yava sıcak, pek sıcaktı. Güneşin ya- ii ışıkları altında nehrin suları göz- i kör edecek bir ışıldayışla parliyor- Buna mukabil sahile kadar uzanan aya gölgeli vahşi ormanların gölgeli Şilliklerinde çekici bir letafet ve se- Mik vardı. €n kaplana soruyordum: > İlk iskeleye ne zainan varacağını- İâhmin ediyorsunuz? Berit uykudan şişmiş göz kapakları- açmıya çalışarak cevab verdi: va Allah bilir. Vakti gelince varmış uz, Ni Ben gemide kaimak istemiyorum, Ya çikacağım. > Ya, öyle mi”. Pekâlâ, pekâlâ!... Aslen ve neslen haydud olan bu ya- : korsan, yarı kaptan Çinliden âlabil- iin cevab bundan ibaret kaldı. Ga- nerede bulunduğunu, nereye gide- Bini kendisi de vazihen bilmiyordu. he lüna herif dünyanın farkında de- 48. Bütün mürettebatı gibi sabeh, © ve akşam demiyor, afyonunu çeki- “E işin alt tarafı kendisine Vizgeli- Yrd, Yoldaşlarla görüştüm ve mese'€yi &- Muzda hallettik. Biz nehir tarikile te kün olduğu kadar adanın içine s0- İmak niyetinde idik ki, bu da aşağı Tiki rı bir ay sürecekti. Sonra kara ta- 1, £ (Padang) yolunu tulacaktık. Hal- i artık buna mümkün nazarile bak- a mak icab ediyordu. Zira hiç bir Av- yPalı bir ay değil, bir hafta. bile bu te tekreh geminin içinde o pislik, o ka “Sizlık içinde yaşıyamazdı. İZ de şu kararı vetdik: «Gözümüzü Tt açıp nehirde daha temiz bir nakil vap ası bulmak. Belki de bizi «Pelula- <* Köyüne kadar kürekle götürecek Yerli kayığına tesadüf edebilirdik. ay, naleyh bu sureti tesviye de işi- gelirdi.» ti buki 6 gün koca ırmak üzerinde İeharrik nesne olarak ancak bizim emi vardı, endi bu pis gemide vaziyetimiz büs ğin müşkülleşmişti. Sivrisineklerin , “Selerimizden dişlerini geçirerek bi- Tühatsız edememelerine mukabil Dig tahammül elden gelmiyordu. O m. hiç birimize gözümüzü kapamak ib olmadı. Ben de kalktım, oturdum ;, Var kuvvetimle pipomu çekiştirme- 1, başladım. Tütün dumanı sivrisinek- u,, uzaklaştırdı ve biz de hiç olmazsa irleri tırmalıyan vızıltılarından kur- , Muş olduk. Kitabı mukaddesin yaz- he Eibi, çölde kırk gün kırk gece se- pet &dlen evlâdı Beni İsraili taklid i- ke kendimizi kapıp vahşi ormanlara alaşım başka yöpâcak hir şey un. İrlesi sabah nehirde bir Malezyalı Ördüm kendisine seslendim ve bor- (pza yaklaşmasını söyledim. Herife “elulavan) köyüne gideceğimizi ve Mlenaleyh bize iki yerli kayık bul- yasini söyledim. Adamcağız başını sal- Yirak bu işi becerebileceğini anlattı reklerine sarılıp uzaklaştı. Fil- i“ bir müddet sonra dört yerli kayı- İle bordamıza geldi. Bu kayıklardan le iki Malezyalı kürekçi vardı. Kayıkolar uzun boylu, güneşte piş- | “ derili ve kıvırcık sakallı adamlar- y Su üzerinde şaşılacak birer gemici bu Malezyalı denizcilerin bir tek tay an vardı: Lüzumundan fazla tem a Hattâ bunlar afyonkeş Çinliler- Mila tembeldiler. Bu adamlar yaşi- pi şu üç kelimeyi kendilerine a ür edinmişlerdi: «İyi bir pipo, gü- ği kız ve ayaklarını uzatıp otur- «2 Bu nazariye onlarda o kadar â, miş, kök salmış bir akide idi ki a, anaatlerini yıkmıya benim de di- 4, , varmıyordu. Zaten hayatta benim da ekinim aşağı, yukarı aynı mezhebe #nmiyor muydu? Ancak tembellik beş da onlardan biraz aynlıyordum; âz bir htakurularınm ve bitlerin verdikleri | Çeviren: Ahmet Cemalettin Saraçoğlu Malezyalılar hayatlarında şu üç kelimeyi kendilerine düstur edinmişlerdi : “İyi bir pipo, ayakları uzatarak oturm. üzel bir kız ve a Nehre düşecex olursak timsahlara yem olacağımızı ty bildiğimizden.. sülük edip de Aksayı şarka geldiğim ilk; hüzünlü, gâh şakrak şarkılar sö; - zamanlarda öğrenmiştim. Sonra (Sin-| yorlar ve muttarit hareketlerle kürek gapur) üsera kampında geçirdiğim ay-| çekiyorlardı. Tabiatin sükünu ortasın- lar içinde bu dilde pek çok ilerlemiş -İda birbiri peşine süzülen bu dört ka- tim. O kadar ki Malezya dilini bir Me-| yık ve bu kayıkları çerçeveleyen göl- lezyalı kadar konuşabiliyordum. «Sakla samanı, gelir zamanız feh - vasınca Malezyacayı öğrenmiş olmak- lağım şimdi çok işime yarıyordu ve ben! tembel kayıkçılarla mükenimelen an- laşıyordum. Onlar; — Makam amie!.. diyorlardı ki, mâ- nası: — Halinden memnun ol! Fazla üzül mel. Olacak olur!, gibi bir geydi. Bina- enâleyh böyle bir felsefe ile bizim ten- perver kayıkçıların halerinden mem- nun olmaları pek tabii idi. Aksayı şarkta «Boy» kelimesi el işi yapan, beden hizmeti gören her yerli- ye verilen bir isimdir. Yalnız Aksayı| şarkın her memleketinde «Boy» diye; hitap ettiğiniz kimsenin size vereceği| şifahi cevap ayrı ayrıdır. Meselâ bizim; kayıkçılara: — Boy, bana bak!... diye seslendiniz mi hemen: —Tuam besâr, groser herr'i yapış- tırıyorlardı. Aralarında konuştukları dil de Ma-' lezya, İngiliz ve Holanda dillerinin bir- birlerile karışmasından vücüde gelmiş! acayip bir balita idi ve bu üç Gilin bir araya gelmesi Almancaya yayam hk ret derecede benzeyen bir acube yara-| tıyordu. | Kayıkorlarımız nç kadar tuhaf ise için- de bulunduğumuz yerli kayıklar da o derece acayipti. Bunlar içleri oyulmuş, r kayık şekli ve- rilmiş klerinden iba- retti. İnsan bu kayıklarda 4imdik du mak mecburiyetinde idi. Küçük bir ha- reket bunları tehlikeli bir surette y palatıyordu ve bir çok defalar bizi de rilmekten kayıkçıların mahareti k gaçların suda yaptığı akisler nev - sna munhasır bir güzellik yaratıyor- du. Kumsal noktalara yaklaştığımız za- manlar ise timsahlar kürekleri sesinden Ürkerek suya dalıyorlar, et- raflarını köpük içinde bırakiyoriardı. Dört kayıktan mürekkep raini mini filotillâmızdan artık neş'eli kahkahalar yükseliyordu. Herhalde İngiliz dostla- rımızı unutmuş, tabiatin ogüzelliki i duk. (Arkası'var) arr De me Kar Bir tek tüp sizin bu neticeyi almanıza kâfi gelir İ Bugün ik iş olarak RADYOLİN tarmış oldu, Hepimiz bir kere nehre düşecek olursak timsahlara yem cia -İM alınız (Ove bitinceye kâdar cağımızı iyi bildiğimizden bu düşünce günde üç defa kullanınız bizi kayığımızda baston yutmuş gibi Bu müddetin sonunda dişle- dimdik ve hareketsiz oturtmaya kâfi geliyordu. Bu küçük mahzurlar bertaraf edie- cek olursa kayıklarımızda çok rahat seyahat edecektik, Her kayıkla ik; Al- man yer almıştı. Irmağın iki yanında tesadüf ettiğimiz manzara cidden ne - fisti, Orman nehrin kıyısına kadar ini» yordu, Ağaçlar arasında binlerce ve binlerce irili, ufaklı maymua geçişimi-! Zi sseyrediyorlardı.- Kayıklarımız gâhl Adliye Bakanlığından: Açık bulunan Kula Noter Muavinliğine imtihansız ve imtihanla Noter ola- bilmek şartlarını haiz taliblerin bir ay içinde Adliye Vekâletine müracaatları ilân olunur. «3379» «6212» rinizin evvelkinden çok daha par- lak, çok daba beyaz ve çok daha temiz olduğunu göreceksiniz. RADYOLİN ile muhakkak sabah, öğle ve akşam ve her yemekten sonra yahut hiç değilse günde üç defa fırçalamak şartile. T. H. K. Satınalma Komisyonundan: 988 yılbaşı piyango biletleri için 150000 el plânı ve 10000 afiş bastırılacak “ve 20/9/9397 Pazartesi saat 15 de açık eksiltme ile münakasası yapılacaktır. İstekli “olarilar Piyango Direktörlüğü muhasebesinde şartnünresini görebilirler; «6231» rısı kapıyı açmıştı. — Nerede aldın? Vakit çok geç. Süleyman duraladı. Bir şey söylemek istiyor, fakat söyliyemiyordu: — Üstün başın da çamur içinde. Duvardaki petrol lâmbasının ışığı bu fakir köy evine, eşyayı hayal halinde belletecek kadar hafif bir ışık veriyor- du, Süleymanın iki yaşındaki oğlu Salih geli yeşilliklerin eflâke ser çekmiş a -| yere oturmuş, oynuyordu. — Süleyman sende bir şey var. — Yok bir şey Fatma, sana öyle ge- liyor. Süleyman kapıyı dinliyor gibi idi, yo- zin) la kulak veriyordu. — Fatma! — Ne var? — Beni arayan olursa yok dersin olur u? — Peki, yemek yemiyecek misin? — Yok, canım istemiyor. Fatma düşünüyordu. Süleymanda bu içinde mest ve mes'ut vakit geçiriyor-| akşam gayri tabii bir hal vardı. — Fatma! — Ne var Süleyman? — Sen benim şu heybemi hazırla! — Bir yere mi gideceksin? — Evet! — Ne vakit, şimdi mi? — Hemen şimdi. — Ne vakit döneceksin? — Belli olmaz. Belki hiç dönmem. — Ne diyorsun Süleyman? sorma, heybemi hazırla! Süleyman çöker gibi yere oturdu. Fatma sormadı. Mutfağa doğru yürüdü. Bir kibrit çaktı. — Fatma kibrit yakma! — Peki! Dakikalar geçti. Bir şey konuşmadılar. — Heyben hazır Süleyman, Süleyman ayağa kalkmaya hazırlanı- yordu. Yolda ayak sesleri oldu. Rengi al - Ne oluyorsun? — Hiç! Kapı vuruldu; Fatma bağırdı: — Kim 0? — Aç kapıyı kadın. Süleyman yerinden fırladı. Yavaş bir sesle: Ben mutfaktaki erzak sandığına gi- İ riyorum, dedi, sen kapıyı aç! Fatma titrek adımlarla yürüdü. Kapı- yı araladı: — Kimsi iz, ne istiyorsunuz? — Süleyman nerede? — Bilmem dahâ gelmedi. Kapı itildi. Jandarma çavuşu yanında köy bekçisi olduğu halde içeri girdi: — Süleyman buraya gelmedi mi? — Gelmedi, gelmedi diyorum size, fe >: Yeni neşriyat | Muğla — Muğla Halkevi tarafından çıkâ- nlan bu aylık Halkevi mecmuasının 6 ve 7 inel sayıları çıkmıştır. Trakya — Trakyanın bir yılık muhtelif çalışmalarını resimleri ve İstatistikleri İle gösteren bir broşürdür. Konya — Konya Halkevi tarafından çıka- rlan bu aylık meçaıuanın 10 nuncu sayısı Konyanın tarihine, halkiyatına dair yazlar we resimlerle intişar etmiştir. Çocuk — Çocuk Esirgeme Kurumu tara- ından haftada bir çıkarılan bu mecmuanın 50 nel sayım birçok güzel yazılarla renkli bir kapak içinde çıkmıştır. BABA Yazan: İsmet Hulüsi Ufak ellerini ştmdi baba sının boynuna dolamıştı Süleymana her zamanki gibi gene ka-İhem Süleymanı ne yapacaksınız? — Süleyman, adam öldürdü. — Yalan, yalan söylüyorsunuz! — Sus kadın, gözlerile görenler var. Alilerin bağ bekçisile çekişmişler. Sonra ne olmuş bilmem Süleyman onun üzeri- ne atılmış ve adamı gık dedirtmeden boğmuş. Süleymanı isteriz. O buraya gelmiştir. — Buraya gelmedi. — Ararız evi. Bekçi ile çavuş yürüdüler. Süleyma- nın yatak odasına girdiler. Yatak duvar kenarına istif edilmişti. Yerde bir hasır vardı. Jandarma çavuşu dizili yataklara bir tekme vurdu. Yataklar devrildi. — Burada yok. Bir defa da mutfağa bakalım! Mutfağa girdiler, ocak içini aradılar. Bekçi, bacaya doğru uzandı: — Burada da yok! Söyle kadın Süleyman eve gelmedi mi? — Gelmedi! — Dinine yandığımın herifi geçmiş olmasın! — Haydi bekçi gidelim, hududu geç- meden yakalamamız gerek! Küçük Salih te anların Olan bitenden habersiz yüzlerine bakı- yordu. Hattâ kaç kere jandarma çavuşu- nun gümüşlü kırbacını eline almak iste- miş, çavuş ona: — Haydi oradan Diye bağırmıştı. Çavuş arkasını dön- dü, kapıdan çıkıyordu. Bekçi de onu ta- kib ediyordu, Küçük Salih mutfağa doğ- ru yürüdü. Minimini ellerile sandığın kenar tahtalarına vurdu: — Baba! Fatma sapsarı kesildi. Bekçi durdu. Jandarma çavuşu kamçısını çizmesinde şaklattı. — Yerifi kıskıvrak yakaladık şimdi. Bekçi ile birlikte sandığa doğru iki a- dıra attılar, Bekçi kapağı kaldirdi: Çık oradan, teslim ol! Süleyman yavaş yavaş doğruldu. San- dığın kenarını tuttu, Dişarı çıktı. Fatma ağlıyordu — Baba! Süleyman, oğluna baktı, onun biraz evvel, baba dediğini, sandığa vurduğunu duymuştu. Jandarma çavuşu Süleymanı yakalamak istedi; Süleyman silkindi. Salihin, oğlunun yanı başında idi. Eğildi: — Benim iyi çocuğum, benim birleik oğlum! Gözleri yaşarmıştı. — Baba! Biraz evvel sandığa vuran ufak elle- rini şimdi babasının boynuna dolamıştı. Süleyman yakalanmasına sebeb olan oğ- lunu kokladı, öptü: — Oğlum, benim Salihim. Doğruldu, jandarma çavuşuna döndü: — Haydi, dedi, artık gideriz! Süleyman önde onlar arkada çıktılar. Fatma hıçkırdı: — Süleyman! Salih annesinin eteğini yakaladı: — Baba! Yarınki nushamızda: Ah, şu insanlar! Çeviren: Faik Bercmen hududu arasında idi.