GEEK TAA İ Ya Yy Notları | Kafkas Şahikalarından Karpat Eteklerine Kadar Yayılan Şarkı a Bled ufacık gölü, adacığı ve ilâhi dekoruile bir cennettir Yazan: Makedonyayı Se Evvelâ, hayrete Jâniğe kadar tanr Ba şen ben, sonra, rm; O Hırvatistan! MOMhHlün ürkünün kafkasça- muhtelif vesilelerle! sını birlikte teren- biraz daha iyi tanımıştım; Eski Sirbis- tanı ise ancak bu defa biraz tanıyabü- dim, Fakat, Belgradda, Yugoslavya * rın muhtelif köşelerine mensup İnsan- larla tanıştıkça şunu gördüm ki, Tür - kiye ile Yugoslavya arasında, büyük bir sulh ve istiklâl siyasetinin temelini teşkil etmek üzere inkişaf eden dostluk ve ittifak, sade bir takım siyasi zaru - retlere değil, belki de ayni zamanda büyük bir kültür alâkasına istinat e mek gibi çok kuvvetli alâkalara da sa- hiptir. Türk okuyucularına bugün, buna dâir bazı malümat vermek iste - dim. * İstanbulun, Bizans ve kilise musi - kisi ie çok karışmış olan kiâsik nağ - mesini bir tarafa bırakırsak, kulağımı- za temiz bir Türk melodisi gelir, Bu melodiyi çok iyi tanırız: Anadolu dağ- larının her gün birinden ötekine akse- den, çöbân kavallarının ince olukların- dan süzülüp akan bu melodiye türkü derler; türkü, yani Türk melodisi. Bu melodi İstanbul. şarkısına, yani şarklı musikisine de biraz girmiştir; fakat, o- nun en saf seslerini ancak Anadolu 0- valarında ve bilhassa, geçenlerde Tür- kiyeye gelmiş olan Bela Bartokun de- diği gibi, Anadolu dağları arasında do- laşan göçebelerde duyabiliriz, Kürdi, Daği, Hüseyni, Daği Hüseyni gibi isim- lerle yâdedilen bu melodi, sade Anado- unun değildir; İran Azerbaycanı, Kaf- kas Azerbaycanı ve.. Kırpat eteklerine kadar bütün Yugoslavya, hattâ biraz da Macaristan bu melodiy: çok güzel tanır. Çünkü, tarih, Asyanın ortala - rından süzülüp gelen bu melodiyi bü- tün bu iklim içinde müşterek bir kül- türün malı yapmıştır. Meselâ, bir türkü vardır ki onun, na- karatımı çok iyi tanırsınız: Kaybettim, nazlı yâri, ? Bi man leri ir her yerde olduğ gibi İstanbulda da çok dinlenen Ma dolu havaları arasında bu türkü de pek çok alkış toplamıştır. Ben bunu Kaf - kas kızlarının ağızlarından da pek çok dinledim. Orada güftenin ufak bir far- Xı vardır; İtirmişem (1) nazlı yâri, Sen ağlama, ben ağlayım! Nisanın on sekizinel pazar günü Be- gvaddan seksen kilometre uzakta bir öğle yemeği davetine giderken Asım Usla benim bulunduğum otomobilde ii Kemeri” bayan: da vardı, Sek- en metrelik yol, şarkısız gidilmez. Meslekdaşlık — teklifsizliği © arasında, biz de derme çatma, hatırımıza gelen türküleri söylemeğe başladık. Bir ara- lık, o meslekdaşın - relıkası, Odu - daklarında bize bir sürpriz yap- makta olduğundan emm (bir tebessümle, bir hava tutturdu. Bu, sırpça bir hava idi, fakat, melodi ay - nen bu bizim tanıdığımız melodi! (1) Kaybetmek demekti. nüme başlayınca Asım şaştı, kaldı. De- mek, bu, bir Türk havası idi! O gün, yolda daha bir çok hava din - ledik. Bunların bir kısmı, Makedon - yaya ait halk havaları - ki melodileri hep bizim tanıdığımız şeylerdi - bir kısmı da doğrudan doğruya Kafkas ve Anadolu havalarıydı. Bunların hepsi - nin güfteleri, sırpça ve hemen hepsi - nin de güfteleri tercüme değil, türkçe- sinden büsbütün ayrı olan şeylerdi. Benim bu işlere alâkadar olduğumu gören meslekdaşlar, akşam beni bir çalgılı kahveye götürdüler — Burada Yugoslavyanın en güzel sevdalinkalarını dinlersiniz. Dediler. Sevdalinka, sevda şarkısı, rik ve halk şarkıları demektir. Sırpça, lirizmi böylece, sevda ile karıştırmış ve bu türkülere bu ismi vermişti. Bir çok sevdalinka dinledik. Bun - ların aralarında: Kâtip benim, ben kâtibin el ne karışır Kâtibime setire palto ne güzel ya - Taşır! Gibi. İstanbul şarkılarının sırpça güftelisi olduğu gibi doğrudan doğru- ya türkçe söylenen: Çaresiz dertlere düştüm, yok mu ba- na bir çare! Gibi Türküler de vardı. Sırpça güf- telileri halk nasıl harâret ve heyecanla alkışlıyorsa, türkçe güftelileri de ayni heyecanla alkışlıyordu: Kaydetmeli - yim ki, bu havaları çalan çingene çal- gıcılar, çalgı takımlarına “daha başka türlü bir çeki düzen vermişler ve ha - valara başka bir eda koymuşlardı. Çin- gene kızının, ayağa kalkıp, eline sırp- çası dâyire olan tefi alarak çalgı takımına hâkim bir sesle öyle bir şarkı söyleyişi ve dayirenin zilleri ile par - maklarına öyle bir dil verişi vardı ki hakikaten, havanm heyecan vermesi için, güftenin sırpça Veya türkçe veya çince oluşunun hiç bir ehemmiyel kalmıyordu! Bu halk havaiarına orada verilen canı, henüz bizim çalgıcıları » mız ve okuyucularımız veremezler, * İstaribulun üçte biri kadör olan Bel- gradda bir çok çalgılı kahveler, yani sevdalinka çalınan yerler var. Bunlar sabahlara kadar Belgradın her sınıf in- sanlarile dolup boşanan yerlerdir. Her kes, her sınıf insan burada kendisini mesteden bir musiki havası bulur ve hem yer, içer; hem de aşk ve şevk ile her havayı alkışlar. Balkan rühunun heyecan içinde coştuğu bu çalgı yerle rinde şimdi güftelerini hatırlıyamadı- ğım, fakat, bugün bile bizim aramızda terennüm edilen bir takım Balkan ha- vaları ile Kafkas türküleri birbirine karışmış olarak terennüm ediliyor. Bu suretle müşterek bir melodi kültürü, Türke de, Sırba da, Bulgara da, hattâ Makedonyalıya ve Yunanlıya da ayni zevk ve heyecan: taltiriyor, Fakât, hepsinin üstünde, bu, Kafkastan Kar- Yazan: Conan Doyle Amcam doktor Sir Dominik Holden â - sabi bir rahatsızlı - ğın da inzimamile artık işten çekilip te uzun müddettir ya- şadığı Hindistandan gelince, beni de, di- ğer yeğenleri gibi e- vine davet etmişti. Sir Dominik Hol den, doğduğu Wilte hire kontluğundaki asırdide malikâne « sinde oturuyordu. © Kendisini hiç gör. © memiştim, kendimi bildim bileli, o, Hin distanda idi. Fakat doktor olarak şöh - reti bütün dünya - ca malüm olduğu İ- çin onun mevcudi - yetile iftihar gâiyor ve kendisini bir an evvel tanımak için can atıyordum. Bu sebepten davetini alır almaz, der- bal hareket ettim. Ve istasyondan in - Gikten sonra, araba ile hazin ve tarihi eserler dolu yerlerden geçerek akşam üzeri malkâneye vardım. Amcam, beni, Jâmbaları yanmamış, yalnız ocakta yanan odunların alevi ile aydınlık bir salonda kâbul etti, Sir Dominik gayet uzun boylu, sağ- lam yapılı bir adamdı. Gür kaşları göz- lerini kapatıyordu ve çalılıklar içinde saklanmış, etrafı tarassut eden nöbet- çilerinki gibi dikkatli ve parlak gözle- rile bana bakıyordu, Onun bakışların: dan, derhal, çok müdek&ik ve nüfuzu nazara sahip birisi karşısında olduğu - Wu anlamıştım. Ben de onu tetkik edi- yordum. İri, yarı olmasına rağmen fev- kalâde zayıftı ve elbiseleri, âdeta üze- rinden düşüyordu. Yüzü, derin ve bü- yük ıstırap çekmiş olanlara mahsus çizgilerle dolu idi. Beni eski asilzadelere mahsus büyük bir nezaketle karşıladı. Ve biraz sonra içeri giren Ledi Holdene takdim etti, Yemeğe oturduk. Yemekte, Hintli, tunç renkli, fakat gayet hürmetkâr ve sessiz bir uşak hiz- met ediyor, işi olmadığı zamanlar gi - dip efendisinin sandalyesi arkasında elpençe divan duruyordu. Ledi Holden ufak, tefek, kibar bir kadındı. Öteden, beriden bahisler açı” yor, neşeli mevzulara temas ediyordu. Amcam da ona iştirak ediyordu. Fakat biraz sonra, her ikisinin neşesinin yap- macık olduğunu, derin sükütlara düş. tüklerini farkettim. İkisinin de birbir. lerine bakışlarından müthiş bir ıztı - rap çektiklerini anlıyordum. Yemekten sonra küçük bir salona geçtik, kahvelerimizi orada içtik. Am- cam biraz daha konuşkan olmuştu ve söz, bilmem hasıl, ruhi tetkikler vadi. sine döküldü. Amesm, benim bu gibi meselelerle meşgul olduğumu biliyor. du. Belki bunun için sözü bu cihete nakletmişim. oKahvelerimizi içtikten sonra bana; — Doktor, dedi, birer puro içer mi- yiz? Kabul ettim ve Ledi Tolden'den mü- saade alarak, sigara salonuna geçtik. Ambcam bana bir puro verdi, yaktı, kendininkini de yaktıktan sonra derin bir süküte daldı. Bu sükütun sıkıcı taraf! yoktu. Bilâ- kis bende bir merak uyandırmıştı, zira, amcamın, benimle çok ciddi bir mesele üzerinde konuşmak üzere olduğunu mearasasanasensazsenansomaanyansünrsasassansusamisammamasaz Pat eteklerine kadar, tarıh içinde ken- disini aksettirip giden tatlı Türk me - !odisi hâkimdir. Asyadan süzülüp ge- len ve tarih tarafından bestelenen bu melodinin güftesi ne olusa olsun, ruh daima ayni ruh, temiz ırmaklardan, ye- si! dağlardan ve kırmızı çiçeklerden il- ham alan bir aşk duygusunun tatli, ve ruhlara rikkat veren ses... Bütün Türkler, bütün İranlılar, bü- tün Balkân çocukları, hayata gözlerini açarlarken, kulaklarında hep bu sesi du yarak dünyaya geliyorlar! ela Muhittin Birgen Ki Korku ele Elini istiyen ölü anlamıştım, lüzumsuz yere onun -sü - kütunu bozmak istemiyordum. Niha - yet: — Sizinler dedi, daha bugün tanış * tem. Fakat hem yeğenimsiniz, bem de, benim igili bir doktorsuaüz. Bu ftibar- ia sizden bir hizmet rica edebilirim. Ona her hangi şekilde olursa olsun hizmette bulunabileceğimi söyledim. Sordu: — Siz, hayaletlerden korkar mısınız? — Hayır. Hatiâ, iki sene evvel, te - kin olmıyan bir evde bütün bir gece kaldım, — O halde beni takip ediniz. Kalktık, birinci kala çıktık. Loş bir koridordan geçtik. Amcam dipte bir kapının önünde durdu, açtı. Burası bir lâboratuvardı. Raflar ine dizilmiş büyük şişeler içinde bir doktoru alâka- dar edecek ve bir tıp müzesini kıskan- dıracak derecede nâdir «parça» lar vardı. Bu «parça» lar garip ceninler, mühtelif ve nadir «tumcur> lar, Hin -|. distana mahsus mahlüklar ve saireden ibaretti, Hayran hayran seyrine. daldım. Am- cam etrafı gözden geçirmemi bekledik- ten sonra: — Belki, dedi, teklifini gerip bula - caksınız. Size, geceyi burada geçirme- nizi söyliyeceğim. Muhayyelenizi, gör- mek ihtimaliniz olan hâdiselerle meş- gul etmemek için de, ne sebepten bu teklifi yaptığımı söylemiyeceğim. Maa- mefil, bir İğboratuvarda yatmak ve gayri tabii hâdiselere şahit olmak sizi rahatsız ederse, derhal teklifimi geri alıyorum. Gittikçe merakım artıyordu. Bir dok- tor ve bir müşahit için böyle endişele- rin vaki olamıyacağını söyliyerek ka - bul ettim. Amcam buna memnun oldu ve: — Şayet, dedi, bir şeye lüzumunuz olursa, benim odam, sizin odanızdan itibaren soldan ikinci kapıdır, istedi - ğiniz zaman gelebilirsi Rahatsız 6- deçeğim diye çekinmey'iniz, zira, ben, dört sönedenberi, geceleri uyuyamıyo- rum. Amcam, Miboratuvarın bir köşesin » deki gehiş kanapenin üzerine hazırlan- mış olan yatağı gösterdi ve çekildi. Pantalonumu çıkarmadan o kanapenin üzerine uzandım. Başucumdaki mumu söndürdüm, beklemeğe başladım. Lâ - boratuvarda, lâboratuvarlara mahsus ağir bir ecza kokusu vardı. Pencereden sydınlık geliyordu. Dışarda "mehtap Vardı. Acaba ne olacak diye düşünüyor, u- yumamağa çalışıyordum. Lâkin uyku ile mücadele çok güç bir şey. Zaman zaman dalıyordum. Nihayet tamamile daldım ve uyumuşum. Aradan bilmem pe kadar zaman geç- ti, birdenbire uyandım. Odada hafif bir gürültü olmuştu. Ayın pencereden Kiren ziyası, odanın muayyen bir kıs- mını aydınlatıyor. Diğer taraf karan - lıklarda kalıyordu. Biraz #onra göz - lerim karanlığa alıştı ve o zaman, oda- nın içinde, duvara sürünerek bir insa- nın dolaştığını gördüm, *Adam, iler - lerken, ayın aydınlattığı kısma geldi ve onu tamamen gördüm. Bu, koyu Nakleden: Fikret Adil kurşuni entari bir eibise giymiş # kır renkli bir †idi, Başı tıraş edil den bir tutam #arkıyordu. Kü$ i adımlarla İlerliy” 'âboratuvarın üzerindeki şişe birer birer dikke bakıyor, (içindi korkunç vücut PE salarını muâyen& diyor, birekıyor, © Eİ başkasına geçiyoi du, Hepsini musği ne ettikten pori geldi, kanapenin © nünde durdu, b döndü, iki ekini VE den gök yüzüne GÜR | tu bir facia si gibi kaldırdı ve boldu. İki elini, diyorum. Buna iki el dĞİİ mek doğru olmaz. Zira, adamın sol © yoktu, bileğinden kesikti, Ellerini yi karı kaldırdığı zaman ettarisinin ları sıyrılmış, bunu sarahaten görme tüm, Hem bu adamın hali o kadar © .büi idi ki, onü, amcanın Hindi larından biri zannetmiştim. Fakat # denbire kayboluşu ve karşımda du rak bana yaptığı hareket üzerine, selede bir gayri tabitlik olduğunu ladım. Kalktım, lâmibayı yakarak © nın her tarafını aradım, Adam yoz ve bir tek olsun iz bırakmamıştı. Sabaha kadar uyumadan beklet Hiç başka bir şey olmadı. Şafakla YÖ raber, amcam geldi, hafifçe köp” vurdu, içeri girdi. Beni uyanık gü yi ce, daha selâmlamadan sordu: n — Gördünüz müt Gördünüz müt | — Bir eli olmıyan Hindliyi mi? — Evet. li — Gördüm. ri Amcamın kanapenin bir ucuna 9 turdu. — Dürt senedenberi, dedi, sun, Hindistanda olsun, karada denizde, bir gece geçmez ki bu X gelip görünmesin. Her gece, ayni BE te, gelir, yatağımın başrucunda gk sonra gider, etrafı arar. pi | — Peki ne arar? i — Elini, — Elini mi? d — Evet. Size anlatayım. Bunda” >; sene evvel, bir gün Peşavere gm tim. Orada, Efganistandan gelmi$ kervana rastladım. Keryanla gele? | den biri bana müracaat etti, elini terdi. Bu adam Kafiri bir kab pi) mensuptu. Eli sarkom cinsinden j hastalığa tutulmuştu. Kendisine ©! ni kestirmediği taktirde hayatının * likede olduğunu söyledim. Uzun #5 reddütten sonra buna râzı oldu, 80 “ ni, bileğinden kestim; Adam, bansr Sel meliyat Için kaç para istediğimi s9” 4) Bu o kadar tuhafıma gitti kil Zir& 4) vallının halinden meteliksiz GÖ! belli idi. Kendisine, gülerek, am ücreti olarak, elini bana bırakfi söyledim. Şiddetle itiraz etti. Seb sorunca, anlattı, Onun dinince, bir “e san ölünce, bütün vücudunun ui 4 rının bir arada olması ve gömülü şart imiş. Aksi taktirde, ruhu ebe muztarip olurmuş. Kendisine, elini p Jene kadar nasıl saklıyabileceğini 1 dum. Tuzlıyacağını, öylece saklı? ğını söyledi. Buna imkân olmadi. benim, tuzdan daha iyi ilâçlarl8 3 muhafaza edebileceğini gılattı. dam buna inandı, ve öldüğü ! de elmek şartile, etini bana bıra” fi razı oldu. Bu pazarlığa pek eheri” a | vermeden kabul ettim ve eli aldi radan bir kaç sene geçti ve bil “ Bombayda büyük bir yangın Eği vim bu yangında yandı, I,âbors' # rımdaki eşyadan ve müzemden ör bir şey kurtarabildim. Yanan ş€7'üğf rasında bu adamın eli de vardı sene evveline kadar, bu hâdise bile gelmemişti. Fakat dört sent bir gece, müthiş bir surelte a (Devamı 10 uncu sayfada)