Senin arkdaş, tıpkı bizim nalbant deli Osmana benziyor . Hayvanların eksiğini, noksanını öyle biliyor ki. Aşkolsun bu doktora... Sen bece- remiyorsun galiba Diyordu. Genç iktisat doktoru gülmemek için dilini ısırıyordu. Fakat bu komedi ne vakta ka- dar devam edecekti?. Bir gün babası koşa koşa geldi: — Haydi evlât -dedi- göre- yim seni... Bizim köyün hocası hasta imiş.. Şuna bir şey yapr ver de ayağa kalksın, âlem par- mağını Isırsın... Baytar Şevket bey, iktisat dok- torunun yüzüne baktı.. Az kalsın makaraları salıvereceklerdi.. Mehmet, soğuk soğuk ter dö- güyordu.. Lamı, cimi yoktu.. Gitmemek olmaz!.. Eyvaaab, öyle bir dert ki, içinden çıkılması müşkül.. Köy hocasının odasına doğru ilerlediler.. | Şevketin gevezeliği tutmuştu: — Müsyü le Doktorl.. Şayet hastamızın fiyevri fazla ve bünye mukavim değilse... Ne dersiniz?. Müşterek bir konsoltasyon... Me- selâ nabız 170, hararet derecesi 51 buçuk.. 15 günlük bir Kabız.. Mehmet; kaşları ile, gözleri ile, — Aman, sus, rezil olacağız.. Diyerek işaret ediysrdu.. Şevket ise onu kışkırtmak için ikide bir: —Kikikikkkh!,. Müsyü Le doktor; Diyordu.. Mehmet için için öyle gülüyordu ki omuzları sarsılıyordu. Nibayet hastanın başında idiler.. Köy hocası; bir yer yatakta upu- zun yatıyordu.. Mehmet yaklaştı. Babası; — Ha bakalım kara Mehmet.. göreyim senil Diyordu.. Sözde tabip has- tanın nabzını saydı. Şevket soru- yordu: — Kaç atıyro, üç yüz mü, dört yüz mü?. Dilini, gözlerini açıp baktı.. Şev- ket ilâve etti: — Şarbon mu, barbon mu! Mehmet ayağa fırladı.. — Bir şey yok, bir şey yok... Geçer, geçer... Soğuklama, nezle... Istirahat kâfi.. Birazda sulfat alsın... — Siesz, bu gemileri, tersaneden derhal alabileceğimizi, otuz altısı- nın da emrimize amade bulun- duğunu söyledi. Tersaneye gittik. Vapurlarımızı orada bulduk, Lâ- kin hayret ve ehşetle gördük ki Chalutier'lerde mürettebat namına kimse yok! Şimdi, ne yapmalı? Kendimize lâzım olan insanları bizzat bulup tedarik edecektik. “ Eski tayfalar ,, dan ihtiraz ettim. Bunu, esasen Siesz de bana tav- siye etmişti, Bu fikri, pek muvafık pek parlak buldum. “Eski tayfa- lar ,ı kadro harici tuttuk. Piyade askerlerini işimizde kullanmağı tercih ettik, Cephelerde çalışmış insanlar, düşmana karşı mertçe çarpışmış (askerler, bambaşka şahsiyetlerdi! Gazetelere bir çok ilânlar ver- meğe başladık: Şu tarihte, şu iki yarda karpuzu de muş gibi kabarmışti.. Sokağa çıktılar.. Bir kenarda, Mehmet; — Ohhhhh, atlattık dedi.. Fakat az kalsın ortalığı berbat ediyor- dun Şevket! Halbuki, tehlike geçmemişti. Tam hareket edecekleri gün ba- bası : — Aman oğlum, sancım var. ölüyorum, gel, gel beni de mua- yene et! Demesinmi?. Mehmet derin de- rin inledi; — Hımmm hapı yuttuk galiba Şevket!. — Evet, bunu zor atlatacağız.. Mehmet muayeneye başladı. İbrahim ağa Şevkete;! —Sen de gel oğlum, sen de gell Dedi.. Iki arkadaş buram bu- ram ter düküyorlardı... Çantadan aspirin, termojen çıkarıldı.. Hardal yakısı ve saire... — Nafile Mehmet, nafile... Ya- zıklar olsun. Beceremedin. Dotor- luğun on para etmez. Hakikaten vakit geçtikçe, Ibra- him ağanın siniri artıyordu. San- cıdan değil, fakat oğlunun bir muvaffakiyet göstermemesinden. Bir aralık: — Haydi haydi, diye bağırdı, Sen kalp bir dotor olmuşun. Mehmet doramadı, İzzeti nefsine inen darbenin acısı ile cevap verdi: — Baba, baba... Ben hekim değilim, tabip değilim, Anladın mı! Ibrahim ağa yerinden kalktı, gözlerini açtı:| — Ulan utanmaz! Sen diğil miydin bana doktorum diyen?. — Evet, fakat, ben iktisat dok- toruyom.. — Oda ne demek.. Söyle, «yle, oda ne demek?. Çabuk söyle, çünkü deli olacağım.. Şevket, kısa bir kesip attı: — Memleketin alış veriş işleri ile uğraşan doktor... Ibrahim ağanın sesi ince bir düdük gibi öttü: — Tüüüü başıma gelenler... Alış veriş doktoru imiş.. Kâşki seni kasabadaki sfinsar Avramın yanına çırak vereydimde birşey öğreneydin... Git, git, haydi gözüm görmesin... İzmir: Orhan Rahmi cevapla işi Şişlide Acele satılık ev Şişlinin en mutena bir ye- rinde 10 odalı, bahçeli konforlu güzel kârgir bir ev müsait şeraitle acele satılıktır. Müracaat yeri: Umum Emlâk Acentesi Bahçekapı, Taş han No. 20-21-22 Telefon : ispatı vücut etsinler diye... Müracaat edilecek yer, Düsterbook ormanında bir çayırdı. Tayin olunan günde, randevu maha,linde kimseyi bulamamaktan korkarak gittik. Âdeta, rüya gördüği mıştık! Zira, çayırda, binlerce ve bin- lerce adam birikmişti. Bunların ekserisi (o üniformalı ( insanlardı. İçlerinde çocuklar da vardı, ihti- yarlar da... Bir armonik orkestrasi askeri havalar çalıyordu.. Çayıra, satıcılar toplanmıştı. Satıcılar da izü san- satıcılar.. Burası, panayır yerine dönmüştü: Bu kadar kalabalığın karşısında şaşaladık. Iki kişi, bu kalabalığın içinden, adam seçemiyecektik. (Arkası var) ie, VT TE MM ye kyn