Yazan : Orhan Selim KAN KONUŞMAZ! Son Postanın Edebi Tefrikası: 20 — Dümbayı yakayım da söfrayı kur ralım, dedi. Annem nerdeyse gelir... Gülizar, masanın üstünden lengeri kaldırmak isterken usta atıldı, len - geri aldı ve kalın parmaklı, nasırlı sağ elinin yan tarafı genç kadının kiraz kurdu gibi. beyaz ve canlı serçe par - mağına değdi. Lâmba yakıldı. — Sofrayı ben kurarım efendim, siz zahmet eymetin . Usta, Gülizarın artık gözle görüle cek kadar günden güne ağırlaşan vü- euduyla iş görmesini doğru bulmuyor- du ama, onun sofrayı kurmak arzusu- nun önüne geçmeğe gönlü razı ola - madı. Bir kenara çekildi. Ona şimdi asma lâmbanın durup dinlenmeksizin mutfağa döktüğü ışık, bir portakal su- yu gibi kızıltılı sarı geliyor. Ve bu yal- dızlı havanın içinde Gülizarın mor ye- menisi, siyah saçları ve bembeyaz, çıplak aşık kemikleriyle kımıldanması- ni rüya görür gibi seyrediyor. Gülizar, sofrayı ağır ağır, itinayla kurmaktadır. Masanın üç tarafına üs- tüste ikişer tabak koydu. Yine Gâvür Cemalin israrıyla alınan fakat nadiren kullanılan maden çatal bıçak ve kaşık- Tarı, bıçak altta, çatal kaşık bıçağın üs- tüne çaprazlama gelmek üzere tabak- ların sağına yerleştirdi. Sonra üç hav- lu çıkardı. Havluları yelpaze biçimin- do açarak bardaklarıkı tçine köklerin © 'den soktu. Tuzluğun tuzunu bir kaşık tersiyle düzeldikten sonra çatalın diş- leriyle üstüne yol yöl çizgiler bıraktı. Velhasıl, Göztepede küçük hanımın düğününe şehirden getirilen alafranga sofracının bütün hünerlerini elinden geldiği ve «mevcut malzemeye göre aynen tatbike» çalıştı. Üsta, yelpaza biçimindeki 'havfile: tı, çiftetabak ve öbek öbek çapraz ça-| tal bıçaklarıyla lâmbanın altında aca- yip bir bahçe gibi açılan bu sofra hak- kında duyduğu «hayret ve takdiri iz- harap vakit bulamadan sokak kapısı çalındı. — Annem olacak. Siz zahmet et - meyin, ben açarım. Uata, sokak kapısını açmağa gitti ve anası önde tekrar mutfağa döndü - ler. Usatnın anası bir iskemle çekip o - turdu. — Kafam kazan Nuri, dedi. Bunal- dim. — Neredeydin anne? — Besime hanımlardaydım. Haber göndermişler. Kızı doğurmuş dün. Sa- baha karşı. Ev zaten küçük. Dönecek yer yok. Yedi mahalleden misafir gel- miş. Bir de kötü losa şerbeti yapmış - lar ki içim bulandı. Losanın yatağı der- sen, şerbetten berbat, Fukaralık ayıp değil ama oğlum ne de olsa insan bö; le gününde bir atlas yorgan olsun dik- tirir. Gülizar ayakta, Nuri ustanın karşı- sında duruyor. Bu losa sözünün açıl - ması ustanın canını eiktı. Gülizara baktı. O da bir tuhaf. Ustanm anası hâlâ losa evi hakkın- daki «tenkid» lerine devam ediyor. Ustanın gözü Gülizarın şiş karnına ilişti. Ustanın karnına baktığını gör - müş gibi Gülizar elleriyle karnını sak- Tamak istedi. Kollarını göbeğinin üs - tünde kavuşturdu. Usta bir an, «Gülizar gebe olma - saydı keşkel» diye düşündü. Gülizar, gebeliğinden 'ilk defa utandı. Çünkü gebe oluşu şimdiye kadar onun yalnız canını sıkmaktan başka bir tesir yap- mamıştı üstünde, Ustanın anası, Besime hanımlar hakkındaki sözünü bitirdi. Karşılıklı ayakta duran Gülizarla oğluna baktı. Sonra birdenbire, © miras meselesinin geçtiği geceden önceki hınçlı sesiyle: — Nuri oğlum, dedi, bizim elâlem için söylediğimizi el âlem de bizim için söyler. Biz de yolcu bekliyoruz. Sen şimdiden yorgancı Selimle konuş, şöy-. le Nuri ustanın karısına yaraşır bir yor- gan diksin. Vakit geldi, gelecek: Kom- şunları filân çağırmıyacağım... Çağır- mak yakışık almaz... amma ne de ol- Böer Usta, anasının sözünü ters bir taraf- tan, oldukça aksilikle kesmek için bek- lediği fırsatı buldu: — Niye, dedi, niçin çağırmıyacak - mışsın? Çağır. Hattâ kâtip Nuri be - l)'.inkileri de davet et. Utanacak, sıkı - Birdenbire durdu. Gözüne sapsarı zla;ı Gülizar ilişti. Gülizar öyle bitkin- i ki.. Usta, Gülizara baktıkça anasına karşı hayatında ilk defa, apansız kı - rılmış olduğunu anlıyor. Kendi kendi- ne kızıyor. Ana oğul deminki konuş - malarıyla çok ayıb bir iş yaptılar gibi geliyor ona. Üçü de susuyorlar. Oğlunun bir - denbire sözünü kesmesinden kendine kızdığını anlıyan ananın hinci büyü - dü. Gülizara, kendisiyle oğlu arasında diken olmağa başlıyan kadına karşı korkunç bir düşmanlık duydu. Usta, mırıldanır gibi: ; — Yemeği ısıtayım da yiyelim, de- K Anası: — Ben ısıtırım, diye yerinden kalk- |t& ve hışımla tel dolabtan sahanları çı- karip ateşe koydu. Yalnız ısınan yemek cızırtısıyla üs- tü zama nzaman çizilen sessizlik, sof- raya oturulana kadar devam etti. Ustanın anası çarşafını çıkarmadan yemeğe oturdu. Nuri usta Gülizara: — Buyurun, dedi. Gülizar, hâlâ sarı ve üzüntülü. İs - kemleye ilişti. Usta da yerine oturur- ken anası sofranın üstünü süzerek mür- rıldandı: — Bu ne bu böyle, güvur sofrası gi- bi. Bu söz, kaynananın geline resmen ilânı harbı demekti. Usta bunu anladı. Gülizar korktu. © TEŞEBBÜSÜ ŞAHSİ Gâvur Cemal, cuma günü sabahı, köprünün Üsküdar iskelesinde Nuri ustayla karşılaştı: — Merhaba ustam, nereye? — Sana geliyordum hocam. —- 'Bön 'de sönü: Şimdi yölüş orta na mı? — Sen bilirsin hocam. — Bu mühim kaziyenin idrakini ba- na bırakıyorsan, ben derim ki, ikimizin de gönlü kırılmasın, ikimiz de gitmek (istediği yolun yarısından dönmüş ol- |masın, ne sana gidelim, ne bana. Be - nim Kızıltoprakta oturur bir antika ah- babım vardır, ona gidelim. Olüur mu? — Olur ama... — Olur dedikten sonra «ama, lâkin, fakat» gibi lâkırdılara pek içerlerim. — Fakat hocam... (Arkası var) YALNIZ TURA TIRAŞ KREMİi YE TIRA' Ş, SABUNU <O A SI IZ & pek deyince hatırıma evvelâ Bursa yo- İu ile Bursa geliyor; ve onu karışmıa mühimleşmiş hatıralar kovalıyor: Dutluk- lar, tombul ve tüylü böcekler, — tırtıllar; sonra tarihi bir yapı olan Koza hanı ile yığın yığın koralar, Koza hamı tellâlları ve ipek bezirgânları, daha sonra ipek fabri - kalarının saz vücutlu amele çocukları ile kınalı işçi kızları... Fakat bugün, yasemin kadar beyaz ve yasemin kokulu bir işçi kızını seven ve her gün ipek dokuyup küçük sevgilisine bas « ma alamıyan safran yaprağı kadar ince ve menekşe güzeli bir amele çocuğunun aş - kından bahsedecek değilim. ni 19 haziran 1936 da toplanacaklar — ve ipeklilerimizin :slahı için mühim kararlar vereceklermiş. Rekabet yüzünden — ipekli kurnaşların kalitası bozulmuş. Halk ta pek haklı olarak ipeklilerimize karşı olan eeki rağbetini göstermemeğe başlamış — Buna müni olmak için Ekonomi Bakanlığı ipek- kilerin cinsini ve yapılış çartlarını tesbit e- den bazı esaslar vücuda getirmiş. — Fakat bunları karar altına almadan ipek fabrika- törlerinin de fikrini almak istemiş. Alâ - kadarlar ticaret ve sanayi odasında — bir toplantı yapmışlar ize de ekscriyet hösil olmamış. Şimdi bugün toplanacaklarnış. Hiç şüphesiz ki ipek, bugün milli ser » ımızdan biridir. Bizim mem- bilir misiniz? Size vet kaynı lekette ipeğin tarihini bugün kısaca onu anlatayım: Zamanımızdan 1400 yıl kadar evvel, Ayasofyayı yaptırtmış olan imparator Jus- tinyanosun zamanı ve Bizans imparator - hağunun en parlak devri, İstanbul, bütün dünya ticaretinin âdeta bir merkezi ( Kımldeniz, Karadeniz ve Suriye rinden gelen bütün ticaret yollarının mah- reçleri imparatorluğun elinde idi. O asır- larda en kıymetli ticaret malı Hindistan ve Hindi şarkt adaları ile Arabistandan g: len tarçın, karanfil, karabiber, zencefil gi- bi baharat ile güzel kokular; ve Çinden ge- len ipek idi. İpek tHcaretinin en büyük ko- misyoncuları da İranlılardı. Çinliler ipek- Klerini Seylân adasına getirirlerdi. Bu ada bir antrepo vazifesini görürdü. — İranlılar da buradan alıp garba naklederler, Bizana Üze- İ tüccarlarına satarlardı. İmparator Justin » yanos İran ile Hcaret etmek üzere Nizib, Kellinip ve Artaksata şehirlerini tayin et- |aişti. Fakat İcanlılarla Bizanslılarla sık sık arpler olduğundan, şark ticareti ve bu a- k komisyonculuğu da Ha- beşlilere geçmişti. 532 yılında, Justinyancs krallar kralına bir sefaret heyeti gönde « Ürerek ipek ticareti komisyonculağlnü tek - rada bilhassa i *İNE etmişti. «Kralar krahı» bu teklifi kabul sındayız. Nereye gideim? Sana mı, ba-| etmiş, fakat İranlıları Seylân piyasasından uzaklaştırmağa muvaffak olamamıştı. Bu- nun üzerine ipek böceğini kendi memle - ılmıuindı yetiştirmek istiyen — Justinyanos İtohum getirmek üzere 552 de Çine iki keşiş |gönderdi. O zaman Çinliler ipekböceği to- |humunu dışarı çıkartmazlardı. Buna teşeb- büs etmek idam ile cezalandınlırdı. Fakat yük zorluk ohumlarını, Çine giden Bizanslı keşişler b larla elde ettikleri ipekböci #ureti mahsusada yaptırılmış olan içi oyuk bastonlarına — doldurmuşlar — ve tohumları Çin gümrüklerinden kaçırarak Bizansa ge- tirmişlerdi. İmparatorun teşvik ve hima - yesile böcekçilik süratle yayılmış. Suriya, Bursa havalisi ve Yunanın Tep, Korent ve Atina civarı gibi imparatorluğun muhtelif yerlerinde ipekhaneler kurulmuştu. İmpa- Tator Justinyanos ipek — itcaretini — bizzat kendi inhisarına almış, ipeği gayet yük - sek fiatlarla sattırmağa başlamıştı. DOYÇE ORİENT BANK Dresdner Bank Şubesi Merkesi: Berlia Türkiyedeki şubelariı Galata - İstanbul - izmir Doposu: İslk, Tütün Gümrüğü * Her türlü banka işl * Doktor Hafız Comal Dahiliya — mütahansası Pazardan maada hergün 3- 6 Diyanyolu (118) No, Telefon: 22398 Tek Kandilli 88 - Beylerbeyi 48 Haziran - 19 — ARTIK YAZABİLİRİM! — Köprü Üstünde Komedi Yazan: Ermel İpekçiler bu satırları yazdığım gün, ya| Z':!u (Ercümend Ekrem 1 Abdülhamidin muhafazasına memur zubaf tabarlarından iki nefer Fakat eğer birazıcık kurnaz olsa idi, Ze- kiye Sultanın kabından taşan neşesinden elbette her hakikati anlıyacaktı.. Köprü üstünde komedi Arapların: «Elhainü haifün» diye bir söz temsilleri vardır. Bunun mesli gerçektir; Hain, zalim o » Janlar, hakikaten korkak olurlar. Otuz küsur yıl bu milletin başına belâ kesilen padişah ikinci Abdülhamit te, hem canından, hem de tahtından çok korkar - di Doğrudan doğruya zulmüne maruz ka- lan bâs Türklere itimadı yoktu. Onlar ne kadar tahammül ve tevekkül — gösterseler de, günün birinde, canlarına tak deyip a- yaklanacaklarından endiye ediyordu. Bu yüzden, nefsinin muhafazasını on - lara emanet etmeyip, Arnavutluktan — ve Arabistandan bir sürü efrat getirtmiş, bun lan Yıldızı ihata eden kışlalara' yerleştir. - mişti. Şalvarlı, cepkenli ve burma sarıklı, & - celâcayip bir kıyafet taşiıyan arap tabur - | larile, fesli zuhaf alayını teşkil eden Ar « | navutlar, bol maaş alırlar, doyasıya yeyip içerler, devletin sair askerlerine — nisbetle çok daha rahat ve müreffeh bir hayat sü- rerlerdi. Hepsi de gerek bizzat bünkârdan — ve gerek mabeyin kliğinden yüz — bularak, son derece şimarmışlardı. Zabitlerine karşı itaatları şöyle böyle, talim ve inzibatları ise hak getire idi. Cuma günleri, selâmlık resminden son> ra izinli çıkıp ta şehrin içine dağılmazlar mı? Kadını, erkeği, dükkânctı, tramvay- cısı bu heriflerin şerrinden bucak — bucak kaçışırlardı. Bir vukuat işliyecek lar kat'iyyen müdahale edemez. hele polise lerle zaptiyeler, yan sokaklara sapıp, sa * vuşurlardı. Böyle, padişahın nefsi nefisi hümayunus mu muhafazaya memur olmak bu adamlara Adeta bir nevi imtiyaz bağışlıyordu. Dediğim tarihlerde ben, mektebi Sul. tani - Galatasaray İisesinin üçüncü veya dördüncü sone talebesinden idim. Biz, Galatasaraylılar, diğer mektepler- deki talebe gibi perşembeleri değil, cu » martesi akşamları mektepten çıkar, veli » lerimizin evine gider, pazar akşamı döner dik. Her bafta sonu, lâlam rahmetli Hüse - yin ağa gelir, beni alır, yalıya götürürdü. Gene böyle bir gi refakatinde maektepten çıkıp, Yüksekkal » dırımdan Galataya, Karaköye inmiştik. rüye doğru yürüyüp te, İ A inin bulunduğu yerde kâin meş- hur «Aziziye Karakolus nuhn Önüne var- dığimız sırada, birdenbire, caddeye ba - kan dükkânların kepenkleri yaman bir tarrake ile indirilmeğe başlandı. Ayni mda, İstanbula geçmek üze- ve bulunan bir sürü halk, beyaz gömlekli köprü tahsildarları da dahil olduğu hal- olsalar, «kanunu öğle üzeri, onun de bu tarafa koşuşmağa, kaçışmağa baş « ladı. Bir çokları, Fermenecilere, Rıhtıma, Do- muz sokağına doğru koşuyor, banıları da oradaki Borsa ve Mehmet Ali paşa han- larına sığınıyorlardı. Lalam beni kolumdan yakaladı ve sağ İtaraftaki bir kunduracı dükkânından içe. riye soktu. Biraz sonra, ortalık az çok mayna ol « muştu. Başımızı dışarıya çıkarıp ta baktı- ğimız zaman, köprünün Galata cihetinde- ki başında ahalinin yığılı bir vaziyette me- rakla bir şeyi seyreder olduğunu gördük. Tuhafı, hiç kimsa ileriye doğru bir adım atmıyor, köprünün üzerinde ilerilemeğe ce- satet edemiyordu. Müruru Gbürü böylece inkitaa uğratan acaba ne idi? İleriyi göremiyonlerin ağzın. da bir takım rivayetler dönüyordu. Kimi, Tophanedeki salhanalardan yarı boğazlan- miş olduğu halde kaçan bir sığırdan bah- sediyor, kimi de sarhoştan, azılı deliden, kudüz köpekten dem vuruyordu. Bu sırada, nazarlarımız Aziziye karako- Tunun pencerelerine ilişti. Karaköy ve civa- rındaki bu kadar telâş ve patırdıya tağ » men, zabitan yerlerinden bile kımıldama- mışlar, soğukkanlılıkla sokağa bakıyorlar- dı. Kapıdaki nöbetçi efrat da kımıldama - mışlardı. Demek ki le, sanıldığı ka - dar ehemmiyeti hâiz değildi. Böylece yüreğimize su serpilince, la - lamla elele, vapur iskelesine doğru yürü « meğe başladık. Arkamızdan, bizi teşyi eden mütehay « yir bakışların farkında olmaksızın, iki üç adım İlerlemiştik ki, kuvvetli bir el kolumu- za yapıştı, bizi durdurdu. Ayni zamanda, sert, kalın bir ses, Talama hitaplı — Be adam! Çocuğu gör göre ölüme mi götürüyorsun ? Diye çıkıştı. — Ne demek istiyorsun? Demeğe kalmadı, kalabalık yine dalga- landı, geriledi. Ve bu dalgaya biz de ka- tılıp, kendimizi tekrar kişelerin hizasında bulduk. İşte © zaman, meselenin neyin nesi oldu- Gunu anladık. Uzakta, köprünün tam Üz- küdar iskelesi hizasında, karşılıklı iki a- dam durüyordüu: Maiyyeti seniye zuhaf alayı efradından iki kişi. Her birinin elinde de yalın birer kanatu- ra vardı Kılıç kalkan oynar gibi, cakalı haroket- lerle, bir sağa, bir sola gidiyor, duruyor, bazen biriken halkın üzerine saldırır. gibi yapıyor, bazen de, köprünlin parmaklığı. na dayanarak, rahatça birer sigara tellene diriyorlardı. Acele işleri olanlar, orada, Han önün - den, rıhtımdan birer kayığa atlıyarak © su- retle Eminönüne geçiyorlardı. Diğerleri ise, sebebi malüm olmuyan bu gülünç hâdisenin nasıl neticelenecağini bek- lemekte idiler. (Arkası var)