Altın Başaklar İçinden Uzak Köşelere Gidiyoruz 9 Haziran... İstanbuldan u- zaklara, doğu illerine doğ- Tu ayrılıyorum. Tren uçuyor ve oluyordu ? Sorduk, soruşturduk. Bo Yakıyoruz. Ertesi gün Ankarayı da geçti ve şimdi ayın 21 inci gününe Biriyoruz. Saat sabahm beşi... He- müz uyanmıştım. Kompartımanda daha doğrulmaya vakit bulama- mştem. Çok yardımını gördüğüm memur, Niğdeden Bor'a doğru iler. lediğimizi haber verdi, Tam bu si- rada arkamızdaki vagonda üçüncü mevki kompartımanlarından birin de kızılca bir kıyamet koptu. Me- mur, polis, şeftren koşuştular. Ne oluyordu? Sordu, soruşturduk. Bo yunbağlı, yaşlıca, yorgunlaktan gözleri kızarmış, rengi haddindön fazla sararmış bir adam bağırıyor, haykırıyor ; İnsanlık, ah insanlık... Bu fada ahlâkta mı kalmadı? Ne- namus, nerede insanlık... Yutiyar, çok asabi... Karısı kolun dan tutmuş, kompartımana almak istiyor : “— Gel Efendi, yapma... Ne olu- yorsün? Herkese uyma..' Yok val- İahi... Senin kızma birşey yapan Yok. Sen asabisin. Kendini üzüyor- Sun. Yapma...” Adamcağız hâlâ terter tepiniyor: *“— Sus, Hanım, sus...” Bize dönüyor ve tekrarlıyor? “— Namus, insanlık... Bu dün- iyada kalmadı mı bunlar ”” Ve sonra pencere kenarına yas Jadığı kafasını sallıyarak: '— Şu genç, şu mektepli... di- yor...” O kadar kızmış ki, hâdise- Yi izah etmeyi unutuyor ve yine mamustan, insanlıktan dem vurma ya başlıyor. Ne ise, adamr zorla söylettik. Hâdise şu imiş: Bir genç mektepli, kompartımanın kapısının önünde pencere kenarında dururken adam Cağızm yanındaki genç kızma göz Büzmüş, işaret etmiş. Kız, iltifat etmemiş bu alâkaya,.. Fakat. bü- fün olan biteni ihtiyar çakmış, Za- Wall baba, dolmuş, dolmuş ta bir denbire taşıyor. Kendisile görüşü- Yorum. Bir tahsildarmış. abahm © alacakaranlığında Bora girdik. İstasyonda iki Çocuk, telden yapılmış beşikler sa- tiyorlardı. Asabi tahsildar, bir ta- ne alacaktı. Satıcı 35 kuruş isteği. 30 kuruşta karar kıldı. Bir santim aşağı olmıyacağını anlıyan hiddet- di adam, ona da çatacaktı galiba, İAsabiyetle ceplerini karıştırdı. Ye- p kinci derecede zengin bir İ kaktüs koleksiyonunu da Kahiredeki nebatat bahçesinde gör düm. Gelelim bize: Acaba ne ye- tiştirdik! Kendi hesabıma, açıkça Söyliyeyim ki: Hiç birşey... Çiçek bakımından zenginleşebilmek için, İlk yapılacak iş, hususi fidanlıklar yetiştirmek olmalıdır. Meyveli ve meyvesiz ağaçlar, çi- çeğe ve sovana müteallik, her ara- nan cins, bu fidanlıklardan temin edilebilir. Hele çiçek sovanı yetiş- tirmek büyllir bilgiye mühtaç olan başlıca mevzudur. Tohumdan $0- vana kadar geçen devirleri, tesbit için bir lâboratuar mesaisine ih- tiyaç vardır. Holandada, İngiltere- de öyle nadide geyler yetiştiriyor- lar ki insan hayret eder. Ağaç ve çiçek zevki, bizde nasil uyanır? Bu işi fert mi yapar, dev- let mi? Cevabım kısadır; Bizde ferdin, ne ilmi kudreti var, ne de parası. Bunu da, başka işler gibi devlet yapacaktır. Amma, fert te kendine dilşen vazifeyi, kendi yap- mak şartiyle.” unu söylerken bahçesinin bir köşesinde, küçük bir İ gaksıyı gösterdi: aran YAZAN rn, İİİ, , , , | , 2. RR leğinin cebinden 10, pantalonunun cebinden 5, para çantasından da 15 kuruş çıkardı. Elleri titriyordu. Satıcıya uzattı: “— Evlât hatırı değil ml, dedi, 30 değil, 230 da olsa yle alacak- tm. Hemen sordum * “ — Bunu kime alıyorsunuz? Kom partımanda - öyle küçük kızmız yok ki? “— Evet yok. Fakat köyde köyde bekliyor.,, Serin sabah rüzgârı, adamı ayılt miş, sinirlerini yatıştırmıştı. Bor- un koyu sütünü sicak sıcak içer. ken o, yine kafasını sallıyor, uzak- lara bakarak murıltı halinde : “— Namus, diyordu; bu dünya- da namus yok mu?” B or'da sabahı görmedinizse görünüz; geniş ova Üzerin- de renk renk ekinlerin güzel dal- galanışmı seyrederken güneşin do- Zuşu, o kadar cana yakm oluyor ki. Neler düşünmüyorsunuz bu doğuşta... En tatlı hülyalar gibi kırmızı bulutlar uçuşuyor, bülbül ler sık söğüt ağaçları arasında şa- — Şunun Üzerindeki renklere bakm... Hangi ressam, bu yapra- ğın üzerini, böyle nakışlarla süsli- yebilir? Bir başka kaktüs cinsi göstere- rek izahat verdi: — Bunların da tohumlarını Lon dradan getirttim. Hayli “mevzu- lar” çıkartacağım. Gülerek ilâve etti; — Armutlarımdan bu sene, ihra cat yapmıya hazırlanıyorum. Bay Osmun zade Hamdi, neba- tata ait, nerede bir kitap çıksa, he- men getirtip okuyor. Kendisi diyor ki; — Çiçek ve bahçe meraki yüzün den dolaşmadık yer bırakmadım. Şu gördüğünüz göknarları tâ Ham burgdan getirttim. Makas elimde, bahçede dolaştı. fım zaman, Kral ve İmparatorla- rın duyamadığı zevki duyarım. Gayet erken yatmak âdetimdir. Erkenden kalkıp bahçe işlerile meş gul olabilmek için böyle yaparım. Sabah, yediye, sekize kadar, dur madan çalışırım. Akşam, yine bah çedeyim, Tü vediye, sekize kadar.. Ondan sonra da, bahçenin gevki- ni çıkarmak için, yemek masasını kurar, çiçeklerimin karşısına ge- çerim.,, | kıyor. Tabiat uyanıyor. Uzaktan bir çobanın davarmı önüne katıp Yavaş yavaş dağlara tırmandığını görüyorsunuz. Sonra Erciyaş, bü- tün hâşmetiyle, karlı tepesile orta Anadolunun en gururlu bir başı gi bi göklere yükseliyor. Gözünüz alabildiği kadar geniş bir düzlük... Sema berrak. Hafif bir rüzgâr, bu tatlı yaz sabahının neşesini daha iyi duyuruyor. Tren beklerken yalnız bulundu- gum kompartımana bir deiniryolu işçisi geldi. Yol arkadaşlığınm ver- diği hususi bir cesaretle hemen ko nuşmaya başladı. Kır saçir, bakir | yüzlü, elmacık kemikleri çıkık, göz leri piril pıril yanan bir ihtiyar bu. Kayserili imiş.. Bor'u methede &- de bitiremiyordu. Doğduğu yere bağlı... Fakat Boru da seviyor. İyi, temiz kalpli bir adam, üneş doğuyordu. Kayserili, yanan gözlerini şöyle bir G süzdü. Bir Kayserili hikâyesi anla | tacağını sandım ve derhal hatırls- dım: “— Bana, dedim, şu ata sözü- “ün hikâyesini söyler misin?” .— Hangisi 2" — Geçti Bor'un pazarı, sür &- şeğini Niğdeye!...” “— Evet, dedi, hikâyesi meşhur- dur bunun. Anlatayım da dinle : Adamm biri, Adanada eşeğini Satmak istemiş. Müşteri bulama- miş. Geze dolaşa Bor'a kadar gel- miş. İlk gün, Bor'un pazarında müşteri bulmuş, Müşteriyle satıcı çekişmeye başlamışlar. Pazarlık uy mamış, Kayseri cambazları, (at. cıları) pazarda adamın etrafını çe- virmişler, Hayvanı ucuza almak is temişler. O, yine razı olmaymca, akşamın karanlığında ümitsiz bir hale gelen Adanalıya: “.< Geçti Bor'un pazarı, sir e- şeğini Niğdeye...” demişler. Adamcağız O gece eşeğine yeni müşteri bulmak için yola koyulmuş ve hakikaten Niğdeye giderek hay vanı satabilmiş... gevrek gevrek gülüyordu. Başka bir hikâye söylemek istedi. Düşündü. Gözlerini açtı, ka pâdi ; “— Bak, dedi, sana bir hikâye daha anlatayım da dinle... Amma bu, tuhaftır, gariptir. Bir adam varmiş. Çok çapkınmış. 25 yaşmda oğlu ve güzel bir karısı olduğu hal de gözlü dışarıda imiş. Yine bir gün baba oğul bir kahvede otururlar. ken adamın karısı, çocuğun da an- nesi kahvenin önünden süslü bir kı yafette, Yüzü kapalı, çarşaflı bir halde geçmiş, adam, birdenbire ka rısını tanıyamamış, Şeytan çocuk: “.— Baba, demiş, nasıl şu geçen Ve derhal arkasmdan şu teklifi yapıştırıvermiş: “— İstersen bu kadmla seni eve lendirelim baba.” Nihayet adam razı olmuş, bir ni kâh merasiminden sonra, genç, kos koca annesini babasına resmen sat mış, Ertesi günü eski karımı kar şısında gören çapkın ihtiyar, hay- retten dona kalmış, “kadın, giyi- nir, kuşanırsa, güzel olur.,, demiş. Bor'da tabiatin güzel dekoru in- sanı mestediyor. Sıra sira uzayan bağlardan, bahçelerden rüzgâr getirdiği o temiz kokuyu teneffüs ede ede doyamıyorsunuz. Eğer A- nadolunun sabahmı görmek ister- seniz Bor'a geliniz. Orada sabahla- rm en güzelini, sabah melteminin en temizini, tabiatin en kuvvetli doyuran köşelerinden birini bula- caksmız. ran renklerin, bir zamanlar lar olmuştu! güzelliğini dahi bulamadım. Sandalcı eliyle gösteriyordu: — Tekirdağı iskelesine geldi İşte bir iskele ki, uzun müddet yıkanmamış bir insan tenj gibi a- gır kokular neşrediyor. Sahilde, kaynaşan kalabalığa doğru sanda- kı çektik: Bunlar, sözde deniz ban. yosu alan yavrucuklardı. İçlerinden birine: — Çocuğum, dedim, bu pis su- larda yüzmekten korkmuyor mu. sun? Bak, ortalıkta tifo var, d. yorlar!, Minimini ellerini, çırptı: — Ben bu suyu içmiyorum ki. İçinde yıkanıyorum... ocuklarla aramızda geçen bu konuşmıya birtakım ha- mallarda müdahale ettiler; iki parti olmuşlardı. Bir kısmı, bura. dan lâğım suyu geçmediğini iddia ediyordu, Ötekiler, burunlarını ha. vaya kaldırarak, cevap verdiler: — Duymiy misin, ileş gibi ko- hiyi? Derken, münakaşa büyüdü: — O lâğım mi ki?.. — Ya nedir? — Ziftli su akıyı.. — Get, işine... Lâğım kokusunu bilmemiyim ben!.. Artık dayanamadım. Suyun W- zerinde yüzen süprüntüleri göste. rerek; — Ya bunlar ne? diye sordum. Hâmalın biri omuzlarını kaldır. dı: — Aha, şu yüzen ekmek parça. Bi... Az buçuk ta tezek atmışlar. Hayvanlar terslemiş olmalı, Sa man sapı, erik, şu, bul. — Ya, üzerine konanlar?.. Z vallı, beni ömründe sinek görmemiş bir adam sanmiş olacaktı ki, haykırdı: — Sinnek begum.. sinnek onler.. — Affedersin, diye gülümsedim, ben onları arı zânnetmiştim! Sandalla ağır ağır, yolumuza de- vam ettik. Unkapanı iskelesinde, çocuklar, batmış bir kayığın ça. murlu suları içinde çirpmıp duru. yorlardı. Fotoğrafçı arkadaşı görünce, hemen poz aldılar: — Çek amca.. Çek resmimizi.. Zaten den resimlerini çekmiye hazırlan. mıştı, Çocuklarım, içine daldıkları su, o kadar siyahtı ki, biraz evvel oradan sürü halinde birkaç yüz Halicin, pislik O. ,£8 Dolu kıyılarında Çırpınanlar!.. münasebetle “Altın Boynuz,, adımı taktıkları, bizim zavallı Halic'i görmiyeli yıl. Dün, onun, dolambaçlı bataklığı üzerinde bir buçuk, iki saat kadar dolaştım. Yer yer, rengini değiştiren sularmda; değil denizin enginliğini, hattâ dere suyunun saz benizli durgun İşte.. körpe bir çocuk ki Halicin çöplerle dolu bir kıyı sında bilmem ne mürekkep balığı geçmiş “olsa, de- nizin rengini ancak bu kadar değiş. tirebilirdi, a$ iskelesi önünde Haliç bir kat daha bulanmıştı, Sen. dalcı; kürekleri, çocuğuna vererek, dümen başıma kendi geçti; sebebi- ni sorunca; — Ha, puraları, cıwik çamur. dur, dedi, sandal saplanırsa, dokuz alamana kayığı çıkaramaz! Sonra, bize, uzaktan bazı nokta. lar işaret ederek sözüne: devam etti, — Bu gördüğünüz yerlerin on karış aşağısında deniz arama) ©“ Boş bulunup sordum: — Neden? — Pislik, süprüntü, toplana top- lana, böyle adalar peydahlamıştır. Farkma varmadığın gibi, al aşağı edersin Sandalı... Ben, Sandalcı ile konuşurken, fo. to Hilmi de boş durmuyordu. O, buğün bir garip deniz avma çıkmıştı. Çirkefli sularda yıkanan birini gördü mü, hemen objektifle nişan alıyordu. Sandalcı bizi, Cibali önlerinden geçirerek, Ayakapı, Yenikapı, Fe. ner, Balat, Ayvansaray... Durma- dan dolaştırdı. Geçtiğimiz yerlerde, Yemişten Ayvansaraya kadar, hiç bir sahil parçası yoktu ki, çöp ka- rargühı haline gelmiş olmasın... De. nizin Üzerinde, bazan öyle kesif yağ parçalarma rastladık ki, tiksinti duy madan önünden geçemedik, Kirli su akmtıları, balıkhanenin yanm. dan başlıyarak, bütün Halici kap. kyordu. Haliçte, denizi, hakiki rengiyle görmek imkânı yoktu. Akla gele- bilen bütün süprüntülerden, birer nümune bulmak kabildi burada: Pabuç eskisinden sarmısak sapına ve kedi, köpek leşlerine kadar... andalcı, küreklerini, yosunlu Sulara bırakarak sordu: sulara bırakarak sordu: — Kasımpaşaya da geçelim mi? — Elbette! Orayı da görmeliyiz. cevabımı alınca: — Öyleyse kolonya şişesini ha, zırlayın! diye gülümsedi. Kasımpaşaya yaklaşırken, san. dalcrıya hem yerden göğe kadar hak verdim hem de yanımda, bir küçük kolonya şişesi bulunmadığı- na esef ettim. Yüz metre kadar ilerden koku başlamıştı. Rüzgürin havada uçur. Yine Halicin mikrop yuvası olan bir kıyısında yıkananlar güya yıkanıyor Çocuklarımız nerelerde Yüzüyor, yıkanıyorlar? N yi rü altında deniz diye birşey yoktu. Burası açıkta akan, korkunç, bass talık yuvası bir gerizdi!., Fotoğraf . objektiflerinde eğefı kokuları tesbit edecek kabiliyet ok saydı, bu resimlere burunlarını't. kamadan bakabilecek okuyucunu tahammüline gerçekten şaşılırd. Mendil burnumda, sandalcıyas | — Aman dönelim.. dedim! karışmca büsbütün korktum. dal, bu çamurlu anafor içinde kaya! bolabilirdi, Kendi kendime: — Tarihçi İbni Batuta'nm, mö zarmda kulakları çmlasın, dedim Altı asır evvel “taaffün etmekte oi duğunu,, kaydettiği Kasımpaşa d#” resini, altı asır sonra, ziyaret mek mümkün olsa, yine ayni Halğfi görecekti!,, İlerde bir yer gösterdiler: iskelesi imiş. Şaştım. Çünkü, çöp iski bir tek çöp yoktu. Ama, neme lâzım!,. Haliç, tanbaşa çöplük olduktan Dönerken, Yemiş iskelesini daha gözden geçirdik, Acıklı hal Sahil toprakları yer yer çökmi şurada burada birikinti sular... Sandalcı: — Beyim, diyor, siz buraları beş gün sonra görmelisiniz. ten acaba; sandal yol bulup bilir mi?.. u kısa seyahat, hepimizin diği bir acıkir hale di gözümüzü çekse yeridir; Dört yanı denizle çevrili olan tanbulda, rastgelen, rastgeli yerde denize giriyor, Eski bir atalar sözümüze “köpek mürt olmakla deniz 10! dar olmaz!,, mış! İyi amma, yusuf tı. Ve mikrop denilen lânetlinin dımı bilen yoktu. Bugtün ise, h yin pis ve temizi olduğu gibi, mi