Operada bir gece Pariste herkes böyle bir dolabın et- Tafında dönmeğe mahküm. Bereket Versin, göz kamaştıracak o kadar şey Var ki gözler bağlanmıştan farksız, ya- Ti kararıyor. Yoksa baş dönmesinden kes sarsak olurdu. Bir çöl ortasına salıverselerdi de hay- Gi istikameti bul deselerdi bugünkü Bezintimizde korktuğum kadar ne kor- .ardım, ne de yorulurdum, eminim. Ne Yana yürüsek her meydan bir dev, her tüdde bir salamura! «Eyfel» kulesi, dedikleri kadar var- Miş, Fransanın işıklar memleketi ayak Altında, Bana bile çalım geldi. On, on dakika için bir hükümdar tacı giy- diğimi sandım. Gözönüne âdeta bütün Günya serili. Buradan bakarken en hey- betli âbideler, ne kadar da cılızlaşıyor. Napoleonların sarayları bile küçüldü, ildü ve bir karıncanın gövdesine Siğdı. Koca «Sen» nehrinin yanında Timdi genç bir kız kordelâsı bile kalın. Yaman «Eyfel>!... Demirin kudretine Xe azametler esir etmemiş!... Külenin gazinosu gerçek güzel, Bi- Ter çay içtik. Bu kadar zevkli bir çay İçtiğimi bilmiyorum. Belki bu da, ser- Büzeşt seven ruhumun harikulâde bir külede bulunmaktan duydüğu haz!... işimiz olmasaydı da bu yerde sa- Atlerce kalsaydık!... Bir fotografcı resimlerimizi çıkardı. büyük ustalığı, fotograf entrikası Yapmakta. İnsanın bir portresini yapı- Yor ve başını, Eyfel kulesinin tepesine Olurtuyor. Hayli güldük. Koca Parise en Eyfeli, şimdi de kendimize RBövde ettik. Fransız doktor dostumuz benden pek de az antika değil gibi. Üşenmedi, gündüz yemeğine bizi tâ *Rüdezekol» deki Çin lokantasına gö- Hirdü. Tam manasile orijinal bir yer. — Rahat yemeniz için değil, garib manzarayla tanışmanız için sizi bu- Tüya getirdim!... Dedi. Doğru. Rahat yemedik ama ak- hmıza gelmedik bir dekor içinde yaşa- Ük. Yarım saat için Çine uğradık. Ye- Mekler Çin yemeği, servis Çin usulü, Yiyenlerin çoğu Çinli. Parisin zevk â- ilerinde kim bilir neler toplamak i- Tn memleketlerinin öbür bucağından buralara gelen şık Çin kadınlarının ke- Tik değneklerle pilâv yemelerini sey- Tetmekten kimin yiyecek düşünmeğe $ var ki!l. Serviste çatal, kaşık var Ama bunları kullanan bizden başka kimse — Çinliler pirince bayılırlar. Bunu tarzları şaşilacak şeydir. Pirinç fanelerini ağızlarına atmak için ince ik değnekleri öyle uslaca kulanır- hrkit.. Ve ilâve etti: Burası, Parisin hayli pahalı lo- kantalarından birisidir. Örkestrası mü- kemmel, dansları meşhur, yemekleri o- #ifinal, Çinli kibarlardan ve Çin kadın- İtrından başka devam edenleri hep a- *stokrat insanlardır!... Hele cumartesi Rünleri, pazar tatilini geçirmek üzere Lemdradan tayyarelerle akın eden İn- '_üz lordları buraya mutlaka bir kere lar. Ne olursa olsun, doymadım bile. Bu huru pilâvı görünce, İstanbuldaki aşcı- —!!mmn bol yağlı, bal gibi kuzu pi- "' gözlerimde tüttü. Çin lokantasından sonra bir otomo- —l atladık. Soluğu Luvr müzesinde O ne ihtişam, o ne göz kamaştı- he galeriler. Tarihlerin azametini can- k'”lııg görmek için bir defa mutlaka ı*Vr müzesini görmeli. Burası müze WI. bâşlı başımna bir âlem. Romanlar- İ &, seyahat kitablarında Paris adı ya- hit Lüvr sözünü de tevekkeli her va- EKörmüyorduk. Muharrirlere de bak 'dim, seyyahlara da. kovmeden döndüğümüz vakit orta- kararmıştı. Ama Pariste ortalığın —'lrmııı demek, yeni bir güneşin d>- ğm demek. Pariste sadece gök kara- » şehrin gecesi yok. Parisin gecesi, İlndüzün Parisinden çok daha fazla Söze vakit bırakmadan kartı kaptım. Bir kaç resim altında tanıdık bir isim: Nâzım Abâd.. aydınlık. Asıl Paris, işte bu saatlerde meydana çıkar; Parisin ne demek oldu- ğu geceleyin daha iyi anlaşılır. Öyle yorulmuşüm kil,,. Zaten gece- den de uyküsuzum. Gezme hevesi bu- nu bana unutturmuştu. Şimdi farkına vardım. İnsan çok şey görünce sahiden sersemleşiyor. Sabahtanber; nereleri dolaştığımız aklıma geldi de âdeta ür- perdim. Parisi dolaşmak, başka memle- ketlerde şehirden şehire göç etmek gibi bir şey!.. Bereket versin yer denmemiş, hava denmemiş, toprakaltı denmemiş, bin türlü nakil vasıtaları her yana ser- pilmiş de insan, yorgunluğunu ancak ©- vine döndükten sonra duyabiliyor!... Dün gece Prens Nâzım Abâd'ın şah- sile, uğraşlım, durdum. Bu akşam is- karpinlerimi çıkarmak için kendi ken- dimle meşgül olmağa bile takatim yok. Yalnız bir fikir: Neden caddelerde, meydanlarda geçen her lüks otomobil içinde onu arar gibi oldum?... Besbel- li: Hindlinin mükellef otomobilinde kurulmak, bugün bizi dolaştıran taksi- Tarihten Sayfalar (Baştarafı 9 uncu sayfada) ona âşık oldu ve evlenmek istedi. Fakat bu arzusu reddolundu. Sinan Paşanın bir oğlu vardı. Çok ya- kışıklı ve gençti. Mihri bu delikanlıya gönül kaptırdı. Onun aşkile yanıp tu- tuşmaya başladı. Aşk o derece hızlandı ki açığa vurmaktan çekinmedi, şiirler yazdı: Hâbdan açtım gözüm nagâh kaldırdım seri Karşımda gördüm durur bir mahı çehre dilberi Talüm sddoldu yahud kadre erdim gakiba Kim mahallem Üçre gördüm geca doğ- muş müşteri Gözümü açıp yumunca oldu çeşmire- den nihan Şöyle teşhis eylerim kim ya melektir ya peri Etdi çün âbı hayata <«Mihri> ölmez haşredek Gördü çün şeb zulmetinde ol ayan «İskender» &. Bunlar muhitte dedikodular doğuru- yordu. Hattâ kadın şairi hafif bir kadın olarak telâkki edenler vardı. Neyleyim biçare gönlüm bir dem ol- maz yürsız Öpsem olmaz nitekim cehdeylerim bu lerden çok daha fazla tatlı gelmiş ola- cak!... Odamın penceresinden büyük cadde- yi seyrediyordum. Kapı açıldı. Babam elindeki kartı göstermekle beraber: — Nermin!... diye haykırdı.. müjde- mi isterim. Operada bir ziyalet!... Söze vakit bırakmadan kartı kap- tım. Bir tac resmi altında tanıdık bir isim: Nâzım Abâd!... Akşama operada locasını şereflendir- memizi diliyor. Çok nazikce bir davet. Oynanacak operanın ismi de bildirili- yor: Ayda!... Çocukluğumdanberi nağ- melerini işide işide az, çok âşinası oldu- ğumuz bir operayı seyredeceğimden mi, yoksa Prens Nâzım Abâd gibi yük- sek mevki sahibi biri tarafından 'davet edildiğimizden midir, nedir, öyle bedif bir zevk duydum Sevincimden babamın boynuna atıldım. (Arkası var) Devlet kapısında Elli yıl (Baş tarafı 7 nci sayfada) Nazım bey, simaca, cidden sevimli bir zattı. ruhu da, sevimli simasının vâdettiği necabeti itekzip etmiyecek derecede yüksekti. Onunla üç yıl süren daimi müvanesetimiz, tahmin ettiğim gibi beni son derece mütelezziz ve müs- tefid etti!. Gerek Said paşa, gerek Nazım bey, beni terbiye ve tenvir elmeyi, kendile- rine bir insanlık vazifesi saymış gibi hareket ettiler. Bana bir evlâd muüme- lesi yaptılar. Nazım beyi, Konyaya vardığım gü- nün akşamında ziyaret etmiştim. Oda- sına girdiğim zaman zeki mektubcu, gülmüş: — Gel bakalım, küçük mektubcu... Demiş, ve ilâve etmişti: — İnşallah, büyük Mmektubcu da olursun! Ben, hürmet ve sevgile elini öperek, gösterdiği sandalyeye oturdum. Ve ona karşı o günkü konuşmamız esnasında duyduğum sevgi, saygı, beraber geçen yıllarımızın her gününde biraz daha arttı. Kâtibi bulunduğum meclis, her pazar arsız | günü, valinin konağından başlıyarak, Vastım ikrar edip saldı beni sevdalara | bütün üzanın -mevsime göre-evlerinde Döndü inkâr eyledi bu dini yok ikrarsız | Hubların mihrine Müihri ölürüz terket- meziz Kim ne der ise deşün biz olamazız yürsz... Bu satırlar onun hakkındaki zanları kuvvetlendiriyordu. O kadar ki Mihri başka bir şilr yazmak suretile namusunu müdafaa ihtiyacını duydu. İbrahim Necminin edebiyat tarihine göre, bu ateşli, hassas aşk ve heyes şalri gerçekten hiçbir hafiflik yapmamış, A- masyada olan mezarı herkesin hürmetle ziyaret ettiği bir yer olmuştur. veya bağlarında, bahçelerinde topla - [ nırdı, Bu toplantılarda, müzakere daima, hatırı sayılıar bir öğle yemeğinden son- ra başlardı. Bu haftalık ziyafetlerin başlıca ga- yesi, hayratı, müberratı münderis ol- dukları tedkikat ile anlaşılan; üstelik de yeniden yapılmalarına hacet ve mahal görülmiyen çeşid çeşid eski za- viyelerin ve sairenin her kapanın elin- de kalmış bulunan gelirlerini zaptet - mekti. (Arkası var) Çubukluda Bir Gün 'Tıpkı kadın şapkaları, kadın esvabları gibi, semtlerin, mesirelerin de'modalar: var, Her yaz, başka bir semtin modas: çıkıyor, Bir yaz Caddebostanı revaçta idi. Bir yaz Suadiye rağbette idi. Bir yaz Florya gözde idi. Bu yaz da, şimdiye ka- |dar adını pek seyrek işittiğimiz Çubuklu |moda oldu. Her pazar günü, halk, adetâ sözleşmiş gibi, Boğaziçinin bu nefis sahilindeki Ko- ru gazinosunda toplanıyor!.. Bu pazar günü, İstanbulun dört buca- gından Çubukluya akan kalabalığa ben de karıştım. Köprüden saat 13 de hareket eden va- pura yalnız başıma bindiğim zaman, bir buçuk saatlik yolu nasıl geçireceğimi dü- şünüyordum. Fakat tesadüf. beni bir yı- ğin gazeteye, mecmuaya bir sürü para vermekten kurtardı. Çünkü vapurun gü- vertesine çıkar çıkmaz, neş'eli bir dost kafilesile karşılaştım: İçlerinde, baba Ra- şid adında hoşsohbet ve amatör bir med- dah ta vardı. Taklidli, nükteli, ve zarif hikâyelerile baba Raşid bizi, sade Çubuk- hya varıncıya kadar değil, Çubukluda geceyi edinciye kadar oyalıyabilir, gül- dürebilir, eğlendirebilirdi!.. Nitekim, öyle oldu: Üsküdarı geçtik- ten sonra, 72 numaranın yolu, baba Ra- şidin de çenesi açıldı. Bize evvelâ, Çu- buklunun tarihini anlattı: — Ben, dedi, Şirketihayriyenin çıkar- dığı «Boğaziçi» adındaki kitabda okumuş- tum. Merhum Ahmed Rasimin o kitabda yazdığına göre, eski padişahlardan birisi, Boğaziçinin Anadolu xahillerinde avla- nirken, Çubuklunun şimdi bulunduğu mevkide bir mola vermiş, Çubuklunun © zaman daha ismi bile yokmuş. Padişah. oradan ayrılırken ihtiyar bir adamla karşılaşmış. O gayri meskün sahilde mün- zevi bir ömür geçiren ihtiyarın dinçliği neş'esi ve gürbüzlüğü padişahın nazarı dikkatini celbetmiş: — Sen, demiş, bu kadar sıhhatli olma- nin yolunu nasıl buldun? İhtiyar: — Ben, den.iş, Bl yaşımdayım. Fakat 20 yaşında delikanlıların kollarını çöp gibi, çalı gibi kirabilirim. Bu kuvvetimi do, buranım havasına, suyuna borçluyum! Padişah horaretle sormuş: — Buranın havası, benim sarayımın havasından da güzel mi? — Elbette... Senin sarayın bahçesine fidan dikersin, çalı biter. Halbuki buraya çalı diksek, ağaç yetişir!.. Padişah tereddüde düşünce ihtiyar: — İstersen bir dene! demiş ve muha- tabının elindeki kiraz çubuğunu göstere- rek ilâve etmiş: — İstersen, şu çubuğu şuraya dik, gele- cek sene gel kirazını ye! Padişah bu sözleri tebessümle karşıla- mış, fakat sıhhatli ve sevimli ihtiyar, pa- dişahı bu terrübeyi yapmıya Tazı etmiş ve padişah kuru kiraz çubuğundan bas- tonunu, bulundukları yere dikmiş... Ahmed Rasimin, kim bilir nereden öğ- renerek iddia ettiğine göre, bir sene son- ra, o kuru çubuk yapraklanmış, birkaç sene sonra da meyva vermiş ve padişah bunu gördükten sonra da, adını: «Çubuk- Yazan: Naci Sadullah vun getirdiği su çişesine bakıyorum: Şi- şe, manzarasile bile hararet söndürebile- cek derecede buğulanmış. Arkadaşlara: — İşte, diyorum, en az altı ay Frijider- de ikamet etmiş bir şişe. Baba Raşid gülerek cevab veriyor: — Evet... İhtiyar kadın cilvesi kadar soğuk mübarek!... Garson da söze karışıyor, ve beni tek- zib ediyor: — Şişe Frijiderden gelmiyor bayım... Buranın suyu, kudretten soğuktur!.. Biz bunu membamdan doldurup, doğruca müşteriye veriyoruz! Garson uzaklaşırken, Baba Raşid: — Gördün mü? diyor, Çubuklu suyu- nun Frijidere sokulduğunu zannetmen, garsonu hiddetlendirdi. Bunu Çubuklu suyuna hakaret saydı. Bizden sonra gelen vapurlar, koca ga- zinoyu tıklım tıklım doldurmuştur. Seç- me bir sazın yaplığı Tfasıl, müşterilen neş'elerini tamamlamıştı. Dev cüsseli tambul çınarların koyu gölgesinde, sahil- de çırpınan dalgaların şıkırtısını, fiski- yenin şırıltısını, yapraklar arasında ötü: şen kuşların cıvıltısını, ve sahneyi dol duran san'atkârların konserini bir arada dinlerken, neş'eli kafasını habire tütsü- leyen Baba Raşid garsana bilmem kaçıncı defa seslendi: — Rakı yetiştir. evlâd! Sonra bize dönüp: — Ben, dedi, burasını beğenmedim ço- cuklar. Merakla sorduk: — Neden? — Buraya rakı dayanmıyor yahu'.. Akşam Üzerine doğru bu güzel dekor içinde san'atkâr Safiyenin sesi de yükse- lince duyduğumuz haz bir kat daha arttı. Az evvel kahkâha seslerile, bir havrayı andıran koca gazinoda tabak şıkırtısı, su gırıltısı, sandalya gıcırtısı bile kalmamıştı. Smokinli konser dinleyicilerini utandı- rabilecek kadar koyulaşan bu süküt için- de, garsonlar bile, birer hırsız gibi, ayak- larının uclarıma basarak dolaşıyorlardı. Arkamdaki masada oturan bir çift, başbaşa vermişler, ve gözlerini yumarak, iç âlemlerine gömülmüşlerdi. San'atkârın gür sesi perde perde yük- seliyordu: Sevdaların en coştuğu yer şimdi Bo- 1 lu» koyduğu o semtin ihya olunmasını | ğazdır ferman buyurmuş! Bunu anlatan baba Raşid gülüyor ve: — Bunları okuduktan sonra, diyor, ba- na bir hal oldu. Ne zaman Çubukluya a- yak bassam, toprağın yaratıcı kuvveti, tabanlarımdan vücudüme sirayet edecek te, beni hünkârın kuru çubuğu gibi ye- şertecek sanıyorum! * İnsan, Çubuklu gazinosuna girer gir- mez, oraya © büyük kalabalığı toplıyan sebebleri sezmekte güçlük çekmiyor, İn- Bana cazib görünen ilk hususiyet, müşte- rilerini tâ — iskelede, birer — birer karşılıyan gazina sahibi Bay Mustafa Cebecinin mütebessim ve yumuşak — si- Ması!. Baba Raşid onu da tanıyor ve bir masa başına yerleştiğimiz zaman bize, onun hakkında şu şayanı dikkat malümatı ve- riyor: — Mustafa Cebeci, Çubuklunun hem Aşığı, hem Marko paşası, hem de canlı ve fahrf belediyesidir. — Herkesin derdini dinler, her müşteki- nin gönlünü hoş etmiye çabalar, ve Çu- bukluyu diriltmek için ölürcesine ça- lhışır. Buradak!i asri helâ, çeşme, stadyom onun eserleridir. Şimdi de sırf Çubuklu- yu şereflendirmek gayesile, bu gazinoyu işletiyor. Baba Raşid bunları gnlatirkem, garso- O zaman etrafıma bakındım. Din- leyicilerin yüzlerinden, çalışmakla geç- miş bütün bir haftanın yorgunluğu, si- hirli bir süngerle silinmiş gibi idi. Geç vakit, halkı, neş'e içinde bırakıp uzaklaşırken inandım ki, Safiyesile, sazi- le, suyile, havasile Çubuklu, neş'e susuz- luğile kurumuş ruhları da, tıpkı hünkâ- rın çubuğu gibi çiçeklendirip, tazeleşti- riyor! Naci Sadullah Heneerennen eerersenceRE AAA * . Resimli zabıta A . « hikâyesinin . hal şekli Pipoya dikkatle bakınız (4 numaralı resim), farkedeceğiniz gibl bir — köşesi daha fazla yanmıştır, siyahlanmıştır. Bu da Ernestin sağ elini kullandığını göste- rir. Ernest solak olup da, kibriti sol elle yaksaydı, karalık piponun öbür tarafında olacaktı. Sonra, müfettiş maktulü mua- yeneye geldiği zaman, yumuşak yakasın- daki iğne onun solundan sşağına doğrü Diştirimişti. Bu da solak bir adamın bu- nu yaptığını ispat ediyordu. Demek oluyor ki, maktul, kendi evinda öldürülmüş, giydirilmiş ve kuyuya taşın- maştı. Müfettiş evin etrafını dolaşmış ve orada pijama ceketini de bulmuştu.