——— 23-4.939 i/ | ihl yn” MİLİ | Tefrika No. 23 Halit Huzura Kabul Edilmişti Hain ve Soysuz Herif Daha İlk Mülâkatta da Pundunu Bulup Saraya İlk Fesat Tohumunu Atmıştı Vahdettin de bu hilekâr vatan kaçağını, milli şerefi manlığını satan ve evvelce Çanak- kalede vatanına ateş ve vatandaş- larına zehir saçan bu düşman uşa- ğını hem de düşman devlet ünifor- yle huzuruna kabul etmek al- çaklığını göstermişti, Bir sofrada saatlerce yiyip içmişler, bir baba 1 gibi gülüp eğlenmişlerdi. Vah- dettin Halidi avlamak, bir köpek Bibi sarayına bağlamak İçin bir a- Talık cebinden “Deyli Meyl,, ga- esinin muhabiri Mister “Vord Pirais” hakkında Lütfi Simavinin yazdığı mektupları çıkarmış, Hali- de uzatmıştı, Ve: — İşte al, oku. Demişti. Fransız- lara karşı beslediğim kalbi, sarai- mi hürmet ve muhabbetin en dil- U delilleridir bunlar. Bu adamm huzuruma kabulünü başmabeyin- cim istirham ve iltimas ettiği hal- de reddettim işte. Vahdettin yalan söylüyordu. Fa- kat yalanmı o kadar güzel bir jest ile ve zamanında söylemişti ki, Ha- lit derhal oturduğu yerden fırlamış, Vahdettinin ayaklarına kapanmış- hı. Öperek, yüz ve göz sürerek kul- duk borcunu ödemişti. Ayağa kal - karken: — Evet şevketmeabım. Mister “Vord Pirais” İngilizlerin İstan - i ve müslü- buldaki casus başisı Mister “Hat - | son” un emir ve arzusu İle büşma- beyincinize O müracaat etmiştir. Bundan haberimiz var, Yalnız şu ciheti de nazarı dikkati hümaya- hunuza erzelmek suretiyle, zatı hazreti şehriyârilerine karşı bes- lediğim sadakati göstermek iste - rim, Başmabeyincinizin İngiliz par- mağı İle, bu gece temellerini Kur- duğumuz Osmanlı - Fransız dost- luğuna karşı bir ihanette bulunma- sından pek korkarım. el Demiş, saraya ilk fesat ve nifak tohumunu atmak şerefsizliğini kazanmıştı, Kara yüzlü Halit te ya- lan söylüyordu. Lütfi Simavi beye Damat Feridin ve Ahmet Rıza be- , yin teşvikleri ile bile bile iftira e- diyordu. Ak yüzüne kara sürmek istiyordu. Mister “Vord Pirais” in bir İngiliz sıfatı ile, İngiliz istihba- rat şefi Mister “Hatson" a âlet ol- ması gerçi hatıra gelmez bir şey de- ğildi, Fakat, Lütfi Simavi bey onu bir gazeteci olarak tanıyor, o sifatı ilede Vahdettine tanıtıyordu. Lütfi Simavi bey vatanını, milletini cid- den çok sever, özü ve sözü doğru bir zat, Böyle Halidin dediği gibi, her hangi bir yabancı devlet hesabına çalışacak yaradılışta 50- yu bulaşık, ruhu bulanık bir &- dam değildi. Hin saraya gizlice kabul edildiğinden bir kaç gün sonra, ölen biraderi âyan üzasın- dan Şükrü paşanın cenaze merâ- siminde, Ahmet Rıza bey, Lütfü Simsvi beyi taziye ettikten sonra, bir fırsatını bularak Halitten bah- setmişti ve: — Sultan Hamit zamanında fi- rar eden bu eski Türk zabitini Paristen tanırım. Halifenin huzu- runa girmek, elini öpmek şerefi- ne nail olmasını damat Ferit pa- Şa vasıtasiyle hünkârdan istirliam etmiştim. Fakat nedense, henüz bir irade çıkmadı. Diye hem sızlanmış, hem de damat Feridi çekiştirmek istemiş- ti. Lütfi Simavi bey de bu müna- sebetsiz delâlet ve teşebbüsten do- layı Ahmet Rıza beye de bir iyi- ce çıkışmaktan, bu yakışıksız de- lâletini muahaze etmekten çekin- memişti. O akşam sarayda, Hali- Mn huzura kabul © edilmesinden dolâyı bütün Türkler ve müslü- manlar nemına teşekkür etmek suretile Vahdettini u yandırmak, Halidin saraya girmesine (mâni olmak istemişti. Hain Vahdettin de bu sözler karşısında, başma- beyincisine zahiren o memnuniyet beyan etmiş ve fakat kalben gü- lüvermişti, O gece Vahdettin, damat Ferit, kapiten Halit arasında neler gö- rüşüldüğü hakkında sağlam do- kümanlara müstenit malümat pek yoktur. Lütfi Simavi bey, “Sul tan Mehmet Reşat Hanın ve ha- lefinin sarayında © gördüklerim. adl kitabının ikinci kısmının 226 ıncı sayfasında, saraydaki intizam» sızlıktan bahsederken, bir çak kim- selerin gizli gizli saraya kabul e- dildiğinden ve güya bunlarla ma- hirane bir siyaset tekip olundu- gu itikadı bâtılında — bulunuldu- ğundan şikâyet etmekte pek ziyade dikkati caliptir. Yalnız ne yazık ki, bu eserinde dik şayan bir çok şeylerden bahsetti- ği halde bu gizli malümat ve te- şebbüsler hakkında biraz daha vu- zuhla malümat vermekten her nedense, çekinmiştir. Hain Fer'din sadaret ve harici- ye nezateli esnasında, hariciye müsteşarlığında bulunan Ali İh- san beyle, İngiliz memuru olduğu halde, sonradan gizli bir surette olması İstanbul merkez kumandanı Esat paşaya ve diğer alâkadar zatlara muhtelif sahalarda cidden unutul- maz hizmetler ifa eden Pantik- yan efendinin, aşağıya sıraladığı" miz sözlerini, o gece mülâkatın sırlarını biraz olsun meydana çi- karmak itibariyle, oldukça mü- him addedebiliriz. akınız Ali İhsan bey, ne di- yor: “Halidin saraya kabul edildiği gecenin ertesi günü Feridin yalı sındaydım. Günün meseleleri ü - zerine damatla görüştüğümüz es- nada, hademe ve mızıkal hüma- yun mildürü Zeki geldi. Padişah namına damat Ferit eliyle Halide hediye edilmek üzere mahfaza i- çinde pırlantalı bir sigara tabaka- sı getirdi. Damat Ferit bu tabaka- yı muayene ve tetkik ederken ay- nen: — Bu az bile doğrusu. Herifçi oğlu memleketimiz hesabına fe - dakârlık edercesine salâhiyetinin hudutlarını aştı. (Devamı var) İLOKM GENÇLERLE Bu hafta elime geçen okuyucu mektupları —belki, bir tesadüf eseri olarak— hep genelerden çıktı. Gençlerle konuşmak genç ıyanlara zalen dalma geldiği gibi, hu gençlerin hepsi de ihtiyarlığa hürmet ediyorlar. Bir tanesinden başka hepsi mektupla- rna muhterem hut sayin di- re başlamışlar. Bana karşı kargın- lığmı bildiren, biraz dn öfkeli ol- duğu anlaşılan genç bile hiç ol mazsa bay diye hitap ediyor. İ Tramvayda ayakta kaldığım gün- lerin birinde, ihtiyarlığa merha- metleri bulunan bu gençlerden biri tesadüf eder de oturduğu yeri bana verir, diye ümit ederek —genç olamıyan okuyucularim- dan da af diliyerek— bugünkü yazıyı, gençlere cevap vermiye hasredeceğim. Osmanbey tarafında bir apartı- manda oturduğunu yazan genç pek tatlı dilli, pek te sevimli ol. duğu ifadesinden belli amma, doğ- rusunu isterseniz, biraz da tenbel. Mektep defterinden kopardığı büyük hir kâğıdın iki tarafmı kurşun kalemle yazarak doldur- muş. İhtiyarların gözü de çabuk yorulduğunu halırma getirmemiş. O kadar uzun, hem de kurşun ka- lemle yazılmış yazıyı okumak ne kadar güç Uzunca yazmayı seven bu gencin şikâyeti boyunun kisalığından, boyu yaşıyle hiç te mütenasip olmadan, ancak 1,52, kilosu da 49 mis. Onun İçin ar- kadasları kendisine cüce diyorlar- mış. Nazik olanlar da kendisine çocuk diye hitap ediyorlarmış. Ço- cuk sayılmak genç olmıyanların hoşuna (giderse de okuyucumuz gene olduğu İçin böyle çocuk tâ- birinden canı srkılıyor. Bu okuyvenmuzun bu kadar &- fak tefek olması ipofiz guddesin- den gelse gerektir, Bunu zaten kendisi de tahmin ediyor da, hor- monlarının acaba neden bozulmuş olduğunu soruyor... Haklı sual ol- makla beraber, bunun cevabını ancak kendisini muayene ve tet- kik eden hekim bilir. Böyle uzak- lan teşhis etmek kabil olamıyaca- ir gibi, gazeteden o muhabere İle de hekim olmaz, Onun için kendi- sine tavsiye edilecek sey —hemen her vakit olduğu gihi— kendini hekimine muayene ettirmesidir... Edirneden mektup gönderen, henüz 17 yasında bir gene okuyu- cu, hiç et yiye: et lokması ağzina girse hemen gasyan ediyormuş. Bundan dola- yı et yememek tabii bir yak mıdır, diye soruyor, Bilâkis et ye mek, hele bu okuyucumuz gibi gençler icin Tüzumludur. Vücudün büyümesini, o güzelleşmesini te- min edecek gıda ottir. Onun ya- şmda bulunan genclere hergün, a- garlıklarınm bir kilostma bir bu- AN HASBİHAL cuk, iki gram albümin vemek lâ- zumilir. Bunun da hiç olmazsa ya- rsi et, süt ve yumurta gibi hay» yani albümünden olması şarttır. Etin yerini yumurta İle süt te tutmaz, Vücudün demek olan aminli zılarmmı. yumurta ile süt te bula mıyacağı gibi bunları vücut ken. disi de yapamaz. Karaciğerin bir halinden dola- yı bazıları yumurta yemiye, süt içmiye | tahammül ( edemedikleri gibi böyle et, yiyenler de vardır. Hattâ İstanbuldaki Etyemez ma- hallesine adı kalan zatın da böyle olduğunu rivayet ederler. Bu ha- lin ıslahı mümkündür. fakat —a- bii — kendisini kendi hekimine muayene ve tetkik ettirmekle... Yine bu okuyucu zatülcenb has- talığı hakkında bir kaç sey soru- yor. Bu hastalığı gazetede yazdı- #mdan beri cok gecmedi, Kendi. si o vakit okuyamamış olsa da simdi tekrar edemiyeceğim süp- hesizdir. Onu da kendisini muaye- ne edecek olan hekiminden sorar. Üsküdarda Selimiye tarafından yazan —IT - 18 yasmda— genç okuyucu pek zayıf olduğunu anla” tarak bunun sebebini kendi ken- dine izah ediyor, İzahı yanlıştır. Burada tekrar edemiyeceğim © se- bep zayıflık vermez, zayıflık ona sebep olür. Onun için bu okuyucu —ihmal etmeden— kendisini he- kimine iyice muayene ve tedavi etürmelidir. Burada gene tekrar edeceğim; Gazeteyle tedavi olmaz. Bana kırgm, biraz da öfkeli bay okuvucumuza gelince, bu genç da- ha önce de bir mektwp göndermiş, saçlarma limon sürdüğünü anlata” rak bunun saclar üzerinde, ması ve dökülmesi bakımı ne gibi muzır tesiri vardır, sormus. O vakit cevap alamadığı için simdi biraz takaza ederek tek- rar soruyor,. Önceki mektubunun elime gecip geçmediğini hilemiyo- rum. Fakat, ben de evvelce bir kac defa yazdığım gibi— gelen mektupların hepsine cevap ver- miye imkân yoktur. Bir kere va- kit ve gazetede yer olmaması dan, Sonra da bir hekim herseyi bilemez. Her seyi bilen Nasrettin Hoca bile karla ekmek yemenin İyi veya fena olup olmadığını bi Tememiş. Lokman hekim. Nasrettin izm: iddia etmemiştir. bilmiyorum diye cevap vermek te var amma, bilmediğim sevler bildiklerimden pek, pek cok olduğundan hunu yapmıva da im- kân yoktur. Burada bildiğim şey- leri yazmıva vakit ve yer bulamı- yorum, hilemediklerimi yazmıya nasıl imkân olabilir? Orun için key ere pe alamaymea gücenmeyini e- , değerli gençler. o ikide bir durdurup erkek, çocuk, kadın, kimi görürsek soruyorduk: — Antikacı Şeyh Efgani'nin evi bu sokakta mıdır? Yanımdaki adam Lübnan'da be- lediye © müsteşarlığında bulünan bir delişmen Fransızdı; zengindi, Şarka unvan almak için gelm ibrik kolleksiyonu yapıyordu. Ha lebe bu Şeyhin şöhretini işiterek koşmuş, bir gece evvel Kermes'te tanıştığımız — sırada bana, ertesi gün beraber aramaklığımızı teklif etmişti. İçki ahbaplığı bu ya, peki demiştim. Neden sonra, işaret edilen bir kapının tokmağını vuruyorduk. İçeriye girer girmez beni bir şaşkınlıktır aldı: Ta kapı yanından başlıyarak karmakarışık bir eşya yığını, leğenler, ibrikler, kandil- ler, kâseler, yazılı taşlar, boyalı camlar, tuğla parçaları yerlere se- rilmiş, duvarlara asılmış, rafları doldurmuş, merdiven basamakları- na kadar sıralanmıştı. Kapı iple çekilerek açıldığı için bizi karşılıyan yoktu; fakat yuka- ndan fasılalarla bir ses geliyordu: — Tafaddalu! Bir şey düşürmemeğe, bir şeye basmamağa ve çarpmamağa dikkat ederek ahşap ve gıcırtılı merdiven- den çıktık; sahanlık ta, tikabasa doluydu. İkinci katta kapıları açık üç oda göründü; üçünde de eşya ve hırdavat tavanlara kadar taş- muşta. Sesin geldiği tarafa yürüdük. Yer minderinde, antikalara gömü- lü bir gözlüklü adam oturuyordu; saçı sakalına karışmıştı; başında türbe çuhası renginde, koyu ye- şil bir kumaş sarılmış acaip bir külâh ve sirtında koyun pösteki- sinden kolsuz bir hırka vardı. Ya- pındaki küllü bakır mangalda, bir- bir üstüne konmuş çay ibrikleri dumanlanıyordu. — Tafaddalu! akat yerinden kalkmadı; eş- yalar arasında bize birer tahta kahve iskemlesi gösterdi. O- turmağa cesaret edemiyen arkada- şım sordu: — İbrikleri görmek istiyorum. Kötü bir fransızca ile öteki ce- vap verdi: — Dolâşıp bakınız, arayınız, be- ğendiğinizi getiriniz, uyuşuruz. Daha iyi bir muamele görmek ümidiyle belediye müsteşarı de- — Sizi bana, Hokomiserlik baş- kâtibi tavsiye etti. — Teşekkür ona. İyi müşterim- dir, inek ve öküz çıngırağı toplar. Beş bin çeşit çıngırağı olduğunu söylüyor. Bütün Avrupa ve Asya- da kullamlan çıngırakları tamam- lamış; yakında Afrika ve Okya- musyayı aramağa başlıyacak! Yal- mız Efganistandan kendisine sek- sen yedi parçasını ben sattim. Çıngıraklar: içinde — deveninkiler en kiymetsizdir. e En değerlileri Yak çıngıraklarıdır, — Tibet'te... Yak denilen hayvan 2000 metre irtifadan aşağıda yaşamaz. ntikacı Şeyh, bunları söyle- dikten sonra, odaları “Ge- ziniz, seçiniz!,, mânasına eliyle İ- şaret etti ve önündeki kitabı oku- mağa koyuldu. Ben yerimden kı- mıldamadım; zira ibrik hakkında hiç bir fikrim yoktu; bildiklerim eskiden baba evinde kullanılan sarı leğen ibriği ve bir de adi ba- kır ibriklerdi. Hepsinin de ağızls- Tı, nâdense, şiş karınlarının altın- dan başlardı; testilerlo | farkları da buralarındaydı. Fransız oda oda gezmeğe baş- ladığından, sakalına rağmen çok genç görünen Şeyh Efgani ile kar- şı karşıya kalmıştö”a; bir müddet etrafımdaki tozlu topraklı, iğri- büğrü, yamruyumru, kırıkmırık, garpukçurpuk eşyaya baktım; ni- hayet bıktım; şimdi antikacınin yüzünü seyrediyordum. Gayet muntazam, hatları nazik, teni beyaz ve mat bir çehre; göz- leri âdeta mavi ve saçları sarışın ensesinde gür ve pembe bir kan tabakasının şimal insanlarını ve Anglo Sanksonları hatırlatan fey- zini görmekteyim. Bu renge ce nupta ve Asyada rast (gelinmez. Zihnimden Efganistana sit bütün malümatımı geçirmekteyim. Bir yerde okumuştum: “Efgan dağlı lari sarışın ve mavi gözlüdürler, bu itibsrim da etnoğraf mütehassıs. ları için çok meraklı teşkil ederler.,, Ben, böyle dikkatli dikkatli yü- züne bakıp düşünürken, birden - bire şeyhin gözleri üzerime çev- rildi. Hoşlanmadığını anlatan bir bakış. Bir an için, mavi, tatlı rengin içinden, yanar İspirtoya tutulmuş bir iğne kızıllığı goçmiş- ti. Bunu belli etmemeğe çalıştığı- nı-serdim; gülümsüyordu ama, ba- pa, bir hoşmutsuzluk çökmüştü. Düşündüğümü açıkça (söylemeyi tercih ettim; fransizca: — Efganistanın dağlık ahalisin- den olmalısınız, dedim, — sarışın ve mavi gözlüsünüz. Ferahladığını zannettim. Bu se- fer candan gülerek: — Evet. Galabad'lıyım. Siz ne- relisiniz? — Türkiyeli. bir mevzu A svi gözler yüzüme dikildi, kaldı. Bu adam, şüphesiz benden haz etmiyor; aramızda ilk dakikadan itibaren bir antipati hasıl olmuştur; konuştukça, tanış- tıkça bu, artacaktır. Her zaman dikkat etmişimdir: Açık ve dürüst iş yapmıyanlar benden ürkerler, gözgöze gelmek- ten çekinirler; huzurum onlar için hiç bir zaman hoşlandırıcı olmaz. Zahir, derim, yüzümde kol aldatılacak bir adam olmadığımı belli eden bir şey var, derinleşti. rici ve telerrüata nüfuz etmeğe istidatlı bir bakış... Bu bakışta bir “Görüyorum!,, mânası... Fakst, hakikaten, bu, böyle mi- dir? Hatsiz, hesapsız tecrübelerim- le anlıyorum ki, kim bakışlarının karşısında kaçamak, çekingen dav- randıysa, ve ben de bir “Kabımda olamamak,. diye anlatabileceğim bir huzursuzluk duydumsa, o ade- mın sonunda dürüst olmadığı mey- dana çıkmıştır. Seyahat, edebiyat ve politika hayatı esnasında rast- ladığım © tipler hep bu neticeyi verdi. P Öyle olmakla beraber, Şeyhin sükütundan sinirlenerek sormağa devam ettim: — Antikaları siz mi gezer top- larsınız?, — Kendim de toplarım, başka- ları da getirir... Efganda, İranda, İrakta, her tarafta ortaklarım var- dır. — Demek arasira gezersiniz. Hindistana, Tibet'e, filâna? Tür kiyeye de gider misiniz?. Gözleri çoktan yine kitabına çevrilmiştir; başını ( kaldırmadan cevap veriyor; — Çok az gezerim, Türkiyeye de hiç ayak basmadım. Acaba? Bu sırada belediye müsteşarı i- çerden seslendi: Hikâyeleri ANTIKACI — Geliniz, aziz dostum, geliniz; bir ibrik buldum ki.. Kalktım. Yürürken oarkamdan o bir çift mavi gözün, kitap say- falarından ayrılıp beni dikkatle seyrettiğine hüküm © vermiştim. Birden döndüm ve tahminimde haklı olduğumu anladım: Zira Ef- ganlı Şeyhin gözlerini anlatamı- yacağım bir mâna ile bana dikili bulmuştum. Alış veriş bittikten sonra, anti- kacı bize ufacık billür kadehler- de yeşil çay ikram etti. Yeşil çay sıcağa, susamağa (karşı en mü - kommel devaymış- — Biz, Efganlılar çayı çok se- veriz, Biraz geçti; yine o söylüyordu: — Biz, Efganlılar çaydan bık- mayız, Ve bana öyle geliyordu ki, Şeyh bu “Elganlı,, kelimesinde fazla 1s- rar ediyordu. Mazmafih doğru s6y- lemek lâzım: Beni meraka, vesve- seye düşüren bu noktaları o za - man şuurla, vazıh bir surette gör- memiştim. Bütün onları aradan on sene geçtikten sonra, şimdi anla - tacağım bir tesadüfle hatırlıyor, on sene evvel müphem olarak duyduğum hislerin kıymetini bu tesadüfün tesiriyle takdir ediyor- dum. B*” öyle gelir ki, seçme a- damlar bir hâdise karşisın- da sadece — benim gibi — müte- essir olanlar, müphem şeyler du- yup ruhlarından incinenler değil- dir; teessürle beraber bir hüküm verebilenlerdir. Soğuktan veya si- caktan nebatlar da teessiir duyar- Jar; fakat korunamazlar, tahak- kümünde kalmakla iktifa ederler. Yeni aldığı antikaları sevinçle bağrına basan arkadaşıma araba- da dedim ki: — Sevimsiz bir adam bu Şeyh.. Ne dersiniz? Sözüme ehemmiyet bile verme- di: — Hele siz şu ibriğe bakınız, Emevi devrine ait ne değerli bir eser! Ben diyemedim ki: — O herifin gizli bir rolü var, hattâ Efganlı bile değildir! * ilstin vakasının başlangıcın- daydı; Mısır dönüşü Kudüs. teki King David otelinde yol ar- kadaşlarımla beraber akşam vis- kisi içiyorduk. Masaların çoğun- ia İngiliz zabitleri oturuyordu; kapıdan bir yenisi girdi. Bu geleni gözüm ısırıyordu “Nerede görmüştüm acaba, diyor. dum, işgal zamanı İstanbulda mı? Kahirede mi? Vapurda veya tren- de sivil kiysfette mi?,, Sonra, birden, aklımdan yeşil tülbentli bir külâh, bir darmada- Zınık saç saka!, bir çift inatçı, çiy, sevimsiz mavi göz geçti. Zabitle (Lâtfen sayfayı çeviriniz) ik ML