25 Kasım 1937 Tarihli Ulus Gazetesi Sayfa 5

25 Kasım 1937 tarihli Ulus Gazetesi Sayfa 5
Metin içeriği (otomatik olarak oluşturulmuştur)

B < » Bt? 25-11 - 1937 x ULU s —H gÜTÜ bi baL LA YORERRRNENAR KK UNUN NUN KU RERRR NUN UKK ERRN NUŞ HAYAT VE SIHAT BELLLLLİLİ İş ve mevsim mağsan oğlu her iklimde ve her Ş 'i:llmt_ie çalışabilir. Fakat bazı erin adamları daha çalışkan oldukları ve daha çok iş çıkardık- vi gibi, ayni iklimde daima otu- adamlarda bazı mevsimlerde çok iş görürler. meş'“_h“ıdl’. çalışmaya en uygun kir _"'_n_hıngiıid'u' ? Bir kerre fi- hh__'!"“. endüstri işinden ayırmak de T OI_H'lk lâzımdır. Her iki işte Pabı:hag f_lrkların tesiri olmakla be- bü eli f_ı.kır işlerinde şahsi tesir pek Yüktür. Bir de çalışmaya en uy- !ıık'me-"hi anlamak için yapılan ik istatistikler üzerinedir. Bir Üstrinin hangi mevsimde daha İ danahsul verdiği istatistikle an- d" _ılır. Fikir adamlarının ver- tikl ©ri mahsule gelince, onu istatis- © ölçmek güçtür. * Ununla beraber, bu meseleyi fikik eden Amerikalı Huntigton Mmahsulünü de o suretle ölç- mek için amerikanca bir çare bul- le— bır Üniversitedeki riyaziyat ta- *bösinin çıkardığı işlerin istatistiği- « Yapmıştır. Elde ettiği neticelere 'öre fikir işleri için en uygun mev- ;"'_hirinciteırinden marta kadar i ahi senenin en soğuk aylarındadır. k ; benim zannıma göre ameri- almm bulduğu netice en soğuk ay- arda fikirlerin daha iyi işlediğini değil, büyük tatillerden — sonra ilk eşrinde çalışmaya | aşlayan üniver- '“'H_ı"'îu altı ay sonra yoruldukla- :mf isbat eder. Zaten mekteblerde !“ll üsulünü icad etmiş olan eski Srail oğullarının, sonra da onların Usulünde kurulan eski medreselerin talebesi yılın altt ayımnda medrese- de kıllırlu, öteki altı aydada cerre ) Endüstri işleri üzerinde elde edi- *€n neticeler daha ciddidir. Burada i'merikılı istatistikçi mühim bir şey sbat etmiştir. Her zamanın en bü- îük hekimi olan İpokrat, iki bin şu adar yıl önce, insanın zekâsını iş- leten, medeniyetin çıkmasına sebeb — olan şey havanın değişmeleridir, da- ima ayni halde kalan iklimlerde ze- kâ uyuşur, işliyemez demişti. Ku- tuplara yakm en soğuk iklimlerle, hattı ıstivaya yakın en sıcak iklim- lerde yerleş i de bunu daima isbat etmiştir. Yeni istatistikler de bunu, hem de günü gününe, tasdik ediyor. Ha- va iki gün üst üste bir örnek olun- ca iş mahsulü hemen azalıyor. Gün- ler arasında üç derece, dört derece fark olunca insan daha iyi çalışı- yor. Şu kadar ki bu fark on yedi derece etrafında olmalıdır, vasati sıcaklık ön yedi derecenin altında - üç dört dereceden ziyade olmak şartiyle - olursa çalışma kudreti daha iyidir. Yükseldikçe çalışma kudreti azalıyor. Sıcaklık ayni derecede kaldığı halde, havanın mütemadiyen bulut- lu yahud bulutsuz olmasının bile te- siri vardır. İyi çalışmak için bulut- ların da gelib gitmesi lâzımdır. Büsbütün açık hava çalışma kudre- tini azaltıyor da, büsbütün kapalı hava daha iyi çalıştırıyor (tabii en- düstri işlerinde) bu da havadaki tazyikin derecesine bağlıdır. Hava- da az tazyik daha iyi çalıştırıyor demektir. Onun için dağlılar deniz kenarındakilerden daha çalışkan olurlar. Rutubete gelince, bunun tesiri sı- caklığın derecesine göre değişiyor. Kışın rutubet olursa çalışmak artı- yor, yazın olursa azalryor. İş için en uygun olan bu mevsim şartları bütün hayat için devamı uy- gun şartlardır. İş mahsulünün arttı- ğı günlerde ölüm de azalryor. Bunu da gene o amerikalının istatistikleri gösteriyor. Huntigton, bulduğu şartlara göre birde medeniyet haritası yaptırmış. Buda, şimdi medeni bildiğiniz. mem- leketlerin haritasına tamamiyle uy- gundur. Zaten başka türlü olması da kabil değildi, çünkü medeniyet çalışmak demektir. yetin G.A. 1800 kisilik göcmen kafilesi geldi ,Nazım vapuruyle Romanyadan 1800 lik bir göçmen kafilesi gelmiş ve :ı'elki gün Tekirdağına vasıl olmuş- r, Göçmenler, Tekirdağında mürettep Oldukları yerlere yerleştirilmektedir. N yadan yeni bir kafile daha bek- €nmektedir. Onlar da kendileri için ;_V"lln yerlere yerleştirileceklerdir. hîek-i-ıd.ğmd. gelen göçmenler için sı- J.İ:lltün tedbirler alınmıştır. Çocuk Esirgeme Kurumu Balosu 11 Birincikânun Ankara Palas Salonlarında 1ıııııııııııııııııııııııııııııııııııııı'- - Kömürcüyü soyanlar mahküm oldular İstanbul, 24 (Telefonla) — Ok meydanında bahçıvanlık yapan Demir Ali ve Bakkal çırağı Mihal, seyyar sergici Fazılla anlaşarak Cihangirde İlyas çelebi mahallesinde kömürcü Mustafanın evine girmişler ve Musta- fayı bağladıktan sonra 650 lirasmı aşırmışlardı. Bunlar hakkındaki davâ bugün neticelendi ve mahkeme suçu sabit görerek maznunları ikişer sene üçer ay hapse mahküm etti. —— Müzeler idaresinde yeni tesisat İstanbul, 24 (Telefonla) — Mü - zeler idaresi hazinei evrak için arşiv dairesi olarak kullanılması kararlaşan Sul İi d ini: tamirine başlamak üzeredir. Müzeler idaresi - nin kimya lâboratuvarı genişletilmiş lâboratuvarın yanına ayrıca bir fotoğ- raf atölyesi inşası için tahsisat alın - BİBLİYOGRAFYA Üniversite konferansları İstanbul Üniversitesi üç yıldanbe- Ti, çalışma yılını rektörün bir konfe- ransiyle açtığı gibi, serbest konfe- ranslar en yüksek kültür ocağımızın faaliyet sahasında ehemiyetli bir mevki almıştır. İşte bugün elimizde olan eser, Üniversite profesörleri ta- rafından 1935 « 36 ders yılında veril- miş olan bu serbest konferansların metinlerini bir arada toplamaktadır ©)) Rektör Cemil Bilsel'in eserin ve konferansların maksad ve mahiyeti- ni hulâsa eden kısa bir ön söziyle başlayan eserde 25 konferans vardır. Sırasiyle kaydediyoruz : Rektör Ce- mil Bilsel ; Açış nutku, Profesör Akil Muhtar Özden : Açış dersi, Profesör Karl Neuberg : İnsanlık hizmetinde mikroblar, Profesör Hans Reichenbach : Descartes ve Rasyo- nalizm, Prefesör H. Reichenbach : Hume ve tecrübecilik, Profesör H, Reichenbach : Kant ve intikat felse- fesi, Profesör Andreas B. Sechwarz : Papirüs araştırmaları ve hukuk ilmi, profesör Julius Hirseh; Anadolu'da bir. seyahat, Profesör — Mustafa Şekib Tunç : Bugünkü psikolojinin verimleri, Profesör W. Liepmann : 150 milyon sene önce ichtyosaurus- larda doğum vetiresi, Profesör Th, Bossert : Eti kırallığı, Profesör Spit- zer : bel-espirt Bocaccio edebiyatı- nın doğuşu, Profesör Spitzer : Ser- vantes, Profesör Akil Muhtar Öz- den: Şimdiki fizik ve biyolojinin bi- ze gösterdikleri yol, Profesör A. Na- ville: Verasetin stolojik esasları, Profesör Spitzer : Rabelais (Röne- sansın dehâsı), Profesör Frank : A- sabi tenbihin kimyevi intikali, Pro- fesör Hulüsi Behçet : Frengi tariki ve geçirdiği devirler, Profesör F, Neumark : Cihan ekonomisinin geç- mişi ve geleceği, Profesör W. Röp- ke : Cihan ekonomisinin bünyesi, Pr. Kessler : Beynelmilel nüfus me- selesi, Pr. Kaepelin : Sunt çocuk me- selesi, Profesör Şükrü Baban : Dün- ya para meseleleri, Pr. İ. Fazıl Pelin: Beynelmilel ticaret ve finans müna- sebebleri bakımından Türkiye, Pr. A. Rüstow: Cihan ekonomisinin zihni temelleri, Profesör Ömer Celâl Sarç, Ziraat ve sanayi —memleketleri; Profesör Cemil Bilsel : Boğazlar ve türk teşebbüsü, Yukarıda ismi geçen profesörlerle konferatnsların mevzuları, bu kitaba yazı şeklinde alınmış olan etüdlerin ne kadar ehemiyet arzettiğini izaha kâfidir. | Umumi kültür sahasına dahil en muhtelif mevzularda en salâhiyetli şah_xslırm mütalea ve izahlarını ih- tiva eden bu konferanslar bilgiye sü- samın olan kültürlü vatandaşl Türk dili tetkikleri ” Diyarbakır ,, Adı üzerine bir tetkik Yazan: Profesör Hasan Reşit Tankut (Karacadağ) volkanının fışkırttığı bazalt hamurları Dicleye doğru yayıl- dıkça (Karacadağ) ile Dicle arasında sert ve vahşi kaya tabakaları husule geliyordu. Dicle bu kaya tabakalarını toponomik olduğu gibi (İdinga) diyorlardı. Sa- kar kayalariyle silip süpürücü selle- riyle korkunç Apohaninin yuvasını orada da bulmuş ona derhal (Hani) adını vermişlerdi (2). aşağıdan ve ta birinciden başlıyarak yarım ada halinde çevreler. Bu jeolo- jik hadise ne zaman başladı, ne zaman bitti? Bunu bilmiyoruz. Ancak bildi- ğimiz bir şey varsa Dicleyi (1) göğüs- liyen ve arkasını aşılmaz ve zaptedil- mez (Karacadağ) a veren o bazalt blokların ilk teşekküllerinden beri ba- rınak ve hareket merkezi olduklarıdır. Büyük ve heybetli Diyarbakır kalesi blokların teşekkülü gibi ilk günü bi- linmiyen bir eserdir. İlk olarak hangi devrin orduları orada barındı? Hangi medeniyetin silahları o duvarlarda parçalandı? Bize bunu haber verene henüz tesadüf etmedik, Ne Sumerler- den, ne Etilerden, ne Elâmlardan bizi Diyarbakır noktasına eriştiren bir ha? ber alamıyoruz. Daha çok yeni devrin Tigrana Kerd'inin de o noktadan u- zakta kurulduğunu ve bugünkü Diyar- bakır'ın bu Tikrana Kerd ile asla ilgi- li olmadığını bildirenler sözlerine gü- venilir otoritelerdir. O nokta hakkın- da bilinen tek bir şey vardı — o da evveli bilinmiyen bir madencilikti. Primitif deniyetin il ilk madeni bulan ve onu işliyen Türk- lerdi, Bunu Orta Asyadan yüksek ve küçük Asyaya getirdikleri zaman ora- daki mümessillerini Eti, Mitani ve Huri (Harri) adlariyle tanıyoruz. A- şağı Mezopotamyada da Sumerliler Bat tibirra (yani Demir memleketi) da yukarıdan getirdikleri madeni iş- liyorlardı. Huriler Etilerin urukdaş ve yurt komşusu idiler. Önce Anadolu ve Su- riye Etileriyle birlikte yaşadılar, Su- riye çölünü ve Filistini Kanan elini Etilerle birlikte almışlardı. Anadolu- nun madenlerini işletir ve işlenmiş maden mahsüllerini Mısır üzerinden bütün Akdenize (gene Etilerle birlik- te) Sürerlerdi. Huriler derilerinin, gözlerinin ve saçlarının açık rengini uzun zaman saklıyabildikleri için çöl- de esmerlenmiş olanlar onlarda ırkla- rının güzelliğini görür ve onları çok severlerdi. Dilleri bitişkendi; (Güneş - Dil Teorisine göre Dil Tetkikleri kitabıma müracaat). a Icîf)rrer'e göre Huriler milâttan 5000 yıl önce Türkistandan kalkarak Etiler müutlaka okumaları ve kütüphanele- rinde yer vermeleri lâzım gelen çok kıymetli bir eser teşkil etmektedir. Bu kiymetli eserin Üniversite neş- riyatt serisinin 47 İnci-sayısını teş- kil edişi, Üniversitemizin kültür yay- ma vazifesini ne kadar ciddiyetle ifa- de ettiğine ayrı bir delil olmak iti- bariyle çok memnuniyetle karşılan- maya değer. Ş L a (*) Üniversite konferansları (1935- 1936). İstanbul Üniversitesi yayınla- rr Numara : 47. Ülkü Basrmevi. Fiya- ve Sgımerlilerle birlikte yakın Asyaya geldiler ve 2300 yıl önce de küçük As- yaya kanisyen'lerin istilâsı sıraların- da Sumerdeki tahakkümlerini ' tekrar Sumerlilere bırakarak Şimali Suriye ve yukarı Mezopotamyaya çekilmiş ve orada bir devlet kurmuşlardı. Huriler bu son yurtlarına aşağı Me- zopotamyanın kültürünü Sumer pan- teonunu, ve Tanrı adlarına, yahut aziz eşyaya atfedilmiş yer ve adam adları- gı beraberlerinde getirmişlerdi. Kay- nağı olan Gölcükten başlıyarak ba- kırlı toprakları kemirerek gelen dik AŞ Sonra Nasib hayır nun adını suların hayat ve saadet da- ğrttiği feyizli ve bereketli yere ver- diler, Bu yere Akkatlar Nasibina, klasikler —Nisibis dediler, arablar Nasibin dediler. Nuseybin şimdiye kadar o adı taşır. Kendileri Sümerde iken oraları Elam'lılar zaptetmişlerdi. Liyakatla- rına göre Elâm başbuğlarının büyük- lerinden bazılarına atta bazılarına Kutur diyorlardı. Bu Kutur adı Kut mefhumunun anlaşıldığı gündenberi Türkçe idi. Onu bu yeni yurdda ve Diyarbakır'ın tam eteğindeki —mu- kaddes bir yere ad olarak verdiler. Dicle'nin karşı kıyısındaki “Kutur- bil” bugün dahi eski Tanrılara içki ve can kurbanı sunulan mezbahı ile çok eski bir Tanrı-damı saklamakta- dır, Bir aralrk Tirkân ve Muşkü'lar (Milâttan 1116 evvel) geldiler. Muş- ku şimalden geliyordu. Asurı, Mezo- potamyanın Fırat kıyılarına kadar koğdular. Bütün Anadoluda Mus, Müşk, Muşkire, Müzük gibi yer ad- larr vardır. Moskof, Moskova ve Rus- ların Mujik'ları bu mevzu içinde tet- kik edilebilir. Bütün bunlar bakır ve bronz çıkarmak ve işlemekle meşgul idiler. Bu kavimler Asur hakimiye- tini tanıdıkları zaman tabiiyet vergi- lerini bakır ve daha ziyade işlenmiş tunç maddesi olarak ödüyorlardı. Çünkü o havalide maden çok ve orada yerleşen Türkler mahir maden- ci idi. Profesör Landsberger'e göre A- surlar o havaliye maden eli olmak üzere Hahhu ve semt ismi olarak da Habhi diyorlardı. Şimdi yurdun ne- resind den varsa da mutla- ka Hoh, Hog, Hok, Kok, Koh, Koğ tema'lr yer adları vardır. Hoh Urfa Hoh — Elaziğ Hohar Erzurum, Tortum Hoha Balıkesir, Erdek Hogah Muş, Bulanık Kok Trabzon, Maçka Kokan Diyarbakır Kogi Diyarbakır Daha birçoklariyle bu yer adları türkçenin Uygur, Lebed, Kırım leh- çelerinde toz, Altay, Teleüt lehçele- rinde kara ve toprak, Kırgız Taran- çı lehçelerinde kuru, sert ve üzerin- de ot bitmiyen yer manaları veren Kok ve Kak kelimelerinden üremek- tedir. Bu aynı zamanda maden de- mektir. Ve bizim Koguk dediğimiz mağaralarda maden ocaklarından baş- kası olmamak tabildir. () İdikna sum. — İdiklat Akad. (2) Şimdiki Hani kazası “Niksar'da Apu- han köyünde vardır. Doymak bilmiyen aç gözlülere açlık ve kıtlık getirir anlamına Ramazan keyfi R da büyük bab ya- nında hızlı konuşulamaz, gülüne- mezdi. Kendisinden, meselâ “Tera- viye nereye gideceksiniz?,, gibi ra- mazana dahi aid olsa sual sorula- mazdı. Onun bu halinden haberi ol- mıyanlar azarlanırlar, paylanırlar ve neye uğradıklarını anlayamıyarak soruştururlardı : — Büyük efendinin nesi var, bu- gün ? — Ramazan keyfi !. Ramazan keyfi, kendilerini — ye- mekten, tütünden, kahveden sekiz on saat mahrum edenlerin başkala- rını kıskanması veya oruç tutmuş l bir nevi besi idi. Halbuki... Yalnız büyük babamda değil, her oruç hastasımnda sık sık tesadüf etti- ğim bu asılmış çehreye, hiddet ve şid- dete, yani ramazan keyfine çoktan- beri tesadüf etmiyordum. Dün, birdenbire yirmi sene evvele rücu ediyordum: bir dairede bir i- şim vardı. Saat 16 da bu dairenin kapısından girerek kayıd memuru- nun önünde durup evrakımı uzattım. — Geç kaldınız, dedi. Saatimi gösterdim. Kâğıdlarımı aldı, bir takım defterlere bir iki rakam yazdı. Karşıki masada sessiz, işsiz oturan ihtiyar zatı, baş parmağını sağa bükmek suretiyle gösterdi. Bu sefer de onun önüne gidip ev« rakımı uzattım. Gözlüğünü takdı, kalemini alıp tırnağı üzerine bastırdı, sonra yavaş yavaş hokkaya uzattı ve kâğıdıma eski tuğralara benziyen imzasını mü- balağasız beş dakikada attı. Ve baş parmağını sola bükerek yandaki ka- pıyı gösterdi. Müdürle olan işim, bir kaç güzel kelime teati etmiş ol- mamıza rağmen, bir dakikada bitti. 16.15 de evrakımı bir başka daireye götürdüm. Müracaat ettiğim memur kâğıdla- rımı almadan dıvardaki saata baktı. Biran düşündü. Çenesi ile karşısın- daki arkadaşını gösterdi. Evrakı bu sefer ona uzattım. İlk memurun ar-« kadaşı dıvardaki saata baktı. Evrakı aldı, evirdi, çevirdi, bir yerine bir ta- rih ve bir imza attı. Sol elinde tuttu- ğu evrakla üçüncü bir memuru gös- terdi. Korka korka ona gittim. Üçün- cü memur dıvardaki saata bakmadı, işimi hemen ikmal ve tavsiye etti : — Lütfen müdüre götürünüz. Müdür, evrakı bir anda ve güler yüzle tetkik etti, icabeden mühürü basıp kâğıdları imzaladı ve pencere- den öteki tarafa bırakarak: — Vezne yan taraftadır" dedi. dar. ağzını dan bir ka- lem uzattı, kâğıdın üzerinde bir yer gösterdi. Burayı imzalamak lâzım geldiğini idrak ederek imzamı koy- dum. Alacağımı aldım ve ter içinde işime döndüm, Ramazan keyfi ile konuşmıyanlar, konuşanlardan çoktu ve parmakları ve çeneleri ile sessiz konuşanlar da bana babamı hatırlattı. — N, B. Ankara'ya gelenler Devlet denizyolları direktörü B. Saadettin, Fabrika ve havuzlar direk- N e ” : Seksa mıştır. tı yazılı değil. sahilli ve hırçın suya tıpkı Sümerde' Abuhan derler". törü B. Cemil şehrimize gelmişlerdir. üü Hayat, sen ne güzelsin! u 26 — Nakleden: N. B. Veyl mağlublara ,uı: anda, bilmem neden, irkiliyo- niz th müukaddes kelimelere, en te- bisii islere yalanla mukabele edece- bi Ne iğrenç şeyl... Bununla bera- îillğ bununla beraber; kendi çaldığı & ile sarhoş olan çingene keman- &i İibi, © musikinin yaratıcısı kendi- de;:m. ve o keman ona o hisleri ilk kenaş ETiyormuş Bibi, ıımimiyetin_e İfade iled:c inanacağım. Heyecanlı bir %: Evet Güzin, diyorum, bunca za- ne 'dir ancak kalbimden kendi kendi- 'i tekrarladığım kelimeleri artık ben fuz edeceğim. İlk defa gözle- ğibi Açıp da, baş ucumda, bir melek Yor,, SöTdüğüm gündenberi sizi sevi- 'ü;:::" Ateşler içinde yanarken sizi düm, v elöl'lîlmüş bir hayal sanıyor- yîdı,u bana öyle geliyor ki halâ o rü- Uuyanmadım.... Ceramızda harikulâde bir hal yok - Mantık icab ederdi ki biribiri- hattâ tanımamış olalım... Esrarlı u? | Mizi bir tesadüf olmasaydı bugün de biribi- rimizin yabancısı olacaktık.. Biz ki bi- ribirimiz için halk edilmişisiz.... “Halbuki hayatta tesadüf denilen şey yok... Ruhlar da yıldızlar gibi muzlim, fakat mukadder kanunların hükmü altında gidecekleri yere doğru syürükleniyorlar, O kanunların bu hü- kümlerine ne kadar mukavemet etmek isterdim... Fakat işte.... Her gün size biraz daha yaklaşıyorum.... Siz benim için teneffüs ettiğim hava, yolumu gösteren ışık gibisiniz... Artık siz ba- na hayat kadar lâzımsınız... Nefes almak için bir an duruyorum. Devam edeceğim, Fakat bir hıçkırık i- kimizi de olduğumuz yere mıhlıyor: Fikret Selim yanımıza gelirken bütün klarımızı dinlemi Zafere doğru zidiyom;n... Yekek İki gün korku içinde geçti; zira ga- yeye yaklaştıkça korkum artıyor. Ne- den korkuyorum, bilmem. Bu iki gün zarfında Ziziyi hemen hemen göremedim, Başı ağrıdığı için odasından çıkmıyormuş ! Hüseyin Tuğrula göre bu Güzinin geçirmiş odduğu büyük heyecanın re- aksiyonu imiş: — Aldırış etme, diyor, yolumuzda dos doğru hedefe gidiyoruz. Ve hedef de uzakta değil!.... İsmail Zeki hiç bir şeyin farkında değil. Yazihanesine emirlerini telefon- la veriyor, amcamla tavla partilerine devam ediyor ve Hüseyin Tuğrul ile akşamları rakı içip bol bol çene çalı- yor. Fikret Selime gelince: Güzinle ko- nuşmamızın tesadüfı dinleyicisi oldu- ğu gecenin sabahı profesörü tarafın- dan davet edildiğini bahane ederek İs- tanbula gitti ve bir daha görünmedi. Bu gidişin manası gözümden kaç- madı, her halde Güzinin de öyle ve be- ni üzen de bu; zira onun temiz yüre- ğinde ne fırtınalar oluyor, farkında- yım: bana karşı olan sevgisi ile Fikret Selim için sebebiyet verdiği istirabın yin edemiyor. İyi kalbli bir insan ve kötülük etmeğe alışmamış olduğu için kalb kırmaktan acı duyuyor. Fikret Selimi sevmiyor, fakat onun hayranı- dır. Bunu bana itiraf etmedi mi? Bir kadının bir erkeğe hayran olması mü- him şeydir. Güzin bana karşı hiç bir vakit hayranlık hissetmiyecek.. iki güne kadar, zamanı münasib bu - lunca İsmail Zekiden kızını istiyece- cak. ken” sözlerinin zarif olmaması tesi- Fikret Selimin kaçışı benim için dü- rüst, mesud bir hal sureti değildi; bu gidişi ile arkası sıra esefler bırakıyor ve kendisi de sempatisini muhafaza e- diyordu. Halbuki ben, ağır bir yük te- siri yapacak -olan onun somurtkan çehresinin daima Zizi'nin karşısında bulunmasını isterdim. Zira o evden bu suretle gidince Güzinin nazarında aşk istirabının timsali, yani sevimli bir şahsiyet oluyordu. Bu beceriksiz, bir kurnaz vaziyetinde çekilip gitmişti. Eminim ki Zizi bu gidişi hakkında i- zahat almağı düşünerek onu hatırla- yi“-’fm'- Bu ihtimal ise hiç hoşuma gitmiyor; iki kişi karşılıklı kusurları hakkında hesablaşınca yarı barışmış demek değil midir? ,Korkularımdan kendisine bahsetti- ğim amcam bunları gülümseyerek kar- şıladı: — Fakat oğlum, bütün bunları ben düşünüp kararlaştırdım: sen taraçada kızla kumrular gibi cıvıldaşırken Fik- retin benden ayrılıp yanınıza gitmesi- ne mani olabilirdim... Bilâkis, hâdise- yi faydalı görerek sesimi bile çıkarma- dım. Zira hâdisenin vukuu lâzımdı... Gördü ve çekilip gitti: güle güle... Bir ğim ve komedi de böylece bitmiş ola- Amcamın “kumrular gibi cıvıldaşır- riyle mi, yoksa hisse taallük eden işle- ri hakikaten bilmediğinden mi nedir, vaziyeti anlamamış olduğuna kani bu- lunuyorum. Fikretin sevgisi manevi bir kuvvettir ve ben maneviyatın ih- mal edilmemesi lâzım geldiğine emi- nim. Fikret Selimin bu işte büsbütün tasfiye edildiğine emin olmadıkça ra- hat edemiyeceğim. Ben böyle düşünüp dururken tele- fona çağırıyorlar. Çağıran da Prenses Şükriye: — Allo allo... Sen misin Süleyman... İşler yolunda.. Evet, mutlaka yarın akşam Darülbedayie gel.. Yalnız de- ğil... Hep beraber... Senin için bir loca tuttum.. Kişeden 13 numaralı locayı is- tersin... Evet, evet, 13 numara, daha u- Burludur... Hep beraber mutlaka geli- niz.,. Hayır, sana şimdi izah edemem... Fakat Şükriyenin yaptığı işten mem- nun olursun.... dokik Darülbedaideyiz. Halkı tarife ne ha- cet! diğer localarda, ön sıralarda bulu- nanları Hüseyin Tuğruldan teker te- ker öğreniyorum. Söylediklerini bü- rada tekrar edecek değilim. Yalnız i- şaret etmeden geçmiyeceğim: Hüse- yin Tuğrula göre, bütün bu isimlerini ve hüviyetlerini sayıp döktüğü adam- lar arasında kirli işlere girip çıkma- mış bir tek erkek, ve kadınlar arasında da ipliği pazara çıkmamış bir tek ka- dın yoktur. Zaten Hüseyin Tuğrul başkalarını tanır mı? O bana bunları anlatirken ben de 'Güzinin bu acaib mütaleaları işitebile- ceğini düşünerek Hüseyinin baldırla- rını tekmeliyorum, Zizi, locanın ön ta- rafında, babası ile amcam arasında sa- deliği ve gençliği ile bir yıldız gibi parlıyor. Onu ve babasını buraya getirmekte hiç bir güçlüğe tesadüf etmedim. Salondaki adamları tetkik etmekte olan amcamın birdenbine titrediğini farkettim: — Yahu, bu Fikret Selim bey değil mi? Yoksa aldanıyor muyum? “O vakte kadar boş durmakta olan bi- zimkinin karşısındaki locaya, önde Prenses Şükriye ve arkada Fikret Se- lim, girdiler. Kadımlar bahse konmuş olsa bile kendisinden başkasına iltifat edilme- sine tahammül edemiyen İsmail Zeki hemen fikrini ortaya attı: — Maşallah, bizim Fikrete göre pro- fesörü tarafından çağrılmış olmanın manası bu imiş demek! Öte taraftan Hüseyin Tuğrul, fırsa- tr ganimet bilerek, bu fikrin tesirini tamamladı: — Ha! Prenses Şükriye... Halâ bir genci işgal edebilecek kadar güzel... (Sonu var)

Bu sayıdan diğer sayfalar: