Hind Yatak odama girer girmez Rüh- Barın, başucumdan ayrılmıyan ves- mi beni karşıladı. Kendi kendim- den utandım. Zavallı Rühsarcık!... O- nu nasıl da unutmuştum kaç gündür. PFaristen ayrılırken bir gidiyorum bile diyemedim. Ansızın kayboluşuma o da #aşmıştır ya. Babam da kendisini göre- memiş. Nasıl bir maceraya atıldığımı kimden haber alabilir ki?... Hususile Paris gibi, kimsenin kimseden haber almağa imkân bulamıyacağı bir yer- de!,.. İnsanların ne kadar menfaat düş- künü olduğunu bir kere daha anladım. Kendi derdime düşer düşmez, en can- dan bir arkadaşımı düşünüyorum da Ruhsar gibi bir arkadaşı günlerce v- nutmaklığım buna en kuvvetli bir mt- Sal. Köşkte resmile karşılaşmasaydım, Onun ismini belki de daha birçok gün hatırlıyamıyacaktım. Kusurumu affelti rebilmek için çabucak bir iki satır yaz- dım ve postaya gönderdim, Zavallı babacığım çok mahzun. Hak- kı da var. Biricik tesellisi olan yavru- cuğundan ayrılacak. Benim hüznüm de onunkinden aşağı değil. Birlikte yo- la devam etmemizi diledim. Buna bo- yun eğmesi, İstanbulda bütün işlerinin altüst olmasına razı olması demek. Kı- sa bir zaman içinde her İşİ yoluna ko- yacak. Bir an önce gene birbirimize ka- vuşacağımız düşüncesi, ikimize de ku'v— vet veriyor. Zaten, erkekce sö- zü de, babam bize iltihak etmeden dü- ğün merasimini yapmamak. Güzel, Bu noktada prense emniyetim var. Bunca gündür geçen arkadaşlığımız esnasın- da işlediği biricik kabahat, dudakla - rımdan, pek tabil bir heyecanm tesiri- ne kapılarak, aldığı iki puse, Babam da bu hususta müsterih: — Prens... diyor... Tam manasile bir centilmendir. Diğer bütün fena Guygulardan uzak bir insan olarak o- hu tanıdım. Hakkındaki dedıkodı'ıla_m_ı, doğrudan doğruya birer gazeteci ıhîı- Ta olduğunu da şu son beş ön günlük seyahat bize anlattı. 200 kişilik h"' l'f”' rem taşıdığı iddia edilen <«Âkdeniz in- bisi> nin' güvertelerinde, birkaç İngi- liz kadın hizmetçi müstesna, tek kadın yoli «— Prens bu güzel yatınızd neden Kendimi onlara benzettim. Gîrişüğım işden caymak için bir işaret yetebile- cek. Bereket versin, deniz ortasında- n kaçacak yerim yok. ş Şuâ'dı“yçışlnrımı. ufuklarda clı_)ğ.ın gı')- neş güçlükle kurutabildi. Güvertenin yazlık salonunda, kahvaltı masasının başında, Prens, tatlı bir gülümseme ile; — Ayrılış günü bit larınız neş'elerini yeni: Prenses!.. dedi. — Beni haksız bulmayınız, Prens!... — Anlıyorum!... Babamla ne türlü bir hayat geçirdi- ğimizi anlattım. i : — Ne güzel şey!... diye gülümsedi... Zaten bunu tahmin ettiğim için değil midir ki bizden hiç ayrılmamalarını kendisinden bir çok defa rica ettim. ü bana bir kuv- ŞA Bane YadAZ a pürüzsüz bir cemiyetin canlı bir ifadesiydi. Korku- lerıma, endişelerime, kendimi yalnız hissetmekliğime kendim de kızdım. B_u adamın kalbinde saklı hiç bir kşiı-(l ni- yet olamazdı. Düğün merşsinîı. bizi ebedt bir bağla birleştireceği güna ka- dar bu asılzade, benim için bir nmnh gibi de değil, bir kardeş kadar temiz bir arkadaş kalacaktı. a Marmaranın tüllerinden — Akdenizin ti. Artık dudak- den - takınabilir. Börmedik!... b Prens, centilmenliğini, bir hargkcu— le daha isbat etti. İstanbul noterliği de resmi bir teminat mukavelesi hazir: lattı. Buna göre, babam kendisine ilti bhak etmeden, benim şahsıma zarar Ve- Tebilecek en küçük bir hâdise wukubul- duğu takdirde, Türk bankalarına yatır- ği yirmi bin liralık servet, kayıdsız ll'î şartsız, babamın emrine verilecek- Hareket günü babamla aramızdaki Ayrılık sahnesini hiç unutamı yacağım. O, bir çocuk gibi ağladı, göz yaşlarını saklamağa çalışan bir baba gibi de ben Onu teselliye çalıştım. Yat, Sarayburnu açıklarından süzül- Neğe başlarken, motörün içinden onun ırıklarının bizi takib eder gibi Ol- üğunu sanıyordum. Gecenin tülleri Ufukları sararken de kamarama kapan- Üm, yalnızlığımı hissettim. Ya 0..- Bü a kim bilir nasıl bir yalmızlığın hüznü içinde kıvranıyordu. —I19— Yalnızlığımı ilk defa bu gece hisset- tim. İlk defa olarak ta gene bu akşam, Maceralara tapan Truhuma Tağmen. korktum. Bu belki de gülünç. — Âma, Guygular insanın elinde — bir oyuncak “'!%:ıı ki, Aksine, iği bam yanı başımda iken, €n ğ kunç maceralara atılmak için bile ken- Ümde büyük bir cesaret bulur gihi 0- tdum. Yalmız değilken cesaretten hsetmek, kendi kendini aldatmaktan, bir palavradan başka bir şey değilmiş !... Hani bazı adamlar yardır, ar- ::dılâîırlı gezerken mığl'“l'yğ: :';::: y taslarlar, cihana me! lar, yalnız kalacaklarını - farkettikleri İka, herkesten önce Sıvışıverirler... aÜD ğ atılırken artık müsterihdim. şî:î”:usıı—*î orkestrasının nağmeleri, ufukları süsleyen adaları ve adacıkla- r okşarkken, çenuba doğru son hızi tık. !Jl:ğı:m Âbâdın ciddilikle karışık câ- zib ve tatlı arkadaşlığı, bu Tüks gemiye dar da yaraşıyordu. d ue:;kdeniı incisi>, cidden eşsiz. l_:'ır şdi. Prensin mihmandarliğile bütün şe,mğıı gezdim. Kışlık salonlar, yazlık ğ:hçeler. ayrı ayrı dıireler; oyu: od:: ri, jimnastik ve spor yerleri, anşd' işeRi h' gemiciliğin birer şahesgrl_—, i. Xe tarafdaki bir daireyi görme- gibi bir Hindli- beklediği bu yer, Prensin iladesine göre, kaymetli bazı eşyaya mahsus depo imiş. Bir ara, bir merakımı yenemedim, sordum! bu güzel yatınıza neden, — Prens, mndir:ımn hiç de ynkınmdn bulunma- ir denizin adını — Çünkü bu gemiyi lî)k iz, denizlerin bir ğ nı:k:ıe;:: denizlerimiz gibi doymaz bol'r canavar, ne dü Ok: 'ınugım:“î:ıı d.ı.;. ma susamış bi tuza ç â;:nğl:e güzel bir kıza benzç.tığm bu ince yıpılı gemime, böyle bir canava- rın adını elbet veremezdim. el — Ne açık bir sebeb.. düşündü) de: Hortumları dağlar deviren Hind deniz- lerinin, bir dalgası bin bir demir pknx. 1 eriten Okyınusl.ırm kızıl ufuk - ş::'nn nisbetle Akdeniz, gerçek ne ka- F arsız bir dost. ; dulruîısîıî son ışıkları da ortadan kay- bolurken, Ti n mavi ışıklara bü- güverteni ' Tei müzik nağme- salmcakları, merkezlerinden süzülen SON POSTA arında Akdeniz İnolsi adını verdiniz?» lerini birer ninni ediniyor gibi!... Ra- kel Meller, mahud «Violettera» sını |söylüyor. «Şühâne menekşe» lerin göz İkamaştırıcı bakışlı yıldızı sanki yanı [bışım:zdn... Salıncaklarımızın yanın- |dan geçiyor. Yalnız, üzerimize doğru fırlattığı çiçekler eksik bu gece.. Nis, Akdenizin sularına —taşındı — şimdi.. «Akderjizin incisi», Avrupanın şehir- ler incisiyle kucak kucağa!... «Violet- tera» yerini yeni bir «Poemse bıraktı. (Arkası var) Bugünkü program İSTANBUL 12 Temmuz 1938 Salı Öğle neşriyatı: 1230: Plâkla Türk musikisi. 1250: Hava- dis, 1308: Plâkla Türk musikisi. 1330* Muh- telif plâk neşriyatı. Akşam neşriyatı: 1830: Hafif müzik: Tepebaşı - Belediye hahçesinden naklen. 19.15: Koönferans: Be- yoğlu Halkevi namına: Bemih Mümtaz (Mu- aşeret telâkkiler). 1950: B oca haberleri. 20: Baat Ayar: Grenviç rasadhanesinden naklen. Vedin Rıza ve arkadaşları tarafın- dan Türk musikisi (Kürdili, Muhayyer), Hü- saeyni). 2046: Hava raporu. 2048: Ömer Rı- ya Doğrul tarafından arabca söylev, 21: Sa- at fyarı, Örkestra. 21.30: Cemâal Kâmll ve ars Kadaşları tarafından 'Türk musikisl (Ma- har), 2210: Müzik've varyele: Tepebaşı Be- lediye bahçesinden naklen. 22,50: Son ha - berler ve ertesi günün programı. 23: Saat Ayarı, ANKARA 12 Temmuz 1838 Salı Öğle neşriyatı: 1290: Karışık plâk neşriyatı, 12.50: Plâkla 'Türk musikisi ve balk şarkıları, 12.15: Ajans haberleri. Akşam neşriyalı: 18.30: Plükla dans musiklsi, 1915: Türk musikisi ve balk şarkıları (Mukadder), 20.00: Baat üyarı ve Arapça neşriyat, 20.15; Türk müsikisi (Güler), 2100: Keman BSolo: Prof. Nocdet Remzi Atak. Piyanoda: Prof G. Mar- koviç. 2113: Stüdyo salon orkestrası. 22.00: Ajans haberleri. Nöbetci eczaneler Bugece nöbetçi olan eczaneler şunlar- dir: İstanbul cihetindekiler: Aksarayda: (Şeref), Alemdarda: (Ab- dülkadir), Beyazıdda; (Belkis), Samat- yada; (Brofilos), Eminönünde: — (Meh- med Kâzım), Eyübde: (Hikmet Atlamaz) Fenerde: (Hüsameddin), Şehremininde: (Hamdi), Şehzadebağında: (Asaf), Ka- ragümrükte: (Arifi, — Küçükpazarda: (Bulüsi), Bakırköyünde: (Hllâb, İstiklâl tadatada: (Hüseyin Hüsmü), Taksimde: (Limonciyan), Pangaltıda: — (Nargileci- yan), Beşiktaşta: (A Rıza), Boğariçi, Kadıköy ve Adalardakiler; Üsküdarda; (İskelebaşı), Kadıköyün- de; (Büyük, Üşler), Büyükadada: (Şina- si Rıza), Heybelide: (Tanaş), Yazan; Yedad Ürü (Epjiyetli, biraz da Fr. çi dar Ökeyersanen Niğde tahrirat kaleminde ? racı altında biten memuriyet hayatı: 34 ; Sayfa 13 şlayıp İstanbulda Devlet kapısında elli yıl Yazan: Eski Dahiliye Nazırı veeski meb'us Ebubekir Hâzım ansızca bilir bir genç kâtib arayan Abdurrahman Paşa kendisinden 20 lira maaş istenince: “Büdcemin okadar aylığa tahammülü yok!, deyip bu isteğinden vazgeçmişti Bonya valisi Said Paşa Mektubcu Nazım bey ile hemen her ge- ge buluşuyorduk. Hattâ sabahları da Na- zif bey ile birlikte evine uğrar, arabasına binerek hükümet konağına giderdik. Gene bir sabah, Nazım beyin evine git- tiğim zaman, kendisini bir şey yazmakla meşgul buldum. O sırada vali yaveri de karşımıza dikildi. Nazım beye mühim bir meselenin müzakeresi için, derhal vi- lâyet konağına gelmesi icab ettiğini söy- ledi. Bunun üzerine, Nazım bey elindeki kâğıdı ve bir telgrafı-bana uzatarak: — Vaziyetten senin hiç haberin olm- yacaktı. Fakat vali paşanın müzakere i- çin çağırdığı meselenin ne olduğunu bili- yorum. Konuşulması uzun sürecektir. Halbuki yazdığım mektubun bugünkü postaya yetişmesi elzemdir. Verdiğim küğıdı artık sen tebyiz et, hattâ benim imzamı da at ve taahhüdlü olarak posta- ya gönder, dedi, acele ile gitti. 'Telgrafa bir göz attım. Şu mealde idi: Konya mektubcusu Nazım beyefendiye Buraya gelmek ister misiniz? V4 teşrinisani 301 Ahmed Kastamonu mektubcusunun — velat et- tiğini gazeteler yazmış olduğundan, va- ziyeti derhal kavradım. Telgrafın mün- derecatından anlaşılacağı veçhile, Nazım beye Kastamonu mektubculuğu verilmek isteniyor demekti. İşte, Nazım beyin bu telgrafa verdiği cevab çok enteresandır. Kendisine teklif olunan bir memuriyete, küçük bir kâtibi Jâyık görmek, bu vazifeye onun tayini istemek gibi büyük bir âlicenablığa ter- cüman olan bu mektubun - müsveddes! aynen bende mahfuzdur - son kısmını 2- şağıya yazıyorum. Bu suretle Nazım be- yin necib ruhuna karşı minnettarlık va- zifemij ifa ettiğimden dolayı büyük bir haz duyuyorum. Kastamonuda bahriye nezareti tahsil memuru Ahmed beye «Vefadar Ahmedim, «..« Buraya gelelidenberi vali paşa haz- retlerinden fevkalâde hürmet, pek ziya- de emniyet görmekteyim. Başka ne ol- sun? Müşarünileyhin şu inayetlerine kar- $ı, kendilerini bırakmak elimden gelmi- yor. Sen de razı olmazsın değil mi? «Ahmed, sana bir genç tavsiye edece- ğim. Konyanın maarif başkâtibidir, İsmi Hazımdır, Bu çocuk mukdim, müsta - kim, kâtib, dirayetli söz anlar bir genç- tir. Lütüf gördüğü yere ilelebed min - netlar olur, sadakat gösterir, sebat eder, mesleği, kalbi, namusu var. Mümkünse Kastamonuya bunu almız; delâletinden mahcub olmazsın. O memnun olursa ben de memnun olurüm. Baki varol, mektu- bunu eksik etme. 16 teşrinisani 301> Usule, kanuna son derece riayeti ile maruf olan Abdurrahman paşanın yir- Mi iki yaşında bir genci — mektubeu yaptırmak istemiyeceğini tahmin et - mek güç bir şey değildi. — Onun için, benden daima jurnal tarzında mektub isteyen babama bu hususa dair bir sa- tır bile yazmadığım gibi, bir evde o w turduğumuz Nazif beye de malümat vermedim. B Bir ay kadar sonra, Nazif bey, İs « tanbulda bulunan kayınbabası — Sabit paşadan bir mektub aldı ve bunu ba- na da okudu. : Abdurrahman paşa vaktile, Bağdad vilâyeti valisi iken, Sabit paşa da mu- avini sıfatile maiyetinde bulunmuş. Na zif bey, Kastamonu vilâyetine — bağlı Çankırı livası muhasebeci! den Kon ya âşar nezareti başkâtibliğine tayin olunarak yeni memuriyetine — gelmek üzere İstanbula dönerken Kastamonu- da Abdurrahman paşaya bir veda zi - yareti yapmış. Bu esnada paşa: — Ehliyetli bir kâtibimin, mühürda- rımın bulunmamasından dolaâyı — çok: sıkilıyorum. Kayınbabanız paşaya se - lâmımla beraber söyleyiniz: Bana İs - tanbulda Fransızca da bilen iyi bir kâ- tib bulsun, demiş. Sabit paşa da, Abdurrahman paşa « nın dileğini yerine getirmiş. Fakat ay- da yirmi lira maâş isteyen bu memuru «büdcem o kadar aylığa müşald değil- dir » cevabile, Abdurrahman paşa red- detmiş. Ertesi sabah, Nazifi, müşlereken kul- landığımız yazı ve kitab odasında bul- düm. Hizmetçimiz ermeni kadınla, pos- taya bir mektub gönderiyordu. *— Maşallah, nazar değmesin, dedim, bu sabah benden erken — kalkmışsın. Hattâ, mektub yazmağa bile vakit bul mMmuşsun! — Evet, dedi, yüzde doksan semere- sini umduğum bir mektub! — Kayınbabanıza mı? — Hayır! Abdurrahman paşaya, Ka- yınpedere cevab vermek için, bu kadar aceleye lüzüum yok, Ne yazdığımı da anlatayım. Paşaya, kayınpederin mek - tubundan bahsederek seni tavsiye et - tim, Bir sene önce başladığı Fransız « cası belki şimdi zayıftır, fakat çalış « ma tarzına nazaran, sür'atle kuvvetlen direceği şüphesizdir, dedim, — İyi, Fakat mektubu — yazmadan, hattâ postaya vermeden evvel tasav - vurundan niçin bana bahsetmedin? — Sana söylesem, acaba Said paşa « yı gücendirir miyim, diye tereddüd ve mektubu göstersem, beni çok uçurmuş-. sun diye de itiraz ederdin? ' Bunun üzerine, Nazife, — mektubcu Nazım beyin evvelce gönderdiği meke tubu anlattım. Güldü: M — Yerinde bir mukabelel bilmisil ole muş, dedi. Mademki umduğumun zıd- dına, Nazım beyin mektubunu benden gizlemişsin. Sana haber vermeden bes nim mektub yazmam ve göstermeden postaya vermem tam yerinde imiş! Ma- amafih, senin öyle kolaylıkla elden çı- karılabilecek bir meta olmadığını; çün kü Vali paşa tarafından evlâd, mek - tubcu bey tarafından — da kardeş gibi sevildiğini ilâve etmeği — unutmadım. (Arkazı var)